

İNSAN OLMAK
İNSAN OLMAK İÇİN BURADAYIZ
ALLAH'A İMAN, DİN ve İBADET
KONU BAŞLIKLARI
İnananların Özellikleri ve İnananlar ile İlgili Açıklamalar
İnanmayanların Özellikleri ve İnananlar ile İlgili Açıklamalar
İman Ettikten Sonradan İnkar - Münafıklık
İsrailoğulları, Yahudilik, Hristiyanlık (Ehli Kitap) ile İlgili Açıklamalar
İslam, Müslüman (İslamiyet ve Müslümanlık)
Tek Ümmet, Ayrılıklar ve İhtilaflar
Allah'ı Anmak (Tesbih Etmek, Yüceltmek, Şükretmek)
İnsanlara Dua ile ilgili öğütler
İbadet Yerleri Mescitler ve Camiler
Zekat, Sadaka, İnfak ve Hayır İşleri
Allah'a İman
Tüm evren ve içindekiler, Allah'ın yarattığıdır ve emri altındadır. Onlardan aklı (veya zekâsı) olanlar var ise onlar da dahil olmak üzere "Büyüklük Taslamadan" Allah'a "secde" ettikleri, Allah'ı "tespih" ettikleri ve böylece Allah'a teslim oldukları belirtilmekte ve Allah'ın düzeni dışında bir niyet ve hareketlerinin bulunmadığı bildirilmektedir.
Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes Allah'ı tesbih eder. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır. (50/44), (17/44)
Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün melekler, büyüklük taslamadan Allah'a secde ederler. (70/49), (16/49)
Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur, din de yalnız O'nundur, o halde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz? (70/52), (16/52)
Görüldüğü gibi, "Secde Etmek" ve saygı ile adını anmak (Tespih) en kesin ve açık bir şekilde Allah'a teslimiyeti ve O’na olan imanı göstermektedir.
Yaratılanların en akıllısı olan insanların "İnsan Olmak" için tüm bu anlatılanlar ve gösterilen örnek ve deliller üzerine aklını kullanarak göklerde ve yerde ne varsa hepsinin “sahibi" olan Allah’a inanması, Allah'a "Secde" etmesi, Allah’ın "Adını" anması (tesbih etmesi) ve Allah'tan başkasından da "Korkmaması" gerekir. Bunlar "İmanın" esas unsurlarını oluşturmaktadır.
Yüce Allah "Her Şeyin" tek ve eşsiz "Yaratıcısı" olarak "Yaratmış" olduğu Evrendeki "Her Şeyin" yapısının "Özünde" bulunmaktadır. Bu nedenle, Dünya'da bulunan bütün insanların ve diğer bütün canlı ve cansız varlıkların yapıları da dahil olmak üzere, Evrendeki "Her Şey" kendisini yaratan ile her an "İletişim" halinde bulunmakta ve Allah'ın sınırsız kudret ve yüceliğini anmaktadır. Bu iletişim "Allah'ı Tesbih Etme" olarak tanımlanmaktadır. Bu konuda Evren'in ve Evren bünyesindeki bütün varlıkların ve her (Madde) şeyin "yapısını" oluşturan atom altı parçacıklar ile ilgili açıklamalarda daha ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.
Yüce Allah çok sayıdaki Ayetlerinde bildirdiği gibi, "Göklerde ve Yerde" olanların (Evrendeki her şeyin) sahibi olduğunu, Evrendeki her şeyin sadece Allah'a boyun eğmiş, teslim olmuş olarak "her an" Allah'ı andıklarını (tesbih) bir defa daha ve özellikle hatırlatmaktadır.
Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. (50/55), (17/55)
Göklerde ve yerde olanlar hep O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir. (84/26), (30/26)
Ayetteki ifadeden iman "Göklerde ve Yerde" olanların (Evrendeki her şeyin) bir "Yaratıcı Güç" tarafından meydana getirildiğine (yoktan yaratıldığına) inanılmasını ifade etmektedir. Bu anlayışa göre Evren ve bünyesindeki her şeyi sadece "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah'ın yarattığı, yaratılanların Allah'a boyun eğdikleri ve O'na teslim oldukları kabul edilmektedir.
Bu nedenle Ayette yer alan "Göklerde ve yerde olanlar" ifadesi ile ilgili bazı hususlar üzerinde durulması gerekmektedir.
Kur'an'da Elliden fazla Ayette göklerde ve yerde olanlar, şeyler, her şey, kimler, ne varsa, bulunanlar veya herkes olarak belirtilenlerin nitelikleri tam olarak açıklanmamaktadır. Ancak bu "varlıkların" veya “şeylerin” mutlaka insana benzer bir yaratık olarak düşünülmemesi gereklidir. Ayetlerde belirtilenler bilinmeyen boyutlarda veya niteliklerde herhangi bir "Şey" olabilir. Bu bir elektrik akımı, bir tür bilemediğimiz enerji kaynağı olabilir. Unutulmaması gereken, evrenin bunları da kapsadığı, evrende tabii olarak bunların da bulunduğu ve Dünya'daki insan dışındakilerin tümüyle Allah'a teslim oldukları ve sürekli olarak Allah'a secde ettikleridir.
Bu konuda sadece insanlar şeytanın etkisine açık durumdadır. Zira Şeytan’ın insan Ruhlarına Allah’ın izni ile eklediği duygulara karşı gelememesi halinde insanlar yoldan çıkabilmektedir. Ancak Büyük Allah'ın insana verdiği “Aklını” kullanarak "İnsan" olabilenlerin şeytanın bu etkisini bertaraf etme gücü bulunmaktadır. Bu nedenle insanların akıl yürüterek bu güçlerini ve tüm güçlerin sahibi Büyük Allah'ı hissedip tanımaları ve böylece "İnsan Olmak" yolunda ilerlemeleri gerekmektedir.
Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin Rabbidir, şu halde O'na kulluk et, O'na kulluk etmek için sabırlı ve metanetli ol, Allah'ın bir adaşı olduğunu biliyor musun? (44/65), (19/65)
Gökler ve yer ile bunların arasındaki “şeyler” ifadesi, şu anda insanların bilemedikleri her türlü yaratılmışları ve Melekler ile Cinleri ve Cinlerden olan Şeytanlar da dahil olmak üzere diğer boyutlarda bulunan ve bilgi sahibi olmadığımız diğer unsurları kapsamakta ve bu yarattıklarının Allah'a taptıkları (kulluk ettikleri) açıklanmaktadır.
İnsan için Şeytanın etkisinden “aklı” ile çıkarak Allah'a kulluk etmesi ve Allah'a teslim olması, Şeytanın etkileri nedeniyle çok zordur. O nedenle bu zorluğun aşılmasında Allah insanlara sabır ve metanetli olmaları şeklinde yol göstermektedir.
Göklerde ve yerde kimler varsa O'na aittir, Allah'ın huzurunda bulunanlar, O'na ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar. (73/19), (21/19)
Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz tesbih ederler. (73/20), (21/20)
O'ndan önce konuşmazlar; onlar, sadece Allah'ın emri ile hareket ederler. (73/27), (21/27)
Göklerde ve yerde "Kimler" ifadesi ile, şu anda Dünyadaki insanların tamamen idrak etmeleri mümkün olmayan bütün "yaratılmışlara" işaret edilmektedir.
Ayetlerde belirtilen melekler ve şeytan da bunlara dahildir. Melekler ve şeytanın yaratılış özü ve biçimleri konusunda bizim algılayacağımız netlikte tanımlama bulunmamakla birlikte, insanların geliştirdikleri bilim çerçevesinde giderek daha çok anlaşılmakta olan Dünya ve Evren ortamından sağlanacak bilgilerle bu konuda daha gerçeğe yakın tahminler yapılabilecektir. Kesin olan her yaratılmışın tabii olarak Yaratan'a ait olduğu, yaratılanların tamamının Yaratan'ın huzurunda oldukları ve hiçbir kibir ve yorulma göstermeden Yaratan'a ibadet ettikleri ve her an O'nu andıkları (Tesbih ettikleri) gerçeğidir.
Allah, melekleri ve onlar gibi "soyut" yapıda olan cinleri (Şeytan bir cin türüdür) kendi öz niteliklerinden yaratmıştır.
Cinleri öz ateşten yarattı. (55/15)
Bunların görevi, Allah’ın yaratmayı istediği herhangi bir şey için verdiği "Ol!" emrini yerine getirmek, yaratılmış her şey ile ilgili düzeni sağlamak ve her şeyin bu düzende devamı için gereken Allah'ın koyduğu kural ve kanunlar çerçevesinde ve Levhi Mahfuz'da "Ana Kitap" ta bulunan ve açıklanan her türlü fiziksel, kimyasal, elektrik, manyetik, radyasyon ortamlarını ve benzer ortam ve koşulları oluşturarak her şeyin Allah'ın takdir ettiği zamana kadar sürdürülmesini gerçekleştirmektir. (Burada belirtilen "Allah'ın takdir ettiği zaman" bu dünyada bulunan biz insanlara göre bir tariftir ve bu dünyada algıladığımız ortamın zamanını ifade etmektedir.)
Meleklerin ve Cinlerin (Şeytanların) bir diğer özellikleri de insan beyni ile teması sağlamaktır. İnsan beyninin yapısal olarak diğer insan beyinleri ve melekler ve cinler ile iletişim kurulmasına uygun olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle, özellikle Şeytan ilgi duydukları duyguları kullanarak insanları kolaylıkla etkisi altına alabilmektedir. Çünkü Şeytan, insan ruhunun Allah ile arasındaki doğal iletişimini etkileyebilmektedir. Zira insan ruhlarının “Allah’ın Ruhundan” yaratıldığı Ayetlerde açıklanmaktadır. Buna göre İnsan Ruhu ile Allah arasında tam ve doğal bir “birlik” söz konusu olmaktadır.
Yüce Allah Arş'ın düzeninin Arş'ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanların Allah’ı yücelterek andıklarını ve Allah’a iman ettiklerini bildirmektedir.
Arş'ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar, Rablerini hamd ile tesbih ederler, O'na iman ederler, (60/7), (40/7)
Arş’ın “yüklenenlerin” ve Arş’ın çevresinde “bulunanların” bu işle görevli melekler ve cinler oldukları söylenebilir. Melek kelimesi, kanatlı ve insana benzer bir şekil olarak insanlarca algılanmaktadır. Kur'an’da meleklerin “kanatları” olduklarına dair ifadeler bulunmakla birlikte, bu konulardaki Ayetler anlam birliktelikleri gözetilerek yorumlandığında melek veya cin olarak belirtilen unsurların Allah'ın yarattığı ve Arş ile bünyesinde bulunan bütün yapılardaki yaratılışın düzen ve dengesini her an sağladıkları, her an Allah'ı andıkları (Tesbih ederler) ve Allah’a iman ettikleri bildirilmektedir. Melekler konusunda “Melekler, Cinler ve Şeytanlar” bölümünde ayrıntılı bilgi bulunmaktadır.
Allah’a iman konusunda ayrıca insanların yeryüzüne gelmeden önce Allah'a “verdiği” sözün ruhlarında yer almasının bir diğer önemli nitelik olduğu söylenebilir. Nitekim “İnsan Ruhlarının” yeryüzüne gelmelerinden önce Allah'ın huzurundaki "Elest" toplantısında Allah'ın tek yaratıcı ve “tek ilah” olduğunu kabul ve tasdik ettikleri ve Allah’a söz verdikleri Ayetlerde açıklanmaktadır. Buna göre insanlar Ruhlarında Allah’ı tanımış olarak bu ortama gelmektedirler.
İlk insandan sonra dünyaya gelen insanlar daima bu sözün etkisi altında kalmış ve kendisi ve etrafında gördüğü şeyler ve olaylar karşısında bu “sözün” etkisi ile bir korku ve hayranlık duyarak gördükleri her şeyin aslını ve sahibini aramaya başlamıştır. Her dönemde elde ettiği ve biriktirdiği bilgilerle bir özel güç arayışında olmuş, o “gücü” tanımlama ihtiyacını hissetmiş ve her toplumda ve her zamanda bu güce çeşitli isimler vererek anlamaya çalışmıştır. Bu süreçte Allah tarafından gerektiği zamanlarda gereken toplumlara “uyarıcı” ve yol gösterici önder ve bilgeler (Peygamberler) gönderilerek insanların bu çabalarına doğru değerlendirilmeler yapılması için bir yön verilmesi sağlanmıştır. Geçmiş insanlarla ilgili olarak şaman, büyücü ve buna benzer olarak isimlendirilen ve toplumları etkileyip onları yönlendiren insanların bu nitelikteki uyarıcılar oldukları düşünülebilir.
Ancak bu uyarıcılar arasında da şeytan etkisinde kalıp insanları diğer yönlere gönderenler olmuştur. Tüm bu süreç insanların giderek daha fazla bilgi edinerek kendisi ve etrafı ile ilgili her şey hakkında daha çok bilgi biriktirmesi ve bunları etkin bir şekilde paylaşmasını öğrenmesi sonucunda her konuda daha somut sonuçlar elde etmiştir. Ulaşılan bu somut sonuçlar insanların Allah ile olan algılama ve anlama sürecini de etkilemiş ve daha çok ilim sahipleri (Şeytan tarafından etkilenip kendilerini bir şey sananlar dışında) Allah ve Yarattıkları ile ilgili hayranlık uyandıran kabul ve teslimiyete ulaşmışlar ve “Tek Yaratıcı Güç” olarak Allah’a iman etmişlerdir.
Bu durum insanda bulunan akıl yeteneği ile mümkün olmuştur. Zira Allah, Göklerde ve yerde ne varsa her şeyin "Yaratıcısı" ve "Sahibi" olarak insanları yaratırken onlardan beklediği görevlerin anlaşılıp yapılabilmesini sağlamak üzere, insanların "Ruhlarının" bünyelerine "Akıl" olarak tanımlanan çok önemli bir unsuru özel bir yetenek olarak yerleştirmiştir. İnsanlar Akılları ile bulundukları dünya ortamına uyum sağlayarak yaşamlarını düzenlemekte ve Ruhlarındaki (nefislerindeki) dürtüleri akılları ile idrak edip denetleyip düzene sokarak yaşam biçim ve kalitesini yükseltmektedirler. Böylece “Yaratıcıya” dair delilleri görüp kullanarak Allah’a iman etmeleri (inanmaları) gerektiğine işaret edilmektedir.
İnananların Özellikleri ve İnananlar ile İlgili Açıklamalar
Allah, "Kendisine” ve tek yaratıcı olduğuna "İnanmış" olan insanların bazı özellikleri ile ilgili örnekler vermektedir. Tüm insanların bu örnekler üzerinde düşünmeleri ve kendi durumlarını bu örnekler ile kıyaslamaları, Ayetlerde "Doğru Yol" olarak tanımlanan ve Allah'a ve "Tek Yaratıcı" olduğuna inanmış ve iman etmiş insanların nitelikleri ile ne kadar uyum gösterdiklerini görmeleri açısından önem taşımaktadır.
Rahman'ın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında "Selam!" derler (geçerler); (42/63), (25/63)
Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler. (42/64), (25/64)
Ve şöyle derler: “Rabbimiz! Cehennem azabını üzerimizden sav.” doğrusu onun azabı gelip geçici değil, devamlıdır. (42/65), (25/65)
Orası cidden ne kötü bir yerleşme ve ikamet yeridir! (42/66), (25/66)
Harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar. (42/67), (25/67)
Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler; bunları yapan, günahı bulur; (42/68), (25/68)
Kıyamet günü azabı kat kat arttırılır ve onda alçaltılmış olarak devamlı kalır. (42/69), (25/69)
Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. (42/70), (25/70)
Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner. (42/71), (25/71)
Yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile geçip giderler. (42/72), (25/72)
Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar; (42/73), (25/73)
“Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” derler. (42/74), (25/74)
İşte onlara, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamı verilecek, orada hürmet ve selamla karşılanacaklardır. (42/75), (25/75)
Orada ebedi kalacaklardır, orası ne güzel bir yerleşme ve ikamet yeridir. (42/76), (25/76)
De ki: “(Kulluk ve) Yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?”
Kesinkes yalan saydınız; onun için azap yakanızı bırakmayacaktır! (42/77), (25/77)
Allah'a inanan ve iman eden insanların önde gelen özelliklerinden birisi "Mütevazi" olmalarıdır. Yani her şeye anında ve aşırı tepki vermezler ve her şeyin bir nedeni olduğunu düşünürler. Bu davranışlarını küçümseyen ve aşağılayan insanlara bile kendilerinden onlara karşı bir zarar gelmeyeceğinin ifadesi olarak "Selam" verip geçerler.
Bu davranışların aslında inanan insanları yücelttiğine ve daima "Huzurlu" bir yaşam sürdürmelerine yardımcı olacağına işaret edilmektedir.
Allah'ı ve Tek Yaratıcı" olduğunu kabul etmiş insanların bu "Güç" karşısında ne kadar "Aciz" olduklarını da fark edeceklerini ve bunun insan "Aklı" üzerindeki doğal bir ifadesi olarak, Ayetler ile Kendisini "Allah" olarak adlandıran bu "Güce" olan teslimiyetini göstermek üzere, özellikle geceleri "Huzurunda" boynunu bükerek (Kıyam) saygı gösterdikleri ve bir insanın sahip olduğu "Kibri" nedeniyle yapacağı en zor davranış olan yere kapandıkları (Secde) açıklanmaktadır. İnanan insanların bu teslimiyetlerini arz ederken, Kur'an Ayetleri ile açıklanmış olması nedeniyle inkâr edenler için çok kötü bir yerleşme yeri olarak hazırlandığına inandıkları "Cehennem" ortamında devamlı olarak süreceği belirtilen "Eziyetlerden" kurtarması için Allah'a yakardıkları ve dua ettiklerine dikkat çekilmektedir. Teslimiyet hissi ve buna bağlı olan davranışların bu şekilde açıklanması ile tüm insanlardan kendi durumlarını gözden geçirerek bu "Gerçekleri" ne kadar hissedebildiklerini ve kabullenebildiklerini görmeleri beklenmektedir.
İnanmış ve iman etmiş insanların bir diğer önemli özelliği olarak harcadıklarında ne israf ne de cimrilik etmediklerine ve ikisi arasında orta bir yol tuttuklarına işaret edilerek tüm insanlar için örnek olmak üzere bir yol gösterilmektedir. Burada insanların bu ortamdaki davranışlarında da aşırı olmamaları gerektiğine dair bir uyarı da bulunmaktadır. Aslında elde edilen imkanların kullanılmasında dikkat edilmesi istenen bu "Orta Yol" tüm yaşam boyunca insanların sonradan "Pişman" olmayacakları rahat ve huzurlu bir yaşam sürmeleri için önemli bir öğüt niteliği taşımaktadır.
Bu öğüt insanları "Akıllarını" işleterek, günümüz toplumlarında şu anda yaygın olarak beğenilen "Anı Yaşa" ya da "İçinden geleni yap" gibi düşüncelerle sonra ne olacağına aldırmadan mümkün olduğunca rahat ve sorumsuzca bir hayat sürdürülmesini öneren yaşam tarzı üzerinde düşünmeye yönlendirmektedir. Bu ifadelerden, "Akıllı" insanların Ayet ile önerilen "Orta Yol" üzerinde düşünerek bunun "Yaratılmış" olan tüm Evren için geçerli bir "Ana Kural" olduğunu fark edeceklerine ve bu nedenle herhangi bir işte ve konuda "Bilinçsizce" davranmayacaklarına işaret edildiğinin anlaşılması beklenmektedir.
İnanmış ve iman etmiş insanların tüm kararlarında devamlı olarak "Akıllarını" kullanmaları nedeniyle "Tek Yaratıcı" olarak Allah'ın "Varlığını" kabul ettikleri ve buna samimiyetle "İnandıkları" için Allah ile beraber başka bir tanrıya inanıp yalvarmadıklarına dikkat çekilmektedir. Ayrıca Allah "İnanmış ve İman Etmiş" insanlar için "Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler" şeklinde tanımlama yapmaktadır. Burada yer alan ifadelere göre Allah insanlardan diğer insanları öldürmelerinin ve ulu orta herkes ile cinsel ilişkide bulunmalarının doğru olmadığını anlamalarını beklemektedir. İnsanların "Haksız Yere" öldürülmemeleri ile ilgili başka Ayetlerde yer alan ifadelerden insanların ancak kendilerini savunmak için "Zaruretten" başka bir insanı öldürebileceğinin anlaşılması gerekmektedir. Buna göre, diğer Ayetlerde açıklanan durumların dışında başka bir nedenle bir insanın öldürülmesi "Haklı" bulunmamakta ve bu durum "Haksız Yere" insan öldürme olarak tanımlanmaktadır. Buna göre İnanmış insanların önemli bir niteliği olarak haksız yere cana kıymayacaklarına dikkat çekilmektedir. (Bu konudaki diğer Ayetler "İnanmayanlar ile İlişkiler" bölümünde bulunmaktadır.)
Ayetlerde "İnanmış" insanların bir diğer özelliği olarak "Zina Etmezler" şeklinde tanımlama yapılmaktadır. Allah'a inanan ve Allah'a teslim olan "Mümin" insanların Zina eyleminden uzak kalacakları belirtilmektedir. (Zina konusundaki Ayetler ile ilgili olarak "Zina ve Cezası" bölümünde açıklamalar bulunmaktadır.)
İnsanlardan bu Ayetlerde yer alan hususların önemini anlayıp onlara uygun davranmalarının "İnanan-Mümin İnsan" olmalarında önemli bir nitelik olduğunu, aksi halde "Günahkâr" sayılacaklarını anlamaları beklenmektedir. Yapılan bu uyarıları dikkate almayan ve kendi bildikleri yolda devam eden insanların "Kıyamet" günü görecekleri azabın kat kat arttırılacağı, devamlı olarak bu azapta ve alçaltılmış kalacaklarına işaret edilmekte ve inananlar uyarılmaktadır.
Ancak "Akıl" kullanılarak yapılan bu uyarıları "Fark ederek" eylemlerindeki yanlışları düzeltmek üzere "Samimiyetle" pişman olarak "İman" edip iyi davranışlarda bulunan ve bir daha bunları yapmamayı kararlaştıran (Tövbe Eden) insanların bu kötülüklerinin "İyiliklere" dönüştürüleceği belirtilmektedir. Buna göre insanların yaptıkları kötü sayılan eylemleri Akıllarını kullanarak fark etmeleri çok önem taşımaktadır. Zira bu aşama sonrasında "Çok Bağışlayıcı ve Engin Merhamet Sahibi" olan Allah kendisine yardımcı olacak, kötü eylemlerini iyiliklere dönüştürecektir.
Önemli bir gösterge olarak Allah, samimiyetle tövbe edip iyi davranışlara yönelen insanların tövbeleri kabul edilmiş olarak "Kendisine" döneceğini bir "Müjde" olarak açıklamaktadır. Gerçekten Yüce Allah bu konuda kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra "tövbe ederek" Allah'tan af (mağfiret) dilerse, Allah'ı çok affedici (yargılayıcı) ve esirgeyici bulacağını ve "Kendisine" yapılan tövbe ve af dileklerini "kabul edeceğini" ayrıca bildirmekte ve insanların davranışlarında bu durumu dikkate almalarını istemektedir.
Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok yargılayıcı ve esirgeyici bulacaktır. (92/110), (4/110)
Allah'a inanan ve iman eden insanların bir niteliğinin de yalan yere şahitlik yapmamaları, boş sözlere önem vermemeleri, Kur'an Ayetlerine kayıtsız kalmamaları, "Göz Aydınlığı" olacak eşler ve nesiller bağışlaması ve samimiyetle doğru yola ulaştırması için Allah'tan yardım istemeleri olarak belirtilmektedir. Esasen iman eden insanlar, Kur'an’ın en önemli suresi olan ve Kur'an’ın en veciz özeti olarak nitelendirilen "Fatiha" suresindeki Ayet gereğince bu ortam ve gerçek ortam ile ilgili tüm konularda "Her Şeyi" ancak Allah'tan talep ettiğinin bilincindedirler.
Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız. (5/5), (1/5)
Ayette yer alan nitelikler iman etmiş bir insan için en temel unsurları göstermektedir. Çıkarı için ya da hasetlik, kıskançlık gibi duygular ile yalan yere şahitlik yapan bir insanın ne kadar "İman" ettiğini söylese bile iman etmiş olamayacağına işaret edilmektedir. Benzer şekilde hiçbir anlamı ve faydası olmayan boş konuşmalara dahil olan, bu ortamdaki varlığı ile ilgili olarak zorlandıkları konularda "Yardım" isteme ve elde ettikleri her şey için "Şükretme" ihtiyacı hissetmeyen insanların Allah'ı tanıma ve Allah'a teslim olma gibi bir anlayışları bulunmamaktadır. Kendisini bu gibi durumlarda hisseden insanların mutlaka bu Ayetler üzerinde düşünmesi ve Aklını kullanarak bu ve benzer davranışlarını düzeltmesi gerekmektedir. Bu tür "Farkındalıklar" insanların İman etmelerine vesile olacaktır.
Allah, inanan ve iman eden insanların gerçek ortamdaki yaşamlarında kendilerine bu Dünya ortamında iletilen öğüt ve önerilere sabır göstererek uygun davranışlar edinmelerinin karşılığında, ölüm sonrasında şu andaki beden yapılarına benzer olarak yeniden yaratılarak çok güzel bir yerleşme ve ikamet yeri olarak tanımladığı ve "Cennet" olarak adlandırdığı ortamlarda "Ebediyen" yaşayacakları, Cennet ortamlarında huzur ve mutluluk duyacakları ve kendilerine "Hürmet" gösterileceği bir yaşantı vaat etmektedir. Allah "Kendisini" tanıyıp her işleri için O’na yalvarmaları halinde insanlara değer verileceğine, aksi halde bu kadar uyarı, öğüt ve önerilerine rağmen "Allah'ı" tanımayanlara değer verilmeyeceğine dikkat çekmektedir. Bu şekilde Allah'ı yalan sayanlar için şu anda nasıl olduğunu anlayamayacağımız türde "Azap" ile karşılaşılacağı belirtilmektedir.
Görüldüğü gibi bu Ayetlerin anlamı üzerinde tüm insanlar tarafından önemle durulmasının gerektiği açıktır. İnsanların verilen bu örnekleri dikkate alarak ve bir "Öz Eleştiri" olarak düşünerek kendi hislerini ve davranışlarını incelemeleri ve Allah ile ilişkilerini düşünmeleri sahip oldukları "Akıl" unsurunun fark edilmesi ve bu yönde "Akıl Yürütülmesi" ile mümkün bulunmaktadır.
Bu tür uyarılar Hz.Muhammed tarafından iletilen birçok Kur'an Ayetlerinde yer almaktadır. Akıllı insanlardan bu uyarılar üzerinde düşünmeleri ve ona göre davranmaları beklenmektedir. Bunları yapanların ise "Günahı Bulacakları" belirtilmektedir. Bu şekilde bilinçli olarak "İnanmayan" ve "İstenmeyen" davranışlarda bulunan insanların ölüm sonrasında yeniden yaratılacakları "Gerçek Ortam" yaşamlarında eziyet göreceklerine yine birçok Ayette işaret edilerek tüm insanlardan bu konular üzerinde düşünmeleri istenmektedir.
Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık sarf edenler asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler. (43/29), (35/29)
Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir, şüphesiz O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir. (43/30), (35/30)
Hz.Muhammed ile kendilerine iletilen "Kitabı" okuyup namaz ibadetini yerine getirenlerin yararlandıkları her türlü imkânın ve faydanın kendilerine Allah tarafından verildiğini (Hazırlandığını) anlayacakları ve böylece "İman" etmiş olan insanların asla zarara uğramayacaklarına ve Gerçek Ortamdaki yaşamlarında kazançlı olmayı ümit edebileceklerine dikkat çekilmektedir.
Bunun yanında inanan ve imanlarına herhangi bir "haksızlık" bulaştırmayanların "doğru yolu" bulanlar oldukları ve onların bu ortamda ve ölümleri sonrasında yeniden diriltilecekleri "Ahiret" ortamlarında "güvende" olacakları açıkça bildirilmektedir.
İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır. (55/82), (6/82)
İnsanlara bu ortamdaki yaşamlarında deneyimlediklerinin, sahip olduklarının ve yararladkıları herşeyin bu ortamda onların yaşamlarını sağlamak üzere "Yalnızca Geçimlik" olarak hazırlandıkları bildirilmektedir.
Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının geçimliğidir, Allah'ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha süreklidir; bu mükâfat iman edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir. (62/36), (42/36)
Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar; kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar. (62/37), (42/37)
Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar, onların işleri, aralarında danışma iledir, kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar. (62/38), (42/38)
Bir haksızlığa uğradıkları zaman, yardımlaşırlar. (62/39), (42/39)
Buna göre insanlardan, bu "Dünya" ortamındaki "Geçimlikleri" olarak tanımlanan faydalandıkları ve elde ettiği şeylerin "Çeşitliliğini" ve herkese "Yeter" olarak bulunmasını dikkate almaları ve bunların yalnızca "Dünya Hayatı" ile ilgili oldukları, Allah'ın yanında bulunanların ise daha iyi ve daha sürekli oldukları üzerinde düşünmeleri beklenmektedir. Yüce Allah Kendi Katında" bulunanların, bu ortamda yaşarken "Kendisine İman Edenler"" ve Rablerine Dayanıp Güvenenler için, ölüm sonrasında "Gerçek Ortama" dönüldüğünde, "Bir Mükâfat" olduğunu da hatırlatmaktadır. Bu ifade ile, Allah'a iman edilmesi ve Allah'a dayanıp güvenilmesi "İnananların Özelliği" olarak açıklanmaktadır.
İnananların ayrıca Allah'ın iletmiş olduğu "Gerçekleri" dikkate alarak, kaçınmaları ve yapmamalarının beklendiği işlerden (Büyük Günahlardan ve bu anlamda her türlü ahlaksızlıklardan, utanç veren işlerden ve hayasızlıktan) kaçındıklarına, kızdıkları zaman da kusurlarının bağışlandığına, Allah'ın (Rablerinin) davetine icabet ederek Allah'a "Dua" ettiklerine (Namaz), işlerini aralarında danışma ile yürüttüklerine, "Cimrilik Yapmayıp" kendilerine verilen rızıktan da harcadıklarına ve bir haksızlığa uğradıklarında birbirleri ile yardımlaştıklarına işaret edilmektedir. Bu nedenle insanların belirtilen özellikler üzerinde düşünülerek davranışlarında bunların dikkate almaları ve bunlara uymayan durumlardan kendilerini uzaklaştırmaları halinde açıklanan ödüllere ulaşabileceklerini dikkate almaya yönlendirilmektedir.
Görüldüğü gibi, "İnanan" insanların nitelikleri arasında özellikle değinilen, büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınılarak, işlerini "Danışma" ile yürüterek ve kendilerine verilen rızıklardan harcayarak (Zekât, Sadaka) diğer insanların haklarına saygılı olmak önemli bir yer tutmaktadır. Bu niteliklerin toplum düzeni açısından taşıdıkları önem hiç şüphesiz tartışmasız herkes tarafından anlaşılabilir. Ancak kendilerine toplumun "Yönetimi" bir şekilde "Emanet" edilen her düzeydeki "Yöneticilerin" bu konulardaki anlayış ve tutumları çok daha fazla önem ve sorumluluk gerektirmektedir. Örneğin bu niteliklere tam olarak taşımayan yani "Ehil" olmayan bir yöneticinin işleri yürütürken ilgili konuyu iyi bilen (Ehil) insanlara danışmak yerine kendi düşüncesini her halde onaylamak üzere kendi seçtiği kişilere danışması, toplum açısından son derecede olumsuz sonuçlar doğurabilecektir. Diğer hususlar da dikkate alındığında, "İnanan İnsanların" taşıdıkları nitelikleri bulunmayanların toplumun yönetimine getirilmesi halinde, toplumun yönetilmesi emaneti “ehline” teslim edilmiş olmamaktadır
Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür. (92/58), (4/58)
Zira emanet "Ehli" olanlara verilmez ise, insanlar arasında "Adalet" ile hükmedilmesi mümkün olmamaktadır.
Şüphesiz ki Allah'a isyandan sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaklar. (67/15), (51/15)
Kuşkusuz onlar, bundan önce dünyada güzel davrananlardı. (67/16), (51/16)
Geceleri pek az uyurlardı. (67/17), (51/17)
Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi. (67/18), (51/18)
Mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı. (67/19), (51/19)
Yüce Allah çok sayıdaki Ayetleri ile, ölüm sonrasındaki "yaşamlarında" azap çekmemeleri ve onlar için hazırlanan "huzurlu" ortamlarda (Cennet) sayısız güzelliklere ve güzel şeylere ulaşabilmeleri için bütün insanları uyarmaktadır.
Bu arada, bu Ayetlerde geçen "gözleri göğe dikilmiş" ifadesinden yeniden dirilişin yaşanacağı "Ahiret" ortamının şu anda yaşamakta olduğumuz "Dünya" ortamına benzer bir yapıda olacağı varsayılabilir. Buna göre Ahiret ortamında da yer ve gök olarak düşünebileceğimiz bir "çevre" bulunmaktadır. Aynı şekilde çok sayıdaki Ayetlerde Cennet ve Cehennem ile ilgili "tasvirlerde" de Dünya ortamına benzer çevrelerin bulunduğu anlaşılmaktadır.
Yer başka bir yer, gökler de haline getirildiği, bir ve gücüne karşı durulamaz olan Allah'ın huzuruna çıktıkları gün. (72/48), (14/48)
Ayette "insanın" ilk yaratıldığı Gerçek Ortamın bir "benzeri" olarak yaratılmış olan Evren ve Dünya ortamında insanların bilgi ve deneyimlerinin çok ötesinde gerçekleşecek olan "Kıyamet" süreci sonrasında yeniden diriltilecekleri ölüm sonrası ortamın tasviri yapılırken "Yerin" başka bir yer ve "Göklerin de" başka gökler haline getirileceği ifade edilmektedir. Bu durum halen yaşamakta olduğumuz "Evren" ve Dünya" ortamındaki çevre yapısının, "Arş" olarak ta adlandırılan "Gerçek Ortam" bünyesinde "ezelde" yaratılmış olan Berzah, Cennet, Cehennem gibi "Ahiret" ortamlarındaki "Asıl" yapıların bir benzeri olarak yaratıldığını göstermektedir.
Buna göre Allah'ı tanıyan O'na teslim olan ve O'na isyandan sakınanlara, Ayetlerde vaat edilen her türlü güzelliklerin verileceği ve sadece onların huzur veren cennetlerde ve pınar başlarında olabilecekleri bildirilerek, bütün insanları uyarılmaktadır. Ölüm sonrasında bu güzelliklere kavuşanların bundan önce Dünya ortamında yaşarken, kuşkusuz güzel davrandıkları, iyi işler yaptıkları, her zaman ve özellikle geceleri "Yaratanı" hatırladıkları için az uyudukları, sabaha karşı Allah'tan günahlarını ve hatalarını affetmesi için yalvardıkları (Namaz), mallarında muhtaç ve yoksullar için bir pay (Hak) bulunduğunu daima hatırda tutarak onlara bu haklarını verdikleri (Zekât) Allah'a inananların önemli bir niteliği olarak bildirilmektedir.
Böylece insanlardan yapılan bu öğütleri dikkate alarak, bu Dünya ortamındaki yaşamlarında ve ölüm sonrasında "huzura" kavuşabilmeleri için, davranışlarını gözden geçirmeleri ve bunlara uymayan hususları fark ettiklerinde pişmanlıkla "tövbe" ederek bunları düzeltmeleri beklenmektedir.
Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir. (74/1), (23/1)
Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler. (74/2), (23/2)
Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. (74/3), (23/3)
Onlar ki, zekâtı verirler. (74/4), (23/4)
Ve onlar ki, iffetlerini korurlar. (74/5), (23/5)
Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu hariç kınanmış değillerdir. (74/6), (23/6)
Şu halde kim bunun ötesine gitmek isterse, işte bunlar, haddi aşan kimselerdir. (74/7), (23/7)
Yine onlar ki, emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler. (74/8), (23/8)
Ve onlar ki, namazlarına devam ederler. (74/9), (23/9)
İşte, asıl bunlar vâris olacaklardır. (74/10), (23/10)
Firdevs'e vâris olan bu kimseler, orada ebedi kalıcıdırlar. (74/11), (23/11)
Yüce Allah, Hz.Muhammed'e "vahiy" ederek bildirdiği ve daha önce insanları "uyarmak" için görevlendirdiği "Peygamberleri" ve onları insanlara "ilettiklerini" onaylayan ve "gerçek" olarak kabul eden bu en son iletisinde (Kur’an), kendilerine bildirilenleri "Akıllarını" işleterek anlamaya çalışan ve "kabul" edenleri "Müminler" olarak tanımlamaktadır. Ancak ilgili diğer Ayetlerde, önceki Peygamberler tarafından bildirilen uyarı ve öğütlerin önemli bir bölümünün insanların çıkarlarını gözeterek "değiştirildikleri" ve böylece "asıl niteliklerinden" uzaklaştırıldıkları açıklanmaktadır.
Fakat zalimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine biz, yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir azap indirdik. (87/59), (2/59)
Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler. Kendilerine öğretilen ahkâmın önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever. (112/13), (5/13)
Bu nedenle, önceki "kutsal" iletilerde yer alan uyarı ve öğütlerin hangilerinin "doğru" olduğu, ancak o konu ile ilgili Kur'an Ayetlerinin, birbirleri ile olan bağları ve ilişkilerinin bir "bütün" halinde "anlamlandırılmaları" sonucunda, gösterdiği "gerçekler" ile "karşılaştırılarak" anlaşılabilecektir. Buna göre Kur'an Ayetleri "uyumlu" olan ifadeler "gerçek" ve "doğru" olarak dikkate alınabilecektir.
Nitekim Allah Kur'an’da, önceki dönemlerde gönderilenlere inanan ve "iman" edenlerin (müminlerin) bu "teslimiyetlerini" ve "kazandıklarını" kabul edeceği ve bu "iyi" işlerinin karşılıklarını zayi etmeyeceğini (kaybolmayacağını) özellikle belirtmektedir.
İman edip de güzel davranışlarda bulunanlar, biz, güzel işler yapanların ecrini zâyi etmeyiz. (69/30), (18/30)
Yahudiler yahut Hristiyanlar hariç hiç kimse cennete giremeyecek, dediler. Bu onların kuruntusudur. Sen de onlara: Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin de. (87/111), (2/111)
Bilakis, kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır ne de üzüntü çekerler. (87/112), (2/112)
Sadece Yahudilerin ve Hristiyanların Cennet'e gireceklerine dair olan inanışların hiçbir delil veya dayanağının bulunmadığına işaret edilmekte ve her türlü inanışta olan insanlara son olarak Hz.Muhammed'e vahiy edilen Kur'an Ayetlerini ve Allah'ın öteden beri Peygamberleri ile ilettiği ve Kur'an Ayetleri ile çelişmeyen uyarı ve öğütlerini "Akıllarını" işleterek anlamaya çalışmaları önerilmektedir.
Buna göre hangi inanışa sahip olurlarsa olsunlar İnsanların "iman" edip güzel davranışlarda bulunarak ve güzel işler yaparak (muhsin) yönünü "Yaratan'a" döndürmeleri halinde, bu ortamdaki ve ölümleri sonrasında bulunacakları ortamlarda "kurtuluşa" ermiş olacakları (Cennet'e girecekleri) bütün insanlara çok açık bir şekilde bildirilmektedir.
Burada "bilim insanlarının" Evren ve Dünya ortamı ile ilgili olarak yürütmekte oldukları çalışmaların son derece önemli olduğuna da işaret edildiği anlaşılmaktadır. Yeryüzünde her konuda sayısız bilim insanı "Yaratılış" konusunda aralıksız olarak çalışmalar yürütmekte, bulgu ve bilgilerini paylaşarak gelecek nesillerdeki araştırmacıların yararlanacaklar "bilgi birikimi" oluşturmaktadırlar. Bu şekliyle bilim insanları tarafından yürütülen bu faaliyet bir karınca toplumu veya arı toplumunun birlikte "tek hedefe" doğru sanki tek bir "bilinç" olarak yaptığı çalışmaları andırmaktadır. Bu çalışmaların sürdürülmesi ile "İnsanlık" Allah'ın "Ruhundan" olan "Ruhu" yaratılırken Gerçek Ortamda kendisine "öğretilen" ve bu ortamda Allah'ın "Halifesi" olarak faaliyette bulunmasını sağlayan "Bütün İsimleri" hatırlamış olacaktır. Böylece İnsanlık "Allah" ile ilgili "gerçekleri" ancak "Bilim" yolu ile anlayabilecektir.
Kurtuluşa erecek olan "müminlerin" sahip oldukları "ayırıcı özellikler" olarak "huşu" içinde Allah'a "dua" ettikleri (Salat), boş ve yararsız şeylerden yüz çevirdikleri, kazançlarından fazlasını ihtiyacı olanlar ile paylaştıkları (Zekât), ancak "meşru" olarak birlikte oldukları "eşleri" ile "yakınlaşarak" namus ve ahlaklarını (İffet) korudukları, kendilerine teslim edilen "emanetlerine" ve verdikleri sözlere (ahitlerine) uygun davrandıkları (riayet ettikleri), dualarında (Namaz) ve ibadetlerinde devamlı oldukları, ancak bunların Allah'ın "vaat" ettiği "Cennet" ortamlarına (Firdevs'e) vâris olacakları ve bu kimselerin orada "sonsuz" olarak (Ebedi) kalacakları (Kurtuluşa Ulaşacakları) belirtilmektedir. Böylece Yüce Allah, bütün insanlara bu ortamdaki ve ölüm sonrasındaki yaşamlarında "huzur" içinde olmaları ve "cezalandırılmamaları" için (kurtuluşa ermeleri) önemli önerilerde bulunmaktadır. Kur'an’da "Cennet" olarak tanımlanan ve ölüm sonrasında inanmış (Mümin) insanların "sonsuz" olarak kalacakları belirtilen ortamlar ile ilgili olarak “Cennetin Özellikleri” bölümünde ek bilgiler bulunmaktadır.
Bu arada Ayette yer alan "iffetlerini korurlar" ancak bundan eşleri ve ellerinin sahip olduğu hariç kınanmış değillerdir.” şeklindeki ifadenin Türkçeye “Evlilik yoluyla meşru olarak sahip oldukları eşleri dışında kimsede cinsel arzularına doyum aramazlar, çünkü onlar eşleriyle olan ilişkilerinden dolayı kınanmazlar” şeklinde çevrilmesi Ayetin anlamı açısından daha doğru olmaktadır.
Bu önerileri dikkate almayıp önemsemeyen ve nefslerine uyarak "diledikleri gibi" yaşamak isteyenlerin "haddi" aşmış olacakları belirtilerek bütün insanlar "kurtuluşa erebilmeleri" için "uyarılmakta" ve onlardan bu önerilere uymaları beklenmektedir.
Tarihi kaynaklardan Kur'an’ın indirildiği dönemlerde, diğer bazı eski toplumlarda olduğu gibi, Arap toplumunda da kölelik uygulamasının önemli bir "gelenek" olarak yer aldığı bilinmektedir. Ayetin bu duruma uygun olarak yorumlanması halinde, "elinin sahip olduğu" ifadesi ile "kölelere" işaret edildiği ve sanki insanların "eşleri" gibi "köleleri" ile de cinsel birliktelik yaşayabileceklerine "izin" verildiği anlaşılabilmektedir.
Fakat Kur'an’da insanların ancak "nikah" ile (Evlenmesi ve Aile Kurması) birbirlerine bağlanması halinde cinsel olarak "birlikte" yaşamasının "doğru" olduğu bildirilmekte ve buna çok önem verilmektedir.
Esasen eski dönemlerden beri insanların yaşadıkları dönem ve toplumlarda "geçerli" olan uygulamalar çerçevesinde "evlilik" kurarak cinsel birliktelik yaşamaları, en "doğru" bir "birliktelik" olarak kabul edildiği elde edilen bilgilerden anlaşılmaktadır. Bu nedenlerle Ayetteki ifadenin "kölelere" işaret etmesinin doğru bir yorum olmadığı düşünülebilir. Çünkü birçok yerde açıklandığı gibi, Ayetlerde yer alan Arapçadaki “Eş” kelimesi hem erkek ve hem de kadınların "eşlerini" ifade etmektedir. Buna göre erkek ve kadın eşlerin "ellerinin sahip oldukları" olarak tanımlanan erkek ve kadın köleleri ile cinsel anlamda "birliktelik" yaşayabilecekleri şeklindeki bir yaklaşım Kur'an’ın genel "amacına" ve "anlamına" uygun olmamaktadır. Bu konuda Muhammed Esed tefsirinde daha açıklayıcı bir yorum bulunmaktadır:
"Lafzen, "yahut sağ ellerinin malik olduğu kimseler" (ev mâ meleket eymânuhum). Çoğu müfessirler bu ifadenin şüphe götürmez bir biçimde kadın kölelerle ilgili olduğunu ve ev ("yahut") takısının da meşru seçeneklerden birine işaret için kullanıldığını ileri sürmüşlerdir. Bu geleneksel yorum, bizce, kadın kölelerle evlilik dışı cinsel ilişkinin meşruiyetini öngördüğü sürece doğru ve kabul edilebilir gözükmemektedir: çünkü böyle bir öngörü ya da önkabul Kur'an'ın kendisiyle çelişmektedir (bkz. 4:3, 24, 25; 24:32 ve ilgili notlar). Üstelik sözü geçen yoruma karşı yapılabilecek tek itiraz da bu değildir. Çünkü Kur'an "müminler" terimiyle hem erkek hem de kadın müminleri kasdetmekte; ezvâc terimi de ("eşler") hem erkek hem de kadın eşlere işaret etmektedir. Bunun içindir ki, mâ meleket eymânuhum ifadesinin "onların kadın köleleri" anlamına yorulması için ortada hiçbir sebep yoktur. Öte yandan, bu ifadeyle erkek ve kadın kölelerin birlikte kasdedilmiş olması da sözkonusu olmadığına göre, ifadenin hiçbir şekilde kölelerle ilgili olmadığı, fakat 4:24'deki gibi "nikah yoluyla meşru olarak sahip oldukları kimseler" anlamına geldiği aşikardır (bkz. 4:24 hk. 26. not). Yalnız ifade, burada, bu anlam örgüsü içinde 4:24'dekinden önemli bir farklılık göstererek evlilik yoluyla birbirine "meşru olarak" sahip olan hem erkek hem de kadın müminlere işaret etmektedir. Bu yoruma göre, cümlenin başında yer alan ev takısı da "yahut" anlamında bir seçenek bildirmeyip, "bir başka deyişle" yahut "yani" tabirleriyle benzer şekilde, açıklayıcı bir ifadeye geçiş işlevini görmektedir ki, bu durumda, bir bütün olarak cümlenin anlamı şöyledir: "...eşleri, yani [evlilik yoluyla] meşru olarak sahip oldukları kimseler dışında ... ilh." (Karş. 25:62'deki benzer ifade: "düşünüp anmak isteyenler, yani [lafzen, "yahut"] şükretmek isteyenler için.)"
Muminun suresi Muminun oku Muminun arapça türkçe (kuran.gen.tr)
Allah'a inanan, Allah'ın ilettiklerini dikkate alan ve böylece doğru yola yönelerek "mümin" olanların, "Rablerine" olan saygıdan dolayı kötülükten sakındıkları, "Rablerinin" ayetlerine inandıkları, "Rablerine" ortak tanımadıkları ve "Rablerine" dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak "heyecan duyarak" yaptıkları belirtilmekte ve işte onların bu "özellikleri" ile iyiliklere koşuştukları ve iyilik için yarıştıkları açıklanmaktadır.
Rablerine olan saygıdan dolayı kötülükten sakınanlar, (74/57), (23/57)
Rablerinin ayetlerine inananlar, (74/58), (23/58)
Rablerine ortak tanımayanlar, (74/59), (23/59)
Ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yapanlar, (74/60), (23/60)
İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar. (74/61), (23/61)
Çok sayıda Ayetlerde geçen "Rab" kelimesi aslında "Allah'ı" tanımlamak için kullanılmakla birlikte, kelime anlamı ile yorumlandığında sanki ayrı bir "ilah veya tanrı" gibi algılanabileceği dikkate alındığında "Rab" kelimesi üzerinde durulması gerekmektedir.
Buradaki Ayetlerde ve Kur'an’ın çok sayıdaki Ayetlerinde geçen "Rab," kelime anlamı olarak Rab, "efendi" veya "yüce" anlamına gelen İbranice (Rabi) kökenli bir sözcük olarak tanımlanmaktadır.
Rab kelimesi ile ilgili olarak İslam Ansiklopedisinde aşağıdaki özet açıklama bulunmaktadır:
“Kur’ân-ı Kerîm’de ilâhî isim olarak Allah lafzından sonra en çok kullanılan kelime rabdir. Âyetlerdeki konumundan anlaşılacağı üzere bu ismin içerdiği şefkat, merhamet ve geliştirerek yaşatma fonksiyonları (rubûbiyyet), peygamberlerden münkirlere kadar bütün şuurlu canlıları ve evrendeki diğer varlıkları kuşatmaktadır. Bütün ilâhî sıfatları kapsadığı kabul edilen Allah lafzı bir bakıma ulûhiyyetin zâtî-aşkın yönünü temsil ederken rab ismi O’nun yaratılmış âleme yönelik fiilî tecellilerine işaret eder. Bu ismin yer aldığı doksan dört sûrenin muhtevasına bakıldığında bunlarda ilâhî inâyetin tekrar edildiği ve bu inâyet iklimine çağrı yapıldığı görülür. Bu çerçevede kulların “rabbi, rabbenâ” ile başlayan niyazlarında Allah’a yönelen talepleri anne şefkatini andıran ilâhî inâyet tecellileriyle karşılanır.”
RAB - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Kur'an Ayetlerinde "İlk İnsanlar" olarak yaratılan Adem ve eşi Havva'nın ve sonrasında bir süre yaşamak üzere bu Dünya ortamına "indirilecek" olan bütün insanların gerçek ortamda yaratılmış olan "Ruhsal Yapılarında" Yüce Yaratıcı Güç olan Allah'ın Ruhundan bir "esinti" bulunduğu (Üflediği) bildirilmektedir. Buna göre Allah'ın "Ruhunu" taşıyan ve Allah'ın "Halifesi" olarak bu ortamdaki işleri yürütmekle görevlendirilen insanlardan, her an "Yaratıcısı" ile birlikte olduğunu hissederek iyi ve güzel işler yapması, Allah'ı tanıması ve Allah'a teslim olması beklenmektedir.
“Onu tamamlayıp, içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın!” (38/72), (38/72)
Ayetlerde ayrıca Allah'ın iradesini ve takdir ettiği bütün "yaratılışları" yerine getirmek üzere "Kendisine" benzer "özelliklerle" ve "kısıtlı olarak karar verme" yetkisi ile donatarak yaratmış olduğu "Cinlerden" olan Şeytan'ın (İblis) Allah'ın "mutlak kudreti" ile kendisine verdiği "yetkiye" yemin edip insanın yaratılmasına "itiraz" ettiği ve samimiyetle Allah'a inanmış ve doğru yola ulaştırılmış (İhlasa Ermiş) olanların dışında, onları "azdıracağını" ve Allah'ı tanımalarına engel olacağını bildirdiği açıklanmaktadır. Yüce Yaratan'ın bu itiraz üzerine "Kendi Ruhunu" taşıyan ve lütfettiği "Akıl" unsurunu kullanarak samimiyetle, içtenlikle (İhlas) ve bilinçli olarak "Allah’a" inanan insanlar üzerinde Şeytan'ın hiçbir etkisinin olmayacağını bütün insanlara ve Şeytan'a bildirdiği ve bütün insanların ve Şeytan'ın bu durumu deneyimleyip anlayabilmeleri için Şeytan'a insanların benlikleri (Nefs) üzerinde onları azdırmaya ve doğru yoldan uzaklaştırmaya çalışması için "izin" verdiği belirtilmektedir.
İblis: “Senin mutlak kudretine andolsun ki, onlardan ihlasa erdirilmiş kulların bir yana” dedi. (38/82), (38/82)
"Hepsini mutlaka azdıracağım” dedi. (38/83), (38/83)
İblis: “Bana, tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver” dedi. (39/14), (7/14)
Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin” buyurdu. (39/15), (7/15)
Nitekim Yüce Allah verdiği izin ile Şeytan'ın insanları azdıracağına işaret etmektedir.
Gerçek şu ki, insan azar. (1/6), (96/6)
Kendini kendine yeterli görerek. (1/7), (96/7)
Kuşkusuz dönüş Rabbinedir. (1/8), (96/8)
Görülüyor ki insanın Ruh yapısına insanı Allah'ı anmaktan ve Allah'a teslim olmaktan alıkoymak üzere Şeytan tarafından eklenen her türlü olumsuz ve kötü duygulardan oluşan ve topluca "nefs" olarak adlandırılan "duyguların" insanı "azdıracağı" ve doğru yoldan saptırıp inkara yöneleceği bütün insanlara hatırlatılarak ihtar edilmekte böylece bu duruma düşmemeleri için bütün insanlar uyarılmaktadır.
Şeytan'ın insanı azdırmasında en önemli unsur olarak insanın kendisinin her şeye yetecek olduğuna inandırması gösterilmektedir. Bu durum genellikle "kibir" ve "bencillik" olarak tanımlanabilir.
Ancak Yüce Allah insanların ancak akıllarını kullanmaları halinde etkisiz olacağına da işaret etmektedir.
Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun bir hakimiyeti yoktur. (70/99), (16/99)
Bu nedenle tüm insanlardan Şeytan'ın bu tür "dürtülerini" yok edebileceğini unutmamaları, her işlerinde ve her zaman "Akıllarını" kullanarak karar vererek ona göre davranmaları ve sonuçta (ölümleri sonrasında) kuşkusuz Allah'a döneceklerini anlamaları beklenmektedir.
Öte yandan, Yüce Allah'ın bu Dünya ortamında Adem ve eşinden sonra yaşayacak bütün insanların "nesillerinde" yer alacak olan ve esasen Gerçek Ortamda "yaratmış" olduğu "Ruhlarını" bir araya getirerek topladığı, (zürriyetlerini bellerinden çıkardığı) ve onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğu onların da “Evet şahit olduk” dedikleri açıklanmaktadır Böylece "bütün insanların" Allah'ın bütün yaratılışların sahibi ve tek yaratıcısı olarak kutsallaştırılacak ve tapınılacak "Tek Güç" olduğunu "kabul ettikleri" ve bütün insanların “Ruhlarının” birbirlerine "şahit" oldukları açıklanmaktadır.
Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” “Evet şahit olduk” dediler. (39/172), (7/172)
Burada Yüce Allah'ın "Rabbiniz değil miyim" ifadesi ile doğrudan "Kendisine" işaret ettiği anlaşılmaktadır.
Adem ve eşinin bu Dünya ortamına "indirilmesinden" itibaren Hz.Muhammed dönemine kadar olan süreçte insanların, Allah'ın bütün "Yaratılışları" gerçekleştiren "Tek Yaratıcı" olduğunu kabul ettiklerine birbirlerine Gerçek Ortamda "şahitlik etmiş" olmalarına rağmen, zaman zaman açıklayamadıkları ve kendilerine göre "Üstün" olduklarına inandıkları şeyleri, olayları veya yaratıkları bir nevi "yaratıcı" olarak düşündükleri ve onlara "kutsallık" vererek tapındıkları tarihi bilgilerden anlaşılmaktadır.
Bu konudaki sapmaları düzeltmek ve “Yaratılış ve Allah” ile ilgili gerçekleri insanlara hatırlatmak ve bildirmek üzere Allah'ın çok sayıda "uyarıcı" insanları görevlendirdiği de Ayetlerde bildirilmektedir. Ancak İnsanların yine de kendilerine yapılan "uyarıları" Şeytan'ın "azdırma" faaliyetlerinin de etkisi ile dikkate almayıp Allah'ı ve onlara ilettiklerini "inkâr" ederek veya bu "uyarılarda" yer alan bazı unsurları da taşıyan çok çeşitli "gelenekler" veya yeni "inançlar" geliştirerek doğru yoldan "saptıkları" geçmiş toplumlara ait elde edilen belge ve bulgulardan görülebilmektedir. Ancak kutsal ve ilahi her şeyi tamamen ve bilerek "inkâr" edenler de dahil, kendilerine iletilmiş olan gerçeklerin "Asıl" halinden "sapmış" olmalarına rağmen insanların bir "Yaratıcı" ile ilişkide olduklarını hiçbir zaman unutmadıkları özellikle geliştirdikleri düşünce, gelenek ve inanışlarda (Dinlerde) görülmektedir.
Buna göre ister "inkâr edenler" veya "Yaratılış" ve "Tek Yaratıcı Güç" ile ilgili "Gerçekleri" farklılaştırılarak insanlar tarafından yeniden tasarlanmış inançlara tabi olanlar olsun, bütün insanların Ruhlarında Allah'ın Ruhu bulunduğundan, bu insanların yaşamlarında karşılaştıkları zorluklar veya daha iyi beklentiler konularında bir "yardım" istemeleri veya bir "Güce" sığınmaları durumunda hitap ettikleri şey ne olursa olsun aslında "Allah" olmaktadır. Bu durum insanların Ruhlarının derinliklerinde "ezelde" Allah'a verdikleri ve "Allah'ın" bütün insanların Yaratıcısı ve "Rabbi" olduğuna dair olan "Şahitlik Sözünün" bulunduğunu göstermektedir.
Bu değerlendirmelere göre Ayetlerde yer alan "Rabbiniz" veya "Rablerine" gibi ifadelerin, hiçbir şeye inanmayanların ve kendilerine doğru yolu iletilen fakat sonradan çeşitli nedenlerle bu yoldan kısmen veya tamamen sapmış olanlara istekleri ya da tapınmaları sırasında kullandıkları kelimelerin tamamının, kendileri farkında olmasalar bile, aslında doğrudan Allah'a işaret ettiğini "bildirmek" üzere kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Örneğin bir kısım insanların "yaratan" olarak kabul ettikleri şeylere "Rabbiniz" denilerek işaret edilmekte ve onların "Rab" olarak tanımladıklarının aslında Evren'i belli bir süreçte yaratan "Allah" olduğu kesin bir şekilde "bütün insanlara" bildirilmektedir.
Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek Arş'a istivâ eden Allah'tır. (51/3), (10/3)
Bu nedenle kendilerine iletilmiş olan gerçeklerin "Asıl" halinden "sapmış" olanların "Hak ve Gerçek" olan Allah ile birlikte Allah gibi bir İlah (Yaratıcı) düşünmeleri Ayetlerde "Allah'a Ortak Koşulması" olarak değerlendirilmekte, son derecede kınanmakta ve Allah'ı "inkâr" sayılmaktadır. Buna göre günümüzde Allah'ın Hz.Muhammed döneminden önce insanlara ilettiği uyarı, öğüt ve önerilerin "asıllarının" değiştirilmesi veya kaybolması yüzünden insanların kendilerine göre "Üstün" olduklarına inandıkları şeyleri, olayları veya yaratıkları bir nevi İlah (Yaratıcı) olarak düşündükleri ve onlara "kutsallık" vererek onlara tapındıkları Budizm, Zerdüştlük, Musevilik, Hristiyanlık ve diğer çok sayıdaki inanışlarda görülmektedir. Yüce Allah, Hz.Muhammed'e "vahiy ettiği" Kur'an Ayetlerinde bu düşüncede olanlara Allah'a "Ortak Koştuklarını" hatırlatarak onları özellikle "Uyarmakta" ve "Yaratılış" ve "Tek Yaratıcı Güç" ile ilgili konularda bütün insanlara "Son" olarak gönderdiği "Kur'an’ın" tek "Kaynak" olduğunu bildirmektedir.
Bizim ayetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki, bunlarla kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile tesbih ederler. (75/15), (32/15)
Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. (75/16), (32/16)
Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez. (75/17), (32/17)
Öyle ya, mümin olan, yoldan çıkmış kimse gibi midir? bunlar elbette bir olamazlar. (75/18), (32/18)
İman edip de iyi işler yapanlara gelince, onlar için yaptıklarına karşılık olarak varıp kalacakları cennet konakları vardır. (75/19), (32/19)
Yüce Allah bütün insanlara "göndermiş" olduğu Ayetlerine, ancak onlar ile kendilerine öğüt verildiğini "idrak edip" büyüklük taslamadan bu "uyarıları" yapan Allah'a teslim olanların, Allah'ın huzurunda bulunduklarını "bilerek" Allah'ın önünde secdeye kapananların ve Allah'ı (Rablerini) yücelterek (hamd ile) her an ananların (tesbih ederler) "inandıklarını" belirtmektedir.
Bütün bu "gerçeklerin" farkında olan inanan insanların (Müminlerin) Allah'ın "kudreti" karşısında hissettikleri "korku" ve Allah'ın gücünün her an yanlarında olması "umudu" ile gece ve gündüz vücutları yataklardan uzak kalarak Allah'a yalvardıkları ve Allah'ın kendilerine verdiği geçimliklerden (rızıktan) Allah yolunda harcadıkları açıklanmaktadır. Burada diğer Ayetlerde açıklanan israf yapılmaması, ihtiyaç sahibi olanların "paylarının" verilmesi (Zekât) gibi önerilerin yerine getirilmesi ile, elde edilen "rızıkların" Allah yolunda harcandığı belirtilmektedir.
Böylece samimiyetle ve bilerek inananların, Allah'ın kendisinin "Yaratanı" olduğunu tüm benliği ve samimiyeti ile kabul ve beyan ettiğini Allah'a Secde ederek gösterdiğine ve yaptıklarına karşılık olarak, Allah'ın onlar için hazırladığı ödüller olarak ne "mutluluklar" saklandığını, hiç kimsenin bilemeyeceğine işaret edilmektedir. Buna göre bütün insanlara "mümin" olanın yoldan çıkmış kimse gibi olmayacağı, "iman" edip de kendilerine yapılan uyarı, öğüt ve önerilere (Ayetlere) uyarak iyi işler yapanlar için yaptıklarına karşılık olarak varıp kalacakları "cennet konakları" bulunduğu bildirilmektedir.
Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. (87/3), (2/3)
Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar. (87/4), (2/4)
İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır. (87/5), (2/5)
İnanan kişi, görmeden ve dünyadaki duyu özelikleri ile somut olarak algılamadan tüm evrenin yaratıcısının bulunduğuna inanıp Allah'a teslim olurlar ve Allah'a ibadet ederler. İbadetin şekli ve nasıl yapıldığı Hz.Muhammed tarafından kendisine vahiy olunduğu şekilde insanlara iletilmiştir. Bunlardan birisi ve en önemlisi “namazdır.”
İnanan kişiler dünyada elde ettiklerinin Allah tarafından takdir edildiğinin bilincindedirler ve o nedenle kendilerine verilenlerin bir emanet olduğu ve olmayanlar ile paylaşılması gerektiğini bilirler ve bu paylaşımın yapılmasına itina ederek ellerindekini harcarlar. Bu harcamalarda cimrilik ve israf edilmemesi gerektiğini bilirler ve ona göre yaptıkları bu harcamaların "Allah Yolunda" yapılmış olarak nitelendirilmektedir. Yani inanmış bir kişinin olmayanların hakkını gözeterek ve onların haklarını vererek yaptıkları “her tür” harcamalar da ihtiyacı olan kişilere verdikleri (Zekât) gibi değerlendirileceği belirtilmektedir.
İnananlar, Allah tarafından gönderildikleri belirtilen Kur'an’a ve önceki tüm kitap ve belgelere tüm benlikleri ile inanırlar. Bu inanma tam anlamı iledir, şüphe hissedilmez ve kesindir. Aynı şekilde inanmış kişi, ölümden sonra olacaklar ile ilgili olarak Kur'an’da ve önceki kitap ve belgelerde yer alan ve Ahiret günü (Kıyamet) olarak adlandırılan Evrenin Çöküşü olayına ve daha sonrada yeniden yaratılacaklarına inanırlar.
Yüce Allah bu anlamda "inananların", Allah'ın onlara bir "lütfu" olarak, doğru yol üzerinde (hidayet) olduklarını hatırlatmakta ve "kurtuluşa" erenlerin de ancak "onlar" olduğunu kesin bir şekilde bildirmektedir.
İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır, Yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır! (87/177), (2/177)
Ayette iyilik olarak yer alan "el-birru" kelimesinin daha çok "güzel ahlak" anlamında (erdemli) olduğu tefsirlerde açıklanmaktadır. Buna göre "Yaratana" samimiyetle inanan insanların "güzel ahlak" sahibi (erdemli) olduklarına işaret edilmektedir. İnsanların iyi ve erdemli olduklarını göstermek için sadece "görünüşte" ve bazı "şekillerde" yaptıkları uygulamalarının (şeklen tapınmalarının) onların gerçekten "erdemli" olduklarını göstermediği, asıl olanın öncelikle Allah'a, ölüm sonrası hayata (ahiret gününe), meleklere, kitaplara, peygamberlere inananlardan olmaları gerektiği bildirilmektedir. Bunun yanında yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcayanların, Allah'a dua edenlerin (namaz kılanların), ihtiyaçlarından fazlasını (zekât) verenlerin, bir konuda antlaşma yaptıkları zaman sözlerini yerine getirenlerin, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenlerin "güzel ahlaklı" oldukları belirtilmekte ve bu vasıfları taşıyanlar "doğru" ve Allah'ın uyarı, öğüt ve önerilerine uyarak istenmeyenlerden kaçınmaya özen gösterenler (Muttaki-Takva Sahibi) olarak tanımlanmaktadır. Buna göre, gerçek "erdemliliğin" sadece dış görüntüye ve bazı törenlere bağlı olmadığı vurgulanmaktadır.
Ayet ile yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, iyilik olarak veya güzel ahlaka sahip olunduğunun gösterilmesi için bazı işlemlerin yapılması ve bu anlamda ibadetin ve dinsel törenlerin de sadece "görünüş" ve "gösteriş" olarak yapılması, "gerçekten" iyilik yapıldığı, güzel ahlaklı olunduğu veya "samimi" ibadet yapıldığı anlamına gelmemektedir. Yüce Allah, böylece "Kendisine" olan iman ve teslimiyetin sadece kişilerin "görünüşte" yaptıklarından anlaşılamayacağına işaret etmektedir. Buna göre insanların Hz.Muhammed'in yaşadığı dönemde mensubu olduğu Arap toplumunun "geleneklerine" ve "iklim koşullarına" uygun olan yaşam tarzını veya giyimini "taklit" etmesi; örneğin kadınların "burka" giymesi veya "turban" ya da "peçe" takması, erkeklerin sakal bırakması, Arap tarzı başlık, sarık takması veya uzun "entari" giymesi sadece "görünüşte" onun bir "Müslüman" olduğuna işaret etmekte ancak "iyi" ve "samimi" bir "inanca sahip olduğunu göstermemektedir.
Diğer bir ifade ile Allah'a ve "ilettiklerine" inanan, dua ve ibadetleri ile Allah'a teslim olan güzel ahlaklı (erdemli) insanların yaşadığı toplumun geleneklerine ve iklim şartlarına göre giyimleri nedeniyle "Müslüman" olmadıklarının düşünülmesi mümkün ve "doğru" değildir. Örneğin Müslüman olan bir Afrika kabilesinde geleneksel şekilde giyinen veya bazı toplumlarda kadınların pantolon giyip başörtüsü takmayan veya her gün tıraş olup sakal bırakmayan kadın veya erkeklerin bu görünüşlerine göre "İnanan" sayılmaması yanlış bir yaklaşım olmaktadır. Bu nedenle Allah'a samimiyetle ve bilerek inanan ve iman eden kadın veya erkeklerin nitelikleri anlaşılır bir şekilde açıklanmakta ve Allah inancının kişinin sahip olduğu Ruhunda bulunduğunu "Aklını" işleterek ve Kur'an Ayetlerini dikkatle inceleyerek fark edeceğine işaret edilmektedir.
Nitekim Kur'an Ayetlerinde belirtilen esaslara göre "erdemli" olmak (İyilik) açısından, kadın veya erkeğin toplum yaşamında "ahlaka" aykırı olarak diğerlerini "cinsel" açıdan "tahrik" etmemeleri ve buna uymayanlardan dikkatlerini (gözlerini) çevirmeleri gerektiği de bildirilmektedir.
Mümin erkeklere, gözlerini dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır. (102/30), (24/30)
Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, ellerinin altında bulunanlar, erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler, gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz. (102/31), (24/31)
Ayetteki ifadelerden toplumdaki erkeklerin ve kadınların "Ahlak" açısından bir farkının olmadığına ve bu durumun "İnsanlık" açısından dikkate alınması gerektiğine işaret edildiği düşünülmelidir.
Ayetteki “ellerinin altında bulunanlar” ibaresi ile ilgili olarak Muhammed Esed tefsirinde “kişinin "nikah yoluyla sorumluluğu altına aldığı kimselere" işaret edildiği belirtilmektedir. Buna göre o zamanki Arap toplumunun gelenekleri uyarınca erkeklerin çok sayıda kadınlar (veya kadın köleleri) ile birliktelik yaşadıkları ve bu durumun “nikah anlamında” olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır.
Nur suresi | Nur oku Nur arapça türkçe
Bu konuda "örtünme" bölümünde daha ayrıntılı inceleme bulunmaktadır.
Allah, insanların birbirleri üzerlerinde etki yapmak ve çoklukla göründüğü gibi, onlardan çıkar sağlamak üzere görünüşte yaptıkları işlemler ile "akıl ederek" Allah'a inanıp, isteyerek ve kalben hissederek yapılan "iyi" işlemleri ve ibadetleri kesin olarak birbirlerinde ayırmaktadır. Allah katında inananlar ve "erdemli" olanlar ayette belirtilen özellikleri taşımakta ve insanların "iman ettiğini" göstermek için samimi olmayan ve gösteriş amaçlı ile davranışlarda bulunmamalarını öğüt vermektedir.
İnananların diğer bir niteliği olarak Kendilerine peygamberler tarafından iletilen "gerçeklere" inananların (Müminlerin), Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunun ve her yerde ve her şeyde bulunduğunun bilincine erişmiş oldukları için, Allah'a karşı daima özel bir sevgi, iç huzuru ve O'na olan "aidiyetlerini" kalplerinde yoğun bir şekilde (yürekleri titreyerek) hissettikleri belirtilmektedir.
Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. (88/2), (8/2)
Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden harcayan kimselerdir. (88/3), (8/3)
İşte onlar gerçek müminlerdir. Onlar için Rableri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır. (88/4), (8/4)
Mümin olanların Allah'ın Ayetleri okunduğunda Allah'a olan iman ve inançlarının da çoğaldığı ve her zaman her işlerinde ve düşüncelerinde yalnız Allah'a "güvendikleri", bu hislerle Allah'ın adını tekrarladıkları (tesbih ettikleri), Allah'ı "yücelterek" sadece Allah'a "dua" ettikleri, böylece "dosdoğru" olarak "namaz kıldıkları", Allah'ın lütfetmesi ile kazandıkları geçimliklerinden (rızıklarından) Allah'ı hatırlayarak harcadıkları açıklanmakta ve bunların "gerçek müminler" oldukları hatırlatılmaktadır. Bu nedenle "Akıllı İnsanlardan", kendilerine iletilen bu "gerçekleri" dikkate almaları, kendilerine "lütfedilenlerden" harcarken her şeyin "Tek Yaratıcısını" hatırlamaları ve Yüce Allah niteliklerini açıkladığı "gerçek müminler" olmaları beklenmektedir.
O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever. (89/134), (3/134)
Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler. (89/135), (3/135)
İşte onların mükâfatı, Rableri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlerdir, böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir! (89/136), (3/136)
İnananların niteliklerinden olarak bazı davranış biçimlerine işaret edilmektedir. Allah'a ve Allah'ın "son" olarak Hz.Muhammed ile bütün insanlara ilettiği uyarı, öğüt ve önerilere "samimi" olarak inananların (Takva sahiplerinin) ellerindeki varlıklardan "Allah İçin" harcama yaptıkları açıklanmaktadır. Harcamanın Allah için yapılmasın ifadesinden, kendi ihtiyaçlarının giderilmesinde ölçülü davranmasının ve ihtiyaç sahibi olanların gözetilmelerinin gerektiği anlaşılmakta ve harcamalarını bir öğüt veya öneriyi isteksizce yerine getirmek olarak değil fakat gerçekten "hissederek" içtenlikle yaptıkları belirtilmektedir.
Takva sahiplerinin bir diğer çok önemli niteliği olarak "öfkelerini yuttukları" ve insanları "affettikleri" açıklanmaktadır. Bu durum insanlar açısından uyulması ve yapılması son derece "zor" bir davranışın Allah'a olan "İman" ile kontrol altına alınabileceğini ve kendilerine bir şekilde uygunsuz davrananları affedebileceklerini göstermektedir. Zira Yüce Yaratan bütün insanların "Yaratıcısı" olarak onların birbirlerinden farklı beden yapılarına sahip olmalarına karşılık, Gerçek Ortamda "Ruhlarını" her biri ile "aynı" nitelikte olmak üzere "Kendi Ruhundan" yaratmış olduğunu bildirmektedir. Ayrıca yukarıda da belirtildiği gibi, bu ortamda bir süre yaşayacak olan bütün insanlara ait "Ruhlarının" tamamını, bu Dünya ortamındaki beden yapılarına "üflemeden önce" bir araya topladığını, onlara "Kendisinin" tek tapılacak ilah (Rableri) olup olmadığını sorduğunu ve her birisinin buna "Evet" cevabını verdiğini ve diğer her bir Ruhunun da bu cevabı verdiğine "şahit" olduklarını Ayetinde bildirmektedir. Ayrıca "İnsanın" yaratılışına itiraz eden Şeytan'ın bu ortamdaki yaşamlarında bütün insanlara "musallat" olacağı ancak Allah'ın "Kulu" ve "Halifesi" olarak burada bulunmakta olan "her insanın" Şeytan'ın onu "yoldan çıkarmak" için verdiği kuşkulardan (vesveseden) Aklını kullanarak "anlayıp" kaçınabileceği açıklanmaktadır.
Bu nedenle iman edenlerin nefslerinin etkisi altında kalarak herhangi bir nedenle diğer bir insana karşı "öfkelendikleri" zaman, sahip oldukları imanın onlara bu Ayetteki niteliklerini hatırlatarak, öfkelerini kontrol altına alabileceklerine (öfkelerini yutacaklarına), aynı şekilde herhangi bir nedenle kendilerine kötü davranan insanları da affedebileceklerine işaret edilmektedir.
Samimi ve "içten" inanca sahip olanların ayrıca istemeden veya "bir şekilde" diğer insanlara bir kötülük yaptıklarında, ya da onlara zulmettiklerinde Allah'ı hatırladıkları ve günahlarından dolayı pişmanlık duyarak hemen tövbe (istiğfar) ettikleri, Allah'tan bağışlanma diledikleri ve işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmedikleri belirtilmektedir. Buna göre insan ilişkilerinde huzur ve düzenin sağlanması açısından çok önem taşıyan bu "meziyetlerin" esasen iman etmiş "takva sahibi" olan insanlarda bulunduğu hatırlatılmaktadır. Yüce Allah "Kendisinden" başka hiçbir "gücün" veya "kimsenin" günahları bağışlayamadığını bir defa daha belirterek "takva sahiplerinin" mükâfatının Rableri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan içinde ebedi kalacakları cennetler olduğunu bildirmektedir.
Bu Ayetler ile iman edenlere ve bütün insanlara "takva" sahibi olabilmeleri için harcamalarında ölçülü olmaları, ihtiyaç sahibi olanları gözetmeleri, öfkelendiklerinde kendilerine hakim olmaları ve insanları affetmeleri ve istemeden veya "bir şekilde" diğer insanlara bir kötülük yaptıklarında ya da onlara zulmettiklerinde Allah'ı hatırlamaları ve Allah'tan bağışlanma dilemeleri önerilmektedir. Böylece uygulamalarında, davranışlarında ve harcamalarında ne durumda olduklarını değerlendirmeleri insanlardan istenmekte ve bunlarda eksiği olanlar "imanlarındaki samimiyeti" sağlamlaştırmaları için uyarılmaktadır.
Allah'ın "emrine" uyarak "iman" edenlere bu ortamdaki yaşamlarında ve daha da önemlisi ölüm sonrasında yeniden diriltildiklerinde bir insana verilecek "en güzel" ödüller bulunduğuna dikkat çekilmektedir.
İşte Rablerinin emrine uyanlar için en güzel vardır, ona uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde olanların tümü ile bunun yanında bir misli daha kendilerinin olsa, onu mutlaka feda ederler, işte onlar var ya, hesabın en kötüsü onlaradır varacakları yer de cehennemdir; o ne kötü yataktır! (96/18), (13/18)
Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, kör kimse gibi olur mu? ancak akıl sahipleri anlar. (96/19), (13/19)
Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirenler ve verdikleri sözü bozmayanlardır. (96/20), (13/20)
Onlar Allah'ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten, Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir. (96/21), (13/21)
Yine onlar, Rablerinin rızasını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilikle savan kimselerdir, işte onlar var ya, dünya yurdunun sonu sadece onlarındır. (96/22), (13/22)
Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından salih olanlarla beraber girecekler, melekler de her kapıdan onların yanına varacaklardır. (96/23), (13/23)
Sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu ne güzeldir! (96/24), (13/24)
İnanmamakla nefslerinin etkisinden kurtulamayanların ise bu ödüllere sahip olamayacakları ve özellikle ölüm sonrasındaki ortamlarda içinde bulunacakları durumla karşılaştıklarında, “ yeryüzünde olanların tümü ile bunun yanında bir misli daha kendilerinin olsa” bu durumdan kurtulmak için onu "mutlaka" feda edecekleri belirtilerek, azap veren bir "pişmanlık" içinde olacakları hatırlatılmaktadır.
Buna göre, Allah'tan Hz.Muhammed'e bütün insanlara iletilmek üzere "indirilen" Kur'an’ın "insan olmak" için "doğruları" gösterdiğini (hak olduğunu) bilen kimsenin, inkâr eden (kör) kimse gibi olmayacağına ve bu "gerçeği" ancak "Akıl" sahiplerinin anlayabileceğine işaret edilerek, iman edenlere bu "inançlarının" onların daima en güzel bir durumda olmalarını sağlayacağı açıklanmaktadır.
İman edenlerin bu nitelikleri ile, bütün insanlara yapılan uyarıları dikkate alarak ve verilen öğüt ve önerilere (Allah'ın Ahitlerine) uyarak Allah'a "verdikleri sözleri" bozmayan ve kendilerinden beklenen teslimiyeti "içtenlikle hissederek" gösterdikleri, böylece Allah'ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten, Allah'ın ilettiklerine karşı gelerek ölüm sonrasında yüzleşecekleri "kötü" hesaptan korkan (Rablerinden sakınan) kimseler oldukları belirtilmektedir. Bu "üstün" niteliklere sahip olmaları nedeniyle iman edenlerin "zorluklarla" karşılaştıklarında Allah'ın rızasını isteyerek sabreden, kendilerine önerildiği gibi içtenlikle ve samimiyetle (Takva) Allah'a dua eden (namazı dosdoğru kılan), Allah'ın kendilerine verdiklerinden (Lütfettiği rızıklardan) onlara "önerildiği" şekilde (Allah yolunda) gizli ve açık olarak harcayan ve karşılaştıkları her türlü "kötülüğü" aynı şekilde davranmayıp "iyilikle" etkisiz hale getirebilen (savan) kimseler oldukları da ayrıca açıklanmaktadır.
Bu açıklamalarla, Allah'ın ölüm sonrasında (dünya yurdunun sonunda) vaat ettiği bütün güzelliklerin ve selametin sadece niteliklerine işaret edilen iman edenlerin (müminlerin) olacağı ve "Adn" Cennetlerine girecekleri hatırlatılmaktadır. Ayrıca, iman edenlerin Adn cennetlerine babalarından, eşlerinden ve çocuklarından "salih olanlarla" beraber girecekleri ve Dünya yaşamlarında sabrettiklerine karşılık olarak girdikleri bu "Cennet" ortamında "meleklerin" her kapıdan onların yanına varacakları ve "selam olsun Dünya yurdunun sonu olarak Cennet ne güzeldir" diyerek onları selamlayacakları mecazi bir canlandırma olarak bildirilmektedir.
(Adn Cenneti ve melekler ile ilgili olarak ilgili bölümlerde açıklayıcı bilgiler bulunmaktadır.)
İman edenlere yapılan bu açıklamalar ve hatırlatmalar ile onlara ve aslında bütün insanlara bu ortamdaki yaşamlarının "değerli" olduğuna işaret edilmekte, onlardan "akıllarını" kullanarak bunların değerini anlamaları ve Ayetlerde belirtilen "iman edenler" arasında olmaları beklenmektedir.
Yüce Yaratan Allah, Evren Ötesinin, Evrenin ve yeryüzünün "Nur'u" olduğunu belirtmektedir. Buna göre bu ortamları ayrıca bizim asla bilemeyeceğimiz bütün ortamları, bu ortamlardaki her şeyi ve tüm varlıkları, "Tek Kaynak" olarak işaret ettiği, "Kendi Özünden" olduğu anlaşılan ve ancak bir çeşit "ışık" olarak düşünebileceğimiz "Nur'undan" meydana getirdiğini (yarattığını) bildirmektedir.
Allah, göklerin ve yerin nurudur. Allah'ın nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir, o lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden tutuşturulur, onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. Nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir, Allah insanlara temsiller getirir. Allah her şeyi bilir. (102/35), (24/35)
Birtakım evlerdedir ki, Allah yüceltilmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir, orada sabah akşam O'nu tesbih eder ki, (102/36), (24/36)
Onlar ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır, onlar kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar. (102/37), (24/37)
Çünkü Allah, onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandıracak ve lütfundan onlara fazlasıyla verecektir. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır. (102/38), (24/38)
Bu durumda "tüm yaratılışın" yani görüp algıladığımız veya göremeyip algılayamadığımız ne varsa her şeyin "Tek Kaynağı" Allah'ın "Nur'u" olmaktadır. İşte "Kaynak" olarak tanımlayabildiğimiz ve Ayette "Nur" olarak belirtilen "Allah", Evren'in Yaratılışı ile ilgili bölümlerde ayrıntılı şekilde açıklandığı gibi, her şeyin yapısında "Aynı Yapı" olarak bulunan "Atom Altı Parçacıklarının" en "temel" unsurunu" yani "özünü" oluşturmaktadır. Bu nedenle Yüce Yaratan Evren’in her köşesinde her türlü oluşumu gerçekleştirmektedir. Diğer bir deyişle
Evren ve bilemediğimiz Evren Ötesi ne varsa hepsi birlikte ve esasen Allah olarak tanımlanabilir.
Öte yandan Ayette "mecazi" olarak ya da "benzetme" yoluyla anlatılanların aynı zamanda "İnsanın" yaratıcısı olan Allah ile olan "bağına" işaret ettiği söylenebilir. Buna göre Ayette "içinde lamba bulunan bir kandillik" olarak yapılan benzetme, Allah'ın gerçek mahiyetini değil, fakat "İnsanların Akılları" ile duygu ve kavrayış güçlerinde oluşacak olan "aydınlanmayı" ya da yaratılışının ve taşıdığı niteliklerin Allah ile olan ilişkisini veya bağını ifade ettiği düşünülebilir. Nitekim tefsirlerde genel olarak "Kandil" Allah'ın peygamberlerine indirdiği vahiy (Ayetler), "kristal fanus" içindeki lamba, Allah'a imana ulaşmak için "tek yol" olan "insanın aklı", lambanın mübarek bir ağaç olarak değinilen zeytinden tutuşturulması "iman" olarak yorumlanmaktadır.
Bu yorumlar çerçevesinde insanın aklını (fanus) kullanması halinde Ayetlerin (kandil) insanın içinde (lambanın tutuşturulması ile) iman ışığını yakacağına işaret edilmekte ve bütün insanlara doğru yola ulaşabilmeleri için "Akıllarını" kullanmaları öğüt verilmektedir. Buna göre Yüce Allah insanlara verdiği bu benzetmelerle (temsiller) dilediği kimseyi "nuruna" eriştirdiğine dikkat çekerek ancak akıllarını kullananların Allah'ın "dilediği" kimselerden olabileceklerini ve ancak akıllarını kullananların bunu isteyeceklerini hatırlatmaktadır.
Yüce Allah bütün insanlara "her şeyi bildiğini" yeniden hatırlatmaktadır. Nitekim bir diğer Ayette inanmayıp inkâr yolunu seçenlere Yüce Allah'ın "nurundan" vermediği ve artık o kimsenin aydınlıktan nasibinin bulunmadığı belirtilerek iman edenler ayrıca uyarılmaktadır.
Bir kimseye Allah nur vermemişse, artık o kimsenin aydınlıktan nasibi yoktur. (102/40), (24/40)
Ayette zeytin ağacından tutuşturulmasına benzetilen Allah'ın Nurunun, Allah'a ve ilettiklerine inananların kalplerinde "iman ışığını" tutuşturacağı ve insanların böylece "iman etmiş" olacakları açıklanmaktadır.
Böyle sabah akşam Allah'ı tesbih eden "iman etmiş" insanların ancak Allah'ın yüceltilmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin verdiği evlerde bulundukları, onları ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığına işaret edilmekte ve onların, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu "Kıyamet" sonrasındaki ortamlarda yaşanacakların bilincinde olarak, inkarları yüzünden "azap" görecekler arasında olmaktan korktukları bildirilmektedir. Yüce Allah böyle iman edip onlardan beklendiği gibi davranmaya özen gösterenleri hesapsız rızıklandıracağı insanlardan olmalarını dileyeceğini böylece yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandıracağını ve lütfundan onlara fazlasıyla vereceğini bütün insanlara açıklamakta ve bütün insanlardan "Allah'a İman Etmelerinin" beklediğini hatırlatmaktadır.
Allah bir diğer Ayetinde "İman Edenleri" gönülden inanmış kimseler olarak tanımlamakta ve onların "Peygamber" ile ortak bir iş üzerindeyken, diğer bir deyimle bir konuda istişare (müşavere) halindeyken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmediklerini, izin isteyenlerin ise hakikaten Allah'a ve Resulüne "samimiyetle" iman etmiş kimseler olduklarını belirtmektedir.
Müminler, ancak Allah'a ve Resulüne gönülden inanmış kimselerdir, onlar, o Peygamber ile ortak bir iş üzerindeyken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. Şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah'a ve Resulüne iman etmiş kimselerdir, öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah'tan bağış dile, Allah mağfiret edicidir, merhametlidir. (102/62), (24/62)
Peygamber'i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden, birini siper edinerek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir, bu sebeple, onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar. (102/63), (24/63)
Bilmiş olun ki, göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. O, sizin ne yolda olduğunuzu iyi bilir, insanlar O'nun huzuruna döndürüldükleri gün yapmış olduklarını onlara hemen bildirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. (102/64), (24/64)
Bu nedenle Peygamber ile ortak bir iş üzerindeyken bazı işleri için izin isteyenler olursa onlardan dilediklerine izin vermesini ve onlar için "mağfiret edici" ve "merhametli" olan Allah'tan bağışlanmalarını dilemesini Hz.Muhammed'e öğüt vermektedir. Ancak izin istemeden birini siper edinerek sıvışıp gidenlerin müminlerden beklenenlere (onun emrine) aykırı davrandıkları, muhakkak ki Allah'ın onları bildiği, bu nedenle başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınmaları ihtar edilmektedir.
Yüce Allah bu ihtar ile bütün insanlara göklerde ve yerde ne varsa Allah'ın olduğunu, insanların bu Dünya ortamındaki yaşamlarında ne yolda olduklarını iyi bildiğini ve insanlar O'nun huzuruna döndürüldükleri zaman yapmış olduklarını onlara hemen bildireceğini özellikle hatırlatmaktadır.
Yüce Yaratan iman edenlere ayrıca Hz.Muhammed'i kendi aralarında birbirlerini çağırır gibi çağırmamalarını ve ona karşı "saygılı" olunmasını ihtar etmektedir. Bazı tefsirlerde yer alan yorumlarda bu ifadenin aslında Hz.Muhammed tarafından insanlara yapılan "çağrı" olduğu belirtilmekte ve Hz.Muhammed tarafından bir konu ile ilgili olarak davet (çağrı) yapıldığında bu davete uymak istemeyen bazılarının birini siper edinerek sıvışıp gittiği ancak Allah'ın onları bildiği belirtilmektedir.
Buna göre Hz.Muhammed'in önemli konularda Şura toplantıları yaparak toplumu ile istişarede bulunduğu ve onların görüşlerini de dinledikten sonra karar verdiği anlaşılmaktadır. Bu durum kendilerine toplumun yönetimi "Emanet" verilen günümüzdeki ve gelecekteki tüm toplum yöneticileri için en önemli bir gösterge niteliğindedir. Özellikle Müslüman toplumların yöneticilerinin bu Ayette yer alan uyarıyı dikkate almamaları ve toplumu ilgilendiren konularda toplumun temsilcileri ile (günümüzde millet meclisi) danışarak ve tartışarak (istişare ederek) en "uygun" çözümler üretmeleri gerekmektedir. Zira bu şekilde uzlaşma yoluna gidilmeden ve özellikle "çıkarlarını" gözeterek ve sadece kendi düşüncelerini dikkate alarak "keyfi" kararlar alıp topluma karşı haşin, küstah ve emredici biçimde davranmaları halinde, toplumun bu "haksız" davranışların sonucunda kendilerine bir daha yönetim "Emanetini" vermeyeceğini "Anlamaları" gerekmektedir.
Görüldüğü gibi özellikle toplum açısından önem taşıyan konuların daima yöneticiler ile konularında bilgi sahibi olan insanlar arasında bilgi paylaşımı yapılarak (istişare edilerek) en "doğru" sonuca ulaşılabileceğine işaret edilmektedir. Böylece özellikle toplum açısından önem taşıyan konuların daima yöneticiler ile konularında bilgi sahibi olan insanlar arasında bilgi paylaşımı yapılarak (istişare edilerek) en "doğru" bir sonuca bağlanabileceği açıklanmakta, bu yöntemin ne kadar "gerekli" olduğuna işaret edilmekte ve günümüzdeki gelecekteki bütün insanlardan bu uyarı ve önerileri dikkate almaları beklenmektedir.
Yüce Allah göklerde ve yerde ne varsa Allah'ın olduğunu, insanların ne yolda olduklarını (niyetlerini ve uygulamalarını) iyi bildiğini bir defa daha hatırlatarak insanlar O'nun huzuruna döndürüldükleri zaman bu ortamda yaşarken yapmış olduklarını onlara hemen bildireceğini çünkü her şeyi en doğru olarak (hakkıyla) bilen olduğunu önemle ihtar etmekte ve bütün insanları "İnsan Olmak" için yapılan bu uyarıları dikkate almaya davet etmektedir.
Yüce Allah iman etmiş olanlara Ayetleri ile bildirdiği uyarı, öğüt ve önerilerinden (Ayetlerinden) ve Hz.Muhammed'in gösterip öğrettiklerinden ayrı olarak kendilerince "yeni hükümler" oluşturmamalarını ihtar etmektedir.
Ey iman edenler! Allah'ın ve Resulünün önüne geçmeyin, Allah'tan korkun; şüphesiz Allah işitendir, bilendir. (106/1), (49/1)
Ey iman edenler! seslerinizi Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin, birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. (106/2), (49/2)
Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir, onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır. (106/3), (49/3)
Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir. (106/4), (49/4)
Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (106/5), (49/5)
Ey iman edenler! eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın, yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (106/6), (49/6)
Hem bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır, şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir, küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir; işte doğru yolda olanlar bunlardır. (106/7), (49/7)
Bu, Allah'tan bir lütuf ve nimettir. Allah alîmdir, hakîmdir. (106/8), (49/8)
Buna göre Allah'a veya Hz.Muhammed'e olan imanlarını, saygılarını, sevgi ve teslimiyetlerini daha ileri düzeylere çıkarmak amacı ile aşırı giderek yeni ibadet şekilleri geliştirmemeleri, manevi hislerini çok güçlendirmek üzere kendilerince bazı hükümler, kurallar ve uygulamalar oluşturmamaları için iman edenler uyarılmaktadır. Bu şekilde "sonuçları düşünülmeden" yapılan uygulamalar "Allah'ın ve Resulünün önüne geçmek" olarak tanımlanmakta ve imanı "daha güçlendirmek" amaçlanırken, Allah'ın bildirdiği uyarı, öğüt ve önerilerinin ve Hz.Muhammed'in gösterip öğrettikleri ile bildirilenlerin (Ayet ve sünnet) yerine bu uygulamalara daha çok önem verilmesi (önüne geçmesi) mümkün bulunmaktadır. Zira Şeytan her konuda olduğu gibi bu konuda da müminleri her an musallat olmaktadır.
Bu durum özellikle mezhep, tarikat, cemaat gibi yapılanmalarda görülebilmekte ve asıl amacın dışına çıkılarak insanların yanlış düşüncelere ve geçersiz inanışlara yönelmelerine neden olmaktadır.
Bir diğer "uyarı" olarak Hz.Muhammed ile birlikte yaşamış olan iman edenlere seslerini Peygamberin sesinin üstüne yükseltmemeleri, birbirinize bağırdığınız gibi Peygamber'e yüksek sesle bağırmamaları öğüt verilmekte, aksi halde farkına varmadan iman ederek yaptıkları güzel işler (amelleriniz) nedeniyle Allah'ın "vaadi" olarak kazandıklarının boşa gidiverme ihtimali olduğu hatırlatılmaktadır. Buna göre Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanların şüphesiz Allah'ın kalplerini iman (takvâ) ile imtihan ettiğinin bilincinde oldukları belirtilerek onlara ölümleri sonrasındaki "Ahiret" ortamında af edilme (mağfiret) imkânı ve büyük bir mükâfat bulunduğu bildirilmektedir. Ayrıca görüşmek için yanına gitmek yerine, ayrı bir yerde olan Hz.Muhammed'e bulunduğu yerden seslenenlerin de ne yaptıklarına akıllarının ermediği belirtilmektedir. Yüce Allah, eğer onlar Peygamber yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olmuş olacağını ve çok bağışlayan, çok esirgeyen olduğunu hatırlatarak böyle bilgisizce davrananları bir anlamda hoş görmesini Hz.Muhammed'e önermektedir.
Bu ifadelerde insanlara bir konu üzerinde yaptıkları toplantılarda nasıl davranacaklarına dair uyarılar yer almakta ve toplantıdan beklenen faydanın ve sonucun alınabilmesi için bunları dikkate almaları önerilmektedir.
İman edenlere ayrıca genel bir uyarı yapılarak eğer Ayetler ile bildirilen uyarı, öğüt ve önerileri bilmesine rağmen bunların tamamını veya bir kısmını yerine getirmeyen (fâsık) bir kimsenin bir haber getirmesi halinde, onun "doğruluğunu" araştırmaları öğütlenmektedir. Aksi halde bilmeden bir topluluğa kötülük edebileceklerine ve sonra da bu yaptıklarına pişman olacaklarına dikkat çekilmektedir.
Çok sayıdaki Ayetlerde de belirtildiği gibi, Hz.Muhammed'in insanların birbirlerine karşı nasıl davranacağı konusunda "örnek" olduğu açıklanmakta, kendisine iletilenleri hemen kabul etmediği ve gerçeği araştırdıktan sonra karar verdiği, şayet böyle yapmayıp kendisine iletilen haber veya söylentilere göre davranmış olsaydı bütün toplumun sıkıntıya düşmüş olacağı belirtilmektedir. Yüce Allah böylece Hz.Muhammed'e vahiy ettiği gerçekler ile insanlara imanı sevdirdiğini, küfrü, fıskı (Allah’a karşı gelme) ve isyanı da çirkin gösterdiğini ve Allah’a imanı insanların gönüllerine sindirdiğini, işte bunların "doğru yolda" olduklarını bildirmektedir. Buna göre insanlardan “bu durumun” alim ve hakim olan Allah'tan bir lütfu ve nimeti olduğunu akıllarını kullanarak fark etmeleri, anlamaları, davranışlarını ve düşüncelerini ona göre gözden geçirip düzeltmeleri beklenmektedir.
Söz konusu uyarıların, Hz.Mmuhammed'den sonraki zamanlarda yaşayan ve gelecekte yaşayacak bütün insanlar tarafından da içinde bulundukları aile ve toplumsal ortamlardaki davranışları açısından dikkate alınması gerekmektedir. Böylece insanlara eşleri, akrabaları ve toplumsal yaşamda birlikte oldukları her düzeydeki insanlar ile ilişkilerinin sağlıklı ve düzenli olmasının ancak davranışlarına "imanları çerçevesinde" dikkat etmeleri ile mümkün olabileceği açıklanmaktadır. Örneğin iman edenlerden, Ayetlerde Hz.Muhammed'e seslenilmesi ile ilgili uyarıları dikkate alarak, çocuklarına "Muhammed" ismini verirken düşünmelerinin gerektiği söylenebilir. Çünkü ne kadar dikkat etseler de insanlar ismi Muhammed olanlara seslenirken yüksek sesle veya uygun olmayacak kelimelerle hatta küfür ederek seslenmekten kendilerini tamamen kurtaramayacaklardır. Bu durum doğrudan Hz.Muhammed ile ilgili olmamasına ve ona olan sevginin gösterilmesi niyetiyle çocuklara isminin verilmiş olmasına rağmen, ona gösterilen saygı ile uygun düşmemektedir. Bu nedenle günlük hayatta insanlar arasındaki ilişkilerde kullanıldığı gibi kullanılmasına yol açılmaması için Hz.Muhammed'in adının insanlara verilmemesinin daha doğru olduğu söylenebilir. Nitekim Müslümanların Hz.Muhammed’e olan saygılarından dolayı bir müddet çocuklarına Ahmed adını koymadıkları, Halife Ömer’in de Muhammed adlı şahısları toplayıp günlük hayatta ortaya çıkan bazı mahzurlar yüzünden onlardan isimlerini değiştirmelerini istediği İslam Ansiklopedisinde belirtilmektedir.
AHMED - TDV İslâm Ansiklopedisi
Hz.Muhammed döneminde "kabileler" halinde yaşamakta olan insanların, Allah'a ve peygambere iman etmelerine rağmen, zaman zaman aralarında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle birbirleri ile çatıştıklarına (vuruştuklarına) işaret edilmektedir. Bu durumda çatışan insanların mensubu oldukları kabile "önderlerinin" taraflar arasında arabulucu olması ve aralarını "düzeltmesi" önerilmektedir.
Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin; şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın, eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. (106/9), (49/9)
Müminler ancak kardeştirler, öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz. (106/10), (49/10)
Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın, belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir. (106/11), (49/11)
Ey iman edenler! zannın çoğundan kaçının, çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın, biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin; biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? işte bundan tiksindiniz, o halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. (106/12), (49/12)
Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır. (106/13), (49/13)
Buna göre şayet "kabileler" arasında anlaşmazlık ve çatışma çıkmış ise, her iki tarafın veya bunları ikna edebilecek diğer bir kabile "önderlerinin" çatışmayı durdurmak amacı ile taraflar arasında arabulucu olması ve aralarını "düzeltmesi" istenmektedir. Bu çabalara rağmen kabilelerden biri uzlaşma için yapılan önerilere uymayıp "haksız" yere ötekine "saldırırsa", Allah'ın "buyruğu" olan "doğru yola" dönünceye kadar saldıran tarafla savaşılması öğütlenmektedir. Ancak savaş sürecinde eğer saldırgan taraf vaz geçerse (dönerse), Allah’ın "adil" davrananları sevdiği dikkate alınarak, artık aralarını adaletle düzeltilmesi ve adaletli davranılması gerektiği bildirilmektedir.
Tüm zamanlarda yaşayacak olan insanların bireysel veya toplumsal ilişkilerinin "düzenli" ve "sağlıklı" olması açısından yapılan bu uyarı ve önerileri dikkate almaları gerekmektedir. Zira Allah'ı lütfettiği "Akıl" ile donatılmış olan "İnsanların" bireysel veya toplumsal ilişkilerinde daima bu "ayrıcalığını" hatırlayıp her türlü anlaşmazlık veya sorunu "çözebilecek" kabiliyette olduğu unutulmamalıdır. Özellikle iman edenler arasındaki anlaşmazlıklara işaret edilerek müminlerin ancak kardeş oldukları, öyleyse Allah'ın "isteği" olarak kardeşlerinizin arasının düzeltilmesinin gerekli olduğu bildirilmektedir. Böylece Allah'ın isteğine karşı gelmekten "korkulması" halinde karşılaşılacak eziyetlerden ve kötü duruma düşmekten korunacakları (esirgenecekleri) belirtilmektedir. Esasen çok sayıdaki Ayetlerde insanlar arasındaki konuların daima "istişare" ve "görüşmeler" yolu ile karara bağlanması istenmektedir.
Yine onlar Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar, onların işleri, aralarında danışma iledir, kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar. (62/38), (42/38)
O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et, iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever. (89/159), (3/159)
Nitekim “iman edenlerin” Allah’ın uyarı, öğüt ve önerilerine uydukları, namazı kıldıkları ve bunların yanında işlerini aralarında danışarak yaptıkları belirtilmekte, bunların yanında Müslüman toplumların yöneticilerine de yönetimleri altında bulunan toplum fertlerine yumuşak davranmaları, kaba ve katı olmamaları iş hakkında onlara danışarak karar vermeleri ve verilen kararları Allah’a güvenerek yürütmeleri önerilmektedir. Aksi halde toplumun dağılıp gideceğine dikkat çekilmektedir.
Ayetlerde ayrıca, kişiler veya toplumlar arasında anlaşmazlıklara veya çatışmalara yol açabilecek davranış olarak bir topluluğun diğer bir topluluğu alaya almaması, aynı şekilde toplumdaki kadınların da kadınları alaya almamaları gerektiğine işaret edilerek belki de onların kendilerinden daha iyi olabileceklerini düşünmeleri istenmektedir. Benzer olarak insanlara kendilerini ayıplamamaları, birbirlerini kötü lakaplarla çağırmamaları, iman ettikten sonra kendilerine bildirilenlere uymayarak "fâsıklık" etmemeleri, bunun ne kötü bir isim olduğu, herhangi bir şekilde fasıklık yapan fakat "tövbe" etmeyenlerin de "zalimler" olduğu açıklanmaktadır.
Benzer şekilde bireysel ve toplumlar arası ilişkilerde daima "gerçeklerin" araştırılması ve özellikle kesin olmayan kanaat, kuşku, tahmin veya beklentilere (zan) çok öncelik verilerek karar alınmasından kaçınılması öğütlenmektedir. Karar ve davranışlarda "zan" olarak tanımlanan ve kesinliği bulunmayan hususların bir dereceye kadar faydalı olabileceği ancak doğrulanmamış olması nedeniyle "zannın çoğunun" daima yanıltıcı ve yanlışlık yapmaya (günaha) yönlendirici etkisi olduğuna işaret edilmektedir. Bununla birlikte insanlara birbirlerinin kusurunu araştırmamaları gerektiği ve gerçek olduğunu bilmeden veya bilerek diğerinin hakkında arkasından (onun bulunmadığı yerlerde) konuşmaması (çekiştirmesi) ihtar edilmektedir. Bu durumun ne kadar "tiksindirici" olduğu, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanılmasına benzetilerek açıklanmaktadır.
İman edenler ve bütün insanlar, yapılan bu uyarıları dikkate alarak, Ayetlerde belirtilen "istenmeyen" durumlara düşmemeleri, onlardan şiddetle kaçınmaları ve böylece doğru yola yönelmeleri için önemle uyarılmaktadır. Buna göre bütün insanlardan, Allah'ın her şeyi "bildiğini" hatırlayıp yanlış yapmaktan kaçınmaları (Allah'tan korkmaları), bunun bireysel ve toplumlar arası ilişkiler açısından çok önemli olduğunu anlamaları yapılan bu uyarılara göre davranışlarını düzenlemeleri beklenmektedir. Öte yandan yaptıkları hatalardan pişman olup yeniden yapmamaya karar verenlere (tövbe edenlere), Allah'ın "tövbeleri" çok kabul ettiği ve iman edip doğru yola yönelenleri her türlü endişe ve korkularından onları koruduğu (çok esirgeyici olduğu) bütün insanlara bildirilmektedir.
Yüce Allah bu uyarıları ile ilgili olarak bütün insanları bir erkekle bir dişiden (anne-babadan) yarattığını ve birbirleri ile tanışmaları için kavimlere ve kabilelere ayırdığını hatırlatarak bildirdiği bu gerçekleri en çok anlayıp kabul edenler (iman edenler) ve bildirdiklerine ve beklediklerine teslim olanların (korkanlar) muhakkak ki "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah yanında "en değerli" oldukları belirtilmektedir. Ayrıca bütün insanların hiçbir kalıtımsal üstünlüğe sahip olmadığı ve tek bir insanlık ailesine mensup oldukları bildirilmektedir.
Bu nedenle insanların birlikte yaşamalarında huzurlu ve mutlu olabilmeleri için verilen öğütlerin önemine işaret edilmektedir. Bu bağlamda insanlığın birliği açısından bütün ırkçı, milliyetçi, kavmiyetçi veya kabileci önyargıların kınandığı bütün insanlara özellikle hatırlatılmaktadır. Ayrıca bütün insanların Dünya ortamında bir erkekle bir dişiden (anne-babadan) yaratılarak topluluklar halinde yaşamalarının, Allah'ın Evren'i yaratmayı ve Evren bünyesindeki Dünya ortamını da "İnsanlar" için hazırlamayı "takdir ettiğine" bir delil olduğu düşünülebilir. Çünkü Evren'in günümüzden 13,7 Milyar yıl önce yaratılışını izleyen "zaman" sürecinde Dünya ortamının 4,5 Milyar yıl önce ortaya çıktığı ve 3,5 milyar yıl önce de yaşama başlayan Dünya ortamındaki ilk canlıların (hayatın) zamanımıza kadar gelişip çeşitlenerek (Evrim Geçirerek) şu andaki çevresel ortamı ve en son olarak “İnsansı Yapıları" oluşturduğu ve Allah'ın gerçek ortamda (Arş) yaratıp Dünya ortamına "indirdiği" ilk "Akıllı İnsanlar" ile "İnsansı" yapıların birleşmeleri sonrasında "Akıllı" insanların bu ortamda topluluklar halinde yaşamaya başladıkları Ayetlerdeki ifadelerden ve bu sürece ait zaman dilimlerine ait kalıntılar üzerinde yapılan bilimsel araştırmalardan anlaşılmaktadır.
Allah kendilerine bildirilen doğru yol (Allah Yolunda) uğruna savaşanların canlarını ve mallarını, karşılığında onlara “Cenneti” vaat ederek satın aldığını açıklamaktadır.
Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine cennet karşılığında satın almıştır, çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaattir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! o halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin, işte bu büyük kazançtır. (113/111), (9/111)
Tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır, o müminleri müjdele! (113/112), (9/112)
Bu durumun Allah’ın yerine getirilmesini Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da bizzat güvence altına aldığı gerçek bir vaat olduğu bildirilmektedir. Çünkü Allah yolunda savaşmaları, öldürmeleri ve ölmeleri "iman edenlerin" nitelikleri olarak belirtilmekte böylece onların bu ortamdaki yaşamlarında "Allah Yolunda" sarfettikleri varlıklarını ve sağlıklarını (mallarını ve canlarını) kendilerine verilecek olan Cennet Hayatının bir "karşılığı" olarak "satın aldığını" bildirmektedir. Buna göre sahip olduklarını Allah'a olan iman ve teslimiyetleri nedeniyle harcayanların Ahiret ortamında mutlaka cennet ile ödüllendirilecekleri ve bu durumun Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an’da Allah'ın gerçek bir vaadi olarak açıklandığı belirtilmektedir.
Görüldüğü gibi, Yüce Yaratan bütün insanların bu Dünya ortamındaki yaşamlarında Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğunu anlamalarını sağlayacak olan ve "Allah'ın Yolu" olarak tanımladığı uyarı, öğüt ve önerilerini aslında bütün insanlara yazılı veya diğer şekillerde iletmiş olduğuna işaret etmekte ve bütün insanlardan bunları kabul edip (iman edip) uygulamalarını beklediğini açıklamaktadır. Nitekim "Tek Yaratıcı Güç" olarak Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren hiçbir gücün bulunmadığına dikkat çekmekte ve o halde Allah'la yapılan ve insanlar için gerçekten büyük kazanç olan bu "alışverişten" dolayı mutlu olmaları (sevinin) gerektiğini bütün insanlara hatırlatmaktadır.
Bu durumda Kur'an Ayetlerinden önce de bütün insanlara yaşadıkları zamanın şartlarına göre bütün bunların (Allah'ın Yolu'nun) bildirildiği anlaşılmaktadır. Ancak bunlardan günümüze ulaşanların o zaman insanlara bildirilenler ile "aynı" olmadığı, zaman içinde insanların "nefslerine" uymaları nedeniyle kısmen veya tamamen değiştirildikleri veya ortadan kaldırıldıkları bugün kesin olarak bilinen bir gerçektir. Bu nedenle Yüce Allah Ayetinde bildirdiği gibi, tüm insanlara bütün bunları önceki zamanlarda insanlara gönderilmiş olanları kapsamak ve onların hükümlerini de teyit (tasdik) etmek üzere Hz.Muhammed'e Kur'an’ı vahiy ettiğini açıklamaktadır. Böylece bütün insanlar Allah'ın ilk "Akıllı" insanlardan itibaren bütün insanlara "gerçekler" olarak ilettiklerinin Kur'an Ayetleri kapsamında olduğunu dikkate almaları ve "Yaratıcı" ile ilgili tüm soru ve merak ettiklerini de bu Ayetlerden öğrenebilecekleri bir uyarı olarak ifade edilmektedir.
O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş daha önce de insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i ve Furkan'ı indirmiştir. (89/3), (3/3)
Nitekim, Allah'ın kendilerine iletmiş olduğu "gerçeklere" inanıp onlara göre Allah'a iman ve ibadet edenlerin bu ortamdaki yaşamlarında daima "iyi" olarak tanımlanan niteliklere sahip olacakları, onların göklerde ve yerde (Evrende ve ötesinde) kimler varsa onları Allah'ın yarattığının ve Allah'a ait olduklarının, böylece daima Allah'ın "huzurunda" bulunduklarının bilincinde oldukları ve Allah'a ibadet hususunda kibirlenmedikleri, yorulmadıkları, bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah'ı tesbih (ibadet) ettikleri, Allah'ın Ayetlerine inanmakla kendilerine öğüt verildiğinde büyüklük taslamadan secdeye kapandıkları ve Allah'ı (Rablerini) yücelterek (hamd ile) andıkları (tesbih ederler), yalvardıkları ve Allah'ın kendilerine verdiklerinden (rızıktan) Allah yolunda harcadıkları, Allah'a "iman edenlerin" nitelikleri olarak belirtilmektedir.
Göklerde ve yerde kimler varsa O'na aittir, O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar. (73/19), (21/19)
Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah'ı tesbih ederler. (73/20), (21/20)
Bizim ayetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki, bunlarla kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile tesbih ederler. (75/15), (32/15)
Görüldüğü gibi Allah'a karşı yaptıkları hata ve yanlışlıkları nedeniyle pişman olup tekrarlamamak için tövbe edenler, Allah'ı yücelterek anan ve Allah'a şükür edenler (hamd edenler) oruç tutarak, rükû ve secde yaparak dua edenler (namaz), iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarının (uyarı, öğüt ve önerilerinin) koruyanlar "iman edenler" olarak nitelendirilmekte ve Hz.Muhammed'in o "müminleri" bu ortamdaki ve ahiret ortamlarındaki yaşamlarında onlara vaat edilenlerle müjdelemesi istenmektedir.
İnanmayanların Özellikleri ve İnananlar ile İlgili Açıklamalar
Bugün ulaşılan düşünce düzeyinde "Yaratıcı" fikrine inanmamanın "Vazgeçilemez" bir "Bilimsellik" ve "Akılcılık" olduğu birçok "Filozoflar" tarafından ileri sürülmektedir. Genel anlamda bu tür "Düşünürler" tarafından ileri sürülen ve "Ateizm" olarak tanımlanan düşünce yapısına göre Dinsel düşünüşün Bilimsel düşünüşe set çektiğini ifade etmektedirler.
“Dinsel düşünüş, bilimsel düşünüşe set çekerken kültürel gelenek ve alışkanlara yaslanır. Bunu da güvenilir bir otoritenin (büyücü, din adamı, şef, peygamber vs.) bilgilerine dayandırmaya çalışır. Bu yüzden söz konusu “güvenilir bilgi ve kanıtları” sorgulamayı gereksiz gördüğü gibi; buna yeltenmeyi kafirlikle, dinsizlikle, gelenekleri yıkmakla da itham eder. Bu andan itibaren ebedi çatışma da başlamış olur. Felsefi eleştiri, tam da bu noktada devreye girer.”
https://odatv.com/ateizm-nasil-ortaya-cikti-16022021.htm l
Genellikle Ateizm veya “tam inançsızlık” olarak adlandırılan bu tür düşüncelere göre “Dinsel Düşünüşün” dayandırıldığı gibi bir “Yaratıcı” olması gerekmemektedir. Ayrıca “Dinsel” düşüncelerin ileri sürdükleri "Yaratıcı" fikrinin de tamamen yanlış bir "Temele" dayandırıldığı görülmektedir. Zira ateistlik ve inançsızlık fikrini benimseyen araştırma ve yayınlardan “Dinsel” düşüncenin dayandırıldığı “Yaratıcı” kavramının her türlü güce sahip, üstün ve “insan benzeri” bir “varlık” gibi düşünüldüğü anlaşılmaktadır.
Halbuki Kur'an Ayetlerinin "Bilgi Birikimlerinin" ışığı altında incelenmesi halinde bu durumun tamamen aksinin insanlara "Bildirildiği" görülecektir. Çünkü Kur'an Ayetleri ile bütün insanlara iletilen öğüt, öneri ve delillerin "Bilimsel Düşünüşe" bir "Set" olmadığı, tam aksine insanları doğru ve gerçek bir "Dinsel Düşünüşe" yönlendirildiği açıklanmaktadır.
Kur’an Ayetlerinin birlikte ve aralarındaki anlam bağları dikkate alınarak incelenmesi halinde, bu ortamda "Ortaya Çıkan" ilk "Akıllı" insanlardan itibaren çağlar boyunca insanlara sahip oldukları "Akıllarını" kullanarak "Etrafları" ile ilgilenmeye ve üzerinde düşünmeye yönlendirmek için “içlerinden biri” olan insanlar (peygamberler) tarafından bazı "Bilgiler İletildiği" bilinmektedir. Bu bilgilerin o dönemlerde insanların sahip oldukları "Bilgi Birikimleri" çerçevesinde değerlendirilerek insanlardan "Yaratılış" ile ilgili bir kanaate varmalarının ve sonuçta inkâr edilemez bir "Gerçek" olarak tüm yaratılışların bir "Tasarımcısı" ve Uygulayıcısı" olduğuna kanaat getirmelerinin beklendiği anlaşılmaktadır.
Kur'an Ayetlerinde bu beklentinin Dünya ortamında yaşayacak bütün insanların "Ruhlarına" bu ortama gelmeden önce Ayetlerde Arş olarak adlandırılan Gerçek Ortamda "Yaratan" tarafından “Yaratıcıyı Tanıma Güdüsü" olarak yerleştirildiği açıklanmaktadır. Buna göre bütün insanlara "Yaratanın" bu ortamın sona ermesine kadar yaşayacak olan bütün insanların Ruhlarını "Yarattığı", onların tamamını bir araya getirip "Topladığı" ve bütün insan "Ruhlarının" bu toplantıda bir "Yaratıcının" bulunduğuna "Şahit" oldukları bildirilmektedir.
Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onlar da “Evet şahit olduk” dediler. (39/172), (7/172)
Bu açıklamaların insanların benliklerinde bir "Ruhlarının" bulunduğunu ve insanların ruhlarında da soyut duygu ve hisler ile birlikte “Akıl” unsurunun yer aldığını gösterdiği inkâr edilemeyecek bir "Gerçek" olarak şu anda yaşamakta olan her insan tarafından her an deneyimlenmektedir. Bu durumun aslında insanların ruhlarının ve insan ruhlarında bulunan soyut duygu ve hislerinin kaynağı ve yapıları ile ilgili araştırmaların yapılmasının gerekli olduğuna işaret ettiği görülmektedir.
Buna rağmen, bilim insanları da dahil ateistlik ve inançsızlık fikrini benimseyenlerin insanların “Ruhları ve Yaratıcı” ilişkisine dayanan "Gerçekler" ile ilgili konularda "Bilimsel" araştırmaların yapılması yerine, geçmiş ve güncel olan bütün toplumlarda ve daha çok "İslam" olarak tanımlanan Müslüman toplumlarda kişisel ve toplumsal çıkarlar uğruna geliştirilerek “gelenek” haline getirilen "Uygulamaların" dikkate alınması nedeniyle ulaşılan ve bir "Yaratıcıya" gerek olmadığı esasına dayanan düşüncenin tamamen yanlış bir "Temele" dayandırıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Buradaki asıl sorun bütün geçmiş insan toplumlarının kendilerine "İletilenleri" onlardan beklendiği şekilde "Anlamamalarından" veya "Çıkarları" nedeniyle "Anlamazlıktan" gelerek "Değiştirmelerinden" kaynaklanmaktadır. Bu durum bütün "İnanışlar" için aynen geçerlidir. Bu durum özellikle "İslam" olarak tanımlanan "Müslümanlar" açısından çok daha önem taşımaktadır. Çünkü Hz.Muhammed tarafından önce kendilerine iletilmiş bulunan Yüce Yaratıcının tüm insanlara “son olarak” gönderdiği ve önceki gönderdiklerini de (Kitapları) teyit ettiği Kur’an Ayetlerin beklendiği gibi “doğru” olarak anlaşılamadığı yapılan uygulamalardan görülmektedir.
Bu nedenle günümüzde toplumlar arası ilişkilerde yaşanan bütün “olumsuzlukların” sadece "Müslümanlara" atfedilmesi son derece yanlış bir değerlendirme olmaktadır ve yaşanan bütün olumsuzlukların bu gerçekleri umursamayıp kişisel ve toplumsal çıkarlar uğruna değiştiren bütün toplumların bu durumdan sorumlu olduklarını unutmamak gerekir.
Burada Kur'an Ayetlerine göre “İslam” tanımlamasının çağlar boyunca bütün insanlara iletilmiş olan "Tek Yaratan" fikrine dayanan bütün "İnançları" ifade ettiğinin dikkate alınması gerekmektedir. Zira "Tek Yaratan" fikrine dayanan ve geçmişte diğer bütün toplumlara da iletilen “doğruların” ve “gerçeklerin” tamamı Yüce Yaratan tarafından "İslam" olarak tanımlanmaktadır.
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur. (89/19), (3/19)
Buna göre ne kadar değişikliğe uğratılmış olsa da bütün "Dinsel Düşünceler" aslında Gerçek Ortamda "Ruhlarına" yerleştirilmiş olan "Bir Yaratıcı" olan Allah'a ulaşılması esasına dayanan “İslam” ile ilgilidir.
Bu nedenle "Yaratıcıya" inanmayanlar aslında "Kendilerine de” inanmamaktadır.
Görüldüğü gibi, Kur’an Ayetlerinin insanlara bahşedilen "Akıl" unsurunun işletilerek "Ulaşılan Bilgi Birikimleri" ile “birlikte” incelenmesi sonucunda, onlara yaratıcı ve yaratılış ile ilgili "Gerçekleri" gösterdiği anlaşılabilecektir. Çünkü bu Ayetlerde "En Üstün Yaratılmış" olarak nitelendirdiği "İnsanı" lütfettiği "Akıl" unsurunu kullanarak "Allah’ı" ve "Yaratıcılığını" fark etmesi ve "Allah'a Teslim Olması" için yarattığını belirtmektedir.
Ancak insanın yaratılışına dair olan Ayetlerde, Allah'ın "Hükümranlığını" yürütmek üzere ve “kısıtlı” karar verme yetkisi vererek "Yarattığı Güçlerden" biri olan ve "Şeytan" olarak tanımlanan "Unsurun" kendisini “üstün” görüp insanın yaratılışına itiraz ettiği ve insanları “Tek Yaratıcı Güç” olan Allah’ı tanımalarına engel olacağını, onları yanıltacağını ayrıca onların çoğunu iman etmiş (şükredenlerden) olanlardan “bulmayacağını” Allah’a ilettiği açıklanmaktadır.
İblis: “Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver” dedi. (39/14), (7/14)
Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin” buyurdu. (39/15), (7/15)
İblis dedi ki: “Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.” (39/16), (7/16)
"Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!" dedi. (39/17), (7/17)
Allah buyurdu: “Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım! “(39/18), (7/18)
Buna göre Şeytanın Yüce Yaratıcının “izni” ile insan ruhuna eklediği duyguların İnsanların Allah’a inanmalarında onları kuşkuya sürüklediği ve sonuçta inkara varan inançsızlıklara yönlendirdiği anlaşılmaktadır. Ancak aynı zamanda lütfettiği "Akıl" unsuru ile Allah'a iman eden "Mümin" İnsanın Şeytanı etkisiz hale getirebileceğini Şeytana ve tüm İnsanlara göstermeyi takdir ettiği için Şeytanın İnsanlar üzerinde "Etkili" olabilmesine izin verdiği anlaşılmaktadır
'Şurası muhakkak ki, benim ihlaslı kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın olmayacaktır. Koruyucu olarak Rabbin yeter''. (50/65), (17/65)
Gizli konuşmalar şeytandandır, bu, iman edenleri üzmek içindir; oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça, müminlere hiçbir zarar veremez., müminler Allah'a dayanıp güvensinler. (105/10), (58/10)
Bu izin nedeniyle "Şeytan" İnsanlar üzerinde her şekilde "Etkili" olmayı mümkün hale getirmek üzere İnsanın kendisine tabi olmasına yardımcı olacak "Unsurları" taşıdığı "Akıl" unsurunun yanına bir bilgisayar programı gibi "Yüklediği" söylenebilir. Bunlar unsurlar özetle kibir, haset, kin, zulüm, nefret, kıskançlık, açgözlülük, hak yemek, taşkınlık etmek, çekememezlik, küstahlık, hor görme, ihanet, azgınlık, yalancılık, oburluk, ahlaksızlık, şehvet, öfke, hırs, tembellik, büyücülük gibi hisler ve bu hislere bağlı davranışlar olarak sayılabilir.
Görüleceği gibi bu unsurlar aslında tüm insanlarda bulunmaktadır. Fakat Allah, insanların "Akıllarını" kullanarak bunların kendi "Asıl" unsurlarından olmadıklarını fark edebileceklerine ve bu farkındalık sayesinde bu unsurları "Kontrol" edebileceklerine işaret etmektedir. İşte bu kontrolü başaran İnsanlar "Allah'a İman Eden" yani doğru yola ulaşmış olmakta, başaramayanlar ise Şeytanın yerleştirdiği etkileri "Fark Edemedikleri" için kolaylıkla Allah'ın varlığını "İnkâr" yoluna dönebilmektedirler.
Esasen Yüce Allah, Şeytan'ın insanlar üzerinde hiçbir "nüfuzunun" olmadığını ve Şeytan'a bu izni insanlardan ahirete inananın şüphe içinde kalandan ayırt edilmesi için verdiğini açıklamaktadır.
Halbuki şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu, ancak ahirete inananı, şüphe içinde kalandan ayırdedip bilelim diye (58/21), (34/21)
Belirtilen unsurların tamamı, "İnsan Ruhunun" bir özelliği olan "Nefsine" Şeytan tarafından insanları doğru yoldan ayırmak üzere eklenmiş bulunmaktadır. Gerçekten İncil'de de gurur, çekememezlik, oburluk, şehvet, öfke, hırs ve tembellik unsurlarına 7 Büyük Günah olarak atıfta bulunmaktadır. Bu duygular İnsanın kendini her şeyi bilen olarak hissetmesine olanak vermekte, kendisini üstün görmesini, beğenmesini ve bencilliğini en ön plana çıkarmaktadır.
Bu duygular İnsanda daha iyi yaşamak içgüdüsünü tetiklemekle birlikte herhangi birisinin "Aklın Kontrolünden Çıkması" halinde İnsanı kendisine yapılan uyarıları ve önerileri "Kabul Etmemeye" ve Allah’ı "İnkara" kadar vardıracak sonuçlara yönlendirebilmektedir. Akıllarını kullanamayıp "Şeytan" tarafından eklenen bu duyguların etkisinden kurtulamayan ve daima bunlara bağlı olarak karar veren ve davranan insanlar "Şeytanlaşmış İnsan" olarak tanımlanabilir. Şeytanların kötülüklerinden korunmak için “Dua” olarak gönderilen Nas Suresinde bu şekilde Şeytanlaşmış İnsanların kötülüklerinden de korunulması ifade edilmektedir.
"Cin ve insanlardan " (21/6), (114/6)
Bu nedenle insanlardan nefslerini kontrol ederek Şeytan'ın etkisinden kurtulabileceklerini dikkate almaları ve Allah'a ve ölüm sonrasına inanmaları beklenmektedir.
Allah, ilk vahiylerin insanlara iletildiği zamanlarda inkâr edenlerin Zikr'i (Kur'an'ı) işittikleri zaman, hissettikleri kin ve hasetleri nedeniyle neredeyse Hz.Muhammed'i gözleriyle devirivereceklerini belirterek Hz.Muhammed'e bu zor görevi yerine getirmesinde sabırlı olmasını öğütleyerek ona yardımcı olduğunu hissettirmektedir.
O inkar edenler Zikr'i işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devirivereceklerdi, hâla da "Hiç şüphe yok o bir delidir" derler. (2/51), (68/51)
Oysa o, âlemler için ancak bir öğüttür. (2/52), (68/52)
Burada, zamanımızda da Allah’a ve Hz.Muhammed'e inanmayanların hala kin ve hasetlerinden Hz.Muhammed'e "Hiç şüphe yok o bir delidir" dediklerini belirterek tüm Müslümanlara da aynı sabrı göstermeleri önerilmekte ve Kur'an'ın "âlemler" için ancak bir öğüt olduğuna tüm insanların ve özellikle de inanmayanların dikkatleri çekilmektedir.
Kıyamet olarak adlandırılan ve Dünyamızın da dahil olduğu Evren olarak tanımladığımız bu ortamın ortadan kaldırılacağı olayların "Sür'a" olarak (Boru Çalınması gibi) tanımlanan bir "Haber Verme" işlemi ile başlayacağı ve Sûr'a "Tekrar" olarak "üflediğinde" Evren ve Dünya ortamında ne varsa hepsinin yeniden diriltilerek "ayağa kalkmış" olacakları (Kıyam) bildirilmektedir.
O Sûr'a üfürüldüğü zaman var ya, (4/8), (74/8)
İşte o gün zorlu bir gündür. (4/9), (74/9)
Kafirler için kolay değildir. (4/10), (74/10)
Sûr'a üflenince, Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölecektir, sonra ona bir daha üflenince, bir de ne göresin, onlar ayağa kalkmış bakıyorlar! (59/68), (39/68)
Ayetlerde Sûr'a "tekrar" üfürüldüğünde, işte o zamanın, tüm insanlar için çok zorlu bir gün olacağına işaret edilmekte ve bugünün Allah'ı inkâr edenler (Kafirler) için çok daha zorlu olacağı da özellikle belirtilmektedir. Zira diğer çok sayıdaki Ayetlerden anlaşıldığına göre, "ayağa kalkış" ortamında insanların "bilinçlerinin" yerinde olacağı, buna göre o sırada artık yeniden diriltildiklerini fark ederek Dünya ortamında yaşarken inkar ettiklerinin "gerçek" olduğunu ve bu nedenle de kendilerini bekleyen zorlukları anlayacakları açıklanmaktadır.
Yüce Yaratan, inkâr edenlerin özelliklerini tüm insanlara açıkça iletmek için ihsan ettiği bazı özellikleri bulunan ve bu vasıfları ile "Tek" olarak yarattığını açıkladığı bir kişinin durumunu örnek olarak belirtmektedir.
O kimseyi bana bırak! (4/11), (74/11)
Tek olarak yaratıp, (4/12), (74/12)
Kendisine geniş servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim, (4/13), (74/13)
Kendisi için serdikçe serdiğim. (4/14), (74/14)
Üstelik o daha da arttırmamı umuyor. (4/15), (74/15)
Asla! çünkü o, bizim âyetlerimize karşı alabildiğine inatçıdır. (4/16), (74/16)
Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım! (4/17), (74/17)
Zira o, düşündü taşındı, ölçtü biçti. (4/18), (74/18)
Canı çıkasıca, ne biçim ölçtü biçti! (4/19), (74/19)
Sonra, canı çıkasıca tekrar nasıl ölçtü biçtiyse! (4/20), (74/20)
Sonra baktı. (4/21), (74/21)
Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. (4/22), (74/22)
En sonunda, kibrini yenemeyip sırt çevirdi de: "Bu" dedi, (4/23), (74/23)
"Olsa olsa nakledilen bir sihirdir." (4/24), (74/24)
"Bu, insan sözünden başka bir şey değil." (4/25), (74/25)
Ben onu sekara sokacağım. (4/26), (74/26)
Allah, birçok üstün vasfı bulunan, geniş servet edinip oğullara sahip olan ve İzni ile nimetlere sahip olan ve daha fazla nimetlere sahip olmayı uman ve gönderdiği Kur'an Ayetlerine karşı inatla inanmayan “bu” kişinin durumu için "Bana Bırak" şeklinde bir ifade kullanmıştır. Burada örnek olarak verilen kişiye çok dikkat etmek gerekmektedir. Zira bu kişi Allah'ın varlığını ve "Her Şey" i yaratan olduğunu anlayıp algılayabilecek bilgiye ve bulunduğu ortamda saygın bir yere ve üne sahip olmasına rağmen, bu gerçeği kabul edememiş ve kendi bilgisine güvenerek yaptığı araştırma, akıl yürütme ve değerlendirmeler sonucunda Kur'an Ayetlerini bir "Sihir" ve "İnsan Sözü" olarak tanımlayıp inkâr etmiştir. Bu kararından dolayı Allah "O Kimseyi bana bırak" şeklinde çok şiddetli bir uyarıda bulunmuş, işlerini zorlaştıracağını ve onu cehenneme (sekara) sokacağını açıklamıştır.
Tüm bilgili insanlar, özellikle de bilgin ve ilim sahibi olan insanların bu örneği defalarca incelemeleri ve düşünmeleri gerekmektedir. Zira Allah, Ayetleri ve tabii olarak Kendisini en iyi "İlim Sahibi" insanların anlayacağını belirtmektedir. Zira ilimle uğraşıp akıl yürütenler ve bu sayede bilinmezleri ortaya çıkarıp insanların bilgisine sunanlar göreceklerdir ki "Hiçbir Şey" kendiliğinden olmamıştır, "Hiçbir Şey" bir önceki andaki gibi değildir, sürekli değişim halindedir, "Hiçbir Şey" in “tamamen aynı” bir eşi bulunmamaktadır, "Her şey" başka şeyleri etkilemektedir, "Her şey" maruz kaldığı etkilere anında ve "Bilinçli" olarak tepki vermektedir, bu tepkiler başka şeyleri yeniden etkilemektedir ve bu durum bizlere, aklı olan insanlara "HER AN HER ŞEYİN YENİDEN YARATILDIĞINI" ifade etmektedir.
O, her an yaratma halindedir. (97/29), (55/29)
Bu ifadeler de en iyi ve anlamlı şekilde ancak bilgi ve bilim sahibi insanlar tarafından anlaşılabilmektedir.
Hayır o, kendilerine ilim verilenlerin sînelerinde apaçık âyetlerdir. (85/49), (29/49)
Buradaki Ayetlerde tanımlanan insan da aslında Yüce Allah'ı anlayabilecek bilgiye sahip bir "Bilim Adamı" olarak bugün yaşamakta olan ve Kıyamet zamanına kadar yaşayacak olan tüm bilim adamlarına örnek teşkil etmektedir. Zira bilim adamları öğrendikleri ile Yüce Yaratan'ı en iyi anlayabilecek derinliklere erişebilmektedir. Bu duruma ulaştıktan sonra Allah'ı ve Ayetlerini "Kibrini" yenemeyip inkâr ederlerse, bu insanlar da örnek olaydaki gibi bir sonla karşılaşacaklarını düşünmelidirler.
Allah'ın yegâne yaratıcı olduğunu, şu ana kadar oluşmuş ne varsa, şu anda ne oluşmakta ise ve şu andan sonra neler oluşacak ise tamamının tasarlayıcısı ve bu ortam ile ilgili (Evren ve Dünya Ortamı) yürürlüğe koyduğu "Değişmeyen Kanunları" çerçevesinde bu oluşumları (Yaratmayı) gerçekleştirdiğini inkâr eden insanlara ve toplumlara, daha önce yaşamış ve böylece akıllarını kullanmamış olan toplumların sonları örnek olarak gösterilmektedir.
Onlardan önce Nuh kavmi, Ress halkı ve Semûd da yalanlamıştı. (34/12), (50/12)
Âd ve Firavun ile Lût'un kardeşleri de. (34/13), (50/13)
Eyke halkı ve Tübba' kavmi de bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da tehdidim gerçekleşti! (34/14), (50/14)
Biz, onlardan önce kendilerinden daha güçlü olan, diyar diyar dolaşan nice nesilleri helâk etmişizdir, kurtuluş var mı? (34/36), (50/36)
Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır. (34/37), (50/37)
Böylece bilgi birikimi ve akıllarını bu "Gerçeklere" ulaşabilmek için kullanamamaları yüzünden Allah'ı idrak edemeyen insanlara, Allah’ı yalanlayan önceki toplumlar üzerinde Allah'ın "Tehditlerinin Gerçekleştiği" ve ortadan kalktıkları hatırlatılarak aynı yolda olmamaları ve akıllarını kullanıp inkarcılıktan geri dönmeleri önerilmektedir.
Burada muhatap alınan ve inanmayan topluma kendilerinden daha güçlü birçok diğer toplumların da bu inkarcılıkları yüzünden "Helak Edildikleri" ve inat edilmesi durumunda bundan kurtuluş olmadığı hatırlatılmakta ve aklı olan ve bu uyarılara kulak veren kimseler için bu örneklerin birer "Öğüt" olduğu açıklanmaktadır.
Bir diğer Ayette de Allah'a ve yaratıcılığına inanmayıp şüphe eden ve özellikle inkâr eden insanlara insanların ilk yaratılışları hakkındaki Ayetler üzerinde düşünmeleri telkin edilmektedir.
İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik? hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindedirler. (34/15), (50/15)
Ayrıca bu “yaratılışın” Kur'an’da birçok defa belirtilen insanların "Gerçek Ortamda" yeniden yaratılacakları gerçeğine işaret ettiğine de dikkat çekilmektedir. Buna göre insanları ilk yaratmada acizlik göstermeyen Yüce Yaratanın insanların "Yeniden Yaratılmaları" konusunda şüpheye düşülmemesi gerektiği "İlk Yaratma" delil gösterilerek insanlara açıklanmaktadır.
Yüce Allah bütün insanlara “öğüt vermek" üzere “bildirdiği” Kur'an üzerine yemin vererek, “Allah ve Yaratıcılığı” ile ilgili “gerçeklere” inanmayıp inkar edenlerin (Küfredenlerin) bir gurur ve ayrılık içinde bulunduklarını hatırlatmaktadır.
Sâd. Öğüt veren Kur'an'a yemin ederim ki, (38/1), (38/1)
Küfredenler aksine bir gurur ve tefrika içindedirler. (38/2), (38/2)
Onlardan önce nice nesilleri helâk ettik, o zaman feryat ettiler, halbuki artık kurtulma zamanı değildi. (38/3), (38/3)
Aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. (38/4), (38/4)
Ve kafirler: “Bu pek yalancı bir sihirbazdır! Tanrıları, tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir!” dediler. (38/5), (38/5)
Onlardan ileri gelenler: “Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik." (38/6), (38/6)
"Bu, ancak bir uydurmadır. Kur'an aramızdan Muhammed'e mi indirildi?” diyerek kalkıp yürüdüler. (38/7), (38/7)
Belki, bunlar Kur'an'ım hakkında şüphe içine düştüler, hayır! Azabımı henüz tatmadılar. (38/8), (38/8)
Yoksa azîz ve lütufkâr olan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? (38/9), (38/9)
Yahut göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı onların elinde midir? öyleyse yollarında yükselsinler! (38/10), (38/10)
Onlar, çeşitli guruplardan oluşmuş bir ordudur; işte şurada bozguna uğratılacaklardır. (38/11), (38/11)
Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi, kazıklar sahibi Firavun, Semûd, Lût kavmi ve Eyke halkı da peygamberleri yalanladılar. (38/12), (38/12)
İşte bunlar da birleşen topluluklardır. (38/13), (38/13)
Onların her biri gönderilen peygamberleri yalanladılar da bu yüzden azabım hak oldu. (38/14), (38/14)
Bunlar da ancak, bir an gecikmesi olmayan korkunç bir ses beklemektedirler. (38/15), (38/15)
"Rabbimiz! Bizim payımızı hesap gününden önce ver" dediler. (38/16), (38/16)
Onların söylediklerine sabret, kulumuz Davud'u, o kuvvet sahibi zâtı hatırla, o, hep Allah'a yönelirdi. (38/17), (38/17)
Sâd, Bunlar bazı Surelerin başında bulunan "şifre" veya kısaltma harflerindendir. Bu harflerin başında bulunduğu veya onları izleyen Ayetlerde söz konusu "harflerin" veya "harf gruplarının" Kur'an Ayetleri ile yapılan uyarı, öğüt ve öneriler ile "doğrudan" ilişkisi açık ve kesin olarak belirtilmemekte fakat onların "Kur'an’ın Ayetleri" oldukları kesin bir şekilde (apaçık) bildirilmektedir.
Buna göre yapılan bazı "atıflar" dikkate alınarak, insanların bunların apaçık bir şekilde "Kur'an Ayetleri" olduklarını, Kur'an’ın Allah "katından" ve Allah tarafından Hz.Muhammed'e mübarek bir gecede ve "Arapça" olarak "indirildiğini”, Kur'an-ı Kerim'in "hikmet" dolu olduğunu, onda asla bir "şüphe" bulunmadığını ve inananlar (muttakiler) için yol gösterici olduğunu Ayetleri okurken dikkate almalarının ve üzerlerinde "yoğunlaşmalarının" en doğru ve anlamlı bir yaklaşım olacağına işaret edilmektedir. Bu konuda "Kur'an’ın Şifre Ayetleri" bölümünde açıklama bulunmaktadır.
Bu şekilde gurur ve ayrılık (tefrika) içinde olanlara, onlardan önce kendileri gibi olan birçok nesillerin "Kendisi" tarafından helak edildikleri ve onların ancak bu yok oluş sırasında Allah'a "feryat" ederek yardım ve af diledikleri, halbuki artık bundan kurtulmak için çok geç olduğunu gördükleri anlatılmaktadır.
Ayrıca Hz.Muhammed'e ve onun ilettiklerine inanmayanların kendilerine bir "Uyarıcının" gelmesine ve ilettiği şeylere şaşırdıkları belirtilmektedir. Kendilerine anlatılanları görüp anlamalarına rağmen, kendi inanışlarına uymayan ve tapındıkları tanrıları "Tek Yaratanın" yapmış (Yaratmış) olmasını "çok tuhaf " olarak algıladıkları ve karşılaştıkları bu gerçekleri ileten uyarıcıyı da sihirbaz olarak tanımlayıp inkârcı tutumlarını sürdürdükleri anlatılmaktadır.
İnkarcıların ileri gelenlerinin Kur'an’ın Hz.Muhammed'e “indirilmiş” olmasını mümkün görmediklerini ve böyle bir gelişmenin dinlerinde bulunmadığını ve onun Kur'an’ı uydurduğunu ileri sürerek, toplumdan kendilerinden beklendiği gibi tanrılarına bağlılıklarını sürdürmelerini istedikleri belirtilmekte ve böylece toplum bireylerinin Kur'an hakkında şüpheye düştüklerine işaret edilmektedir.
Hz.Muhammed'in ilk vahiylerini ilettiği toplumda karşılaştığı bu direnişler aslında insanların bu ortam ile özdeşleşmelerinin bir sonucu olarak bu ortamda görüp algıladığı ve edindiği bilgilere göre açıklayabildiği konular dışında kalan hususları anlamalarında karşılaştıkları zorluklar nedeniyle ortaya çıkmaktadır.
Nitekim bugün bile bu ortamda yaşayan yaklaşık 6 milyar insanın çok önemli bir bölümünün 1400 yıl önce Adem’in bu ortamda ortaya çıkmasından sonraki dönemlerde insanlara iletilen ilahi sözlerin sonuncusu olarak kendilerine iletilmiş olan Kur’an’da açıklanan "Yaratıcı", "Yaratılış ve Dayandığı Kanunlar" konularında “kuşku” duyduklarını göstermektedir. Hatta bu günkü insanların sahip oldukları bilgi ve deneyimleri dikkate alındığında, bu günkü insanların daha da bağnaz oldukları söylenebilir. O nedenle Yüce Yaratan'ın defalarca hatırlattığı gibi, tüm insanların "Akıllarını" kullanarak kendileri ve diğer tüm hayvan, bitki ve diğer varlıkları ve bunların nasıl "Yaratıldıkları" konusunda düşünmeleri ve sonuçta "Yaratanı" hissederek O’na teslim olmaları beklenmektedir, yoksa yukarıda belirtilen geçmiş toplumların düzeyinde ve "Şüphe İçinde" kalacaklardır.
Ancak Yüce Yaratan insanlardan kendilerine "Akıl" verdiği insanlardan bunu kullanarak ve kendilerine gösterilen delilleri görüp anlayarak "Allah’a" yönelmelerini beklemektedir. Bu durumun inkâr edilmesi halinde, Allah tarafından gönderilecek "Azap" ile karşılaşılması söz konusudur. Allah hakkında düşünmeyen ve kendi kısıtlı imkanları ile Allah’ı inkâr edenlerin bu inatlaşmalarının karşılığında "Henüz Tatmadıkları" bir azap çekecekleri, "Akıllarını Kullanarak İdrak Etmeleri İçin" onlara hatırlatılmaktadır.
Allah’a “iman” etmeyenlere ayrıca aziz ve lütufkâr olan Allah’ın merhametinin (rahmet hazinelerinin) onların yanında olduğunu mu düşündükleri sorularak bu durum üzerinde düşünmeleri gerektiği bildirilmektedir. Zira iman etmeyen insanların Allah’ı anlamaları ancak samimi olarak bu ve benzer Ayetler üzerinde düşünmeleri ve araştırmaları ile mümkün olabilecektir.
Tüm yaratılışın “Tek Yaratıcı Güç” olan Allah tarafından tasarlanarak gerçekleştirilmiş olduğuna ve halen yürütüldüğüne inanmayan insanların bu direnişlerinde ısrarcı olmalarının, kendilerinin de Yüce Yaratan'ın bilgisine ve gücüne sahip olduklarını “sanmalarının” sonucu olduğuna işaret edilmektedir.
Yüce Yaratıcı yeterli düzeyde “Akıllı” ve “bilgili” olmaları ile övünüp kibirlenen insanların kendilerine bildirilen “gerçekler” karşısındaki inanmama inatlarını bir "meydan okuma" olarak nitelendirilmekte ve onlara "Yoksa bunların göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığının onların elinde olduğunu mu sanmaktadırlar? Öyle ise yollarında yükselsinler bakalım" şeklinde sorular yöneltmektedir.
Yüce Allah böylece ne kadar akıllı ve bilgili olurlarsa olsunlar Kur’an Ayetlerine ve Allah’a iman etmeme tutumlarını sürdürerek yaratılış üzerindeki hükümranlığın sadece Allah’ın olduğu "gerçeğini” hiçbir şekilde değiştiremeyecekleri açıklanmakta ve ihtar edilmektedir.
Dikkat edilirse özellikle son zamanlarda bilimsel araştırma ve geliştirme ile ilgilenen insanlar, her konudaki daha öncesinde hiç kimse tarafından daha önce bulunmayan veya bilinmeyen bazı yapıları, unsurları veya bir şeyi bulup ortaya çıkardıkları “yeni keşifleri” sahiplenmekte ve bunların ilk olarak onlar tarafından "bulunduklarını" hatta bazı konularda çok daha ileri giderek onlar tarafından "yaratıldıklarını" ileri sürmektedirler.
Aslında yapılan şey esasen var olduğu halde o zamana değin varlığı bilinmeyen başka yapılara ve niteliklere sahip unsurların bilimsel araştırmalar ve çalışmalar sonucunda “yeni bir şey” olarak (Bulgu) ortaya çıkarılması olmaktadır. Ancak bu durum öncesinde hiçbir unsura bağlı olmadan tamamen “yeni” bir şeyin “hiç yoktan” ortaya çıkarılması olarak ta düşünebileceğimiz “yaratma” olgusunu tanımlamamaktadır.
Diğer bir ifade ile, mevcut en küçük Atom Altı Parçacıkların “davranışlarından” yararlanılarak “yeni” bir şeyin “bulunması”, hiçbir zaman bir Atom Altı Parçacığın veya bilemediğimiz daha alt yapıların “yoktan ortaya çıkarılması” ile yani “yaratılması ile” ilgisi bulunmamaktadır. Zira Atom Altı Parçacıklar esasen tüm yaratılışın “temelini” oluşturan en alt yapılardır. O nedenle bir şeyin “yaratılması” öncelikle “o şeyi oluşturacak” Atom Altı Parçacıkların bir “hiçlikten” ortaya çıkarılması, yani “yaratılması” ile mümkün olabilecektir. Bu durumda Evreni (belki Evren ötesini de) oluşturan "yaratılmış veya yaratılmakta" olan tüm “şeylerin” alt yapısı olan bu parçacıkların davranışları ve hareketleri üzerinde çalışarak birbirlerini nasıl etkilediklerinin anlaşılması ile sonuçta “yeni” ve farklı bir “şeyin” ortaya çıkarılması “bulgu” veya “buluş” ya da “keşif” olarak açıklanmaktadır.
Bu konuda “Evrenin ve Dünyanın Yaratılışı” bölümünde ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.
Bu nedenle yaptıkları bilimsel araştırma ve çalışmalar sonucunda yeni veya farklı bir şeyi bulup ortaya çıkardıkları “yeni keşifleri” sahiplenerek onlar tarafından "yaratıldıklarını" ileri süren bilimin çeşitli dallarında çalışan insanlar, aslında "yaratılmış veya yaratılmakta" olan Atom Altı Parçacıklar üzerinde çalışarak yeni oluşumları bulmuş olmakta ve bu yeni oluşumlar (şeyler) ile insanların yaşamlarının kolaylaştırılmasında yararlanılmaktadır. Bilim insanlarının önemli bir bölümü "yaratılmış veya yaratılmakta" olan Atom Altı Parçacıklar üzerinde çalışarak davranışlarını “kavrayıp” ortaya çıkardıkları “yeni keşifleri” sanki onları meydana getiren Atom Altı Parçacıklarını da tasarlayarak hiç yoktan (yokluktan) kendileri tarafından “yaratıldıklarını” düşünebilmektedir.
Bu insanlar çalışmalarında birbirleri ile bilgi alışverişinde bulunarak ve birisinin başlattığı bir konuyu sonradan gelen diğerlerinin geliştirip tamamlamaları ile yürütülen çalışmaları sayesinde daima yeni şeyleri ortaya çıkarmalarına rağmen, buldukları yeni “şeylerin” kendileri tarafında “yaratıldığı” görüşünün etkisi ile “Tek Yaratıcı Gücün” her şeyin yaratıcısı ve sahibi olduğu “gerçeğini” dikkate almayıp Allah’ı "inkâr" edebilmektedirler. Halbuki bilimle uğraşan insanların "Gerçekleri" görüp anlama konusunda diğer insanlara göre çok önemli bir öncelikleri bulunmaktadır. Kendilerine lütfedilen bu becerilerine rağmen “Tek Yaratıcı Gücü” inkâr yolunda ısrarcı olmaları halinde, her ne kadar kendi düşüncelerinin “mantıklı” ve “akılcı” olduğuna inansalar da her birinin kendi konusundaki “gerçekler” karşısında bozguna uğrayacakları hatırlatılmaktadır.
İnsanlık tarihinin geçmişinde toplumlar yöneten ve kendilerine göre "sonsuz bir güçle" hükümranlık süren ve bu gücün etkisinde kalarak insanlara "gerçekleri" iletmekle görevlendirilmiş olan "Peygamberleri” ve onların işaret ettikleri gerçekleri inkar eden ve etkiledikleri insanlara da bu inkarları emreden yöneticiler ve bilim adamlarının durumlarına işaret edilerek onların karşılaştıkları olumsuzluklar tüm insanlara hatırlatılmakta ve gerçeklerin inkar edilmesinin her devirde hüsranla sonuçlanacağı belirtilmektedir.
Örnek olarak Hz.Muhammed zamanından önce yaşamış olan birçok topluluğun kendilerine gönderilen uyarıcı Peygamberlere karşı geldikleri ve onları yalanladıkları için üzerlerine azap gönderildiği hatırlatılarak, bu zamanda veya gelecek zamanlarda aynı durumda olan ve olacak insanları da o zamanlara göre belirlenecek azapların beklediğine işaret edilmektedir.
Geçmişteki insanların ibret alabilmeleri açısından bu dünyadaki yaşantılarında bedenen ve toplum olarak eziyet çekmeleri ve bu eziyetin yaptıklarının ve inkarlarının sonucu olduğunu ancak böylece anlayabilmeleri nedeniyledir. Gelecekteki azap ve eziyetin "Bir Ses" şeklinde başlayacağı ifade edilmektedir. Bu sesin niteliği gelişen bilgi ve bilimsel araştırmalar sonucunda ve ancak çok ileri zamanlarda tahmin edilebilecektir.
Ancak insanların yapısında bulunan ve insanları her şeyi bilen ve anlayan olarak hissettiren ve gururlu olmalarını sağlayan bazı özelliklere güvenip bu tür uyarı ve işaretlere aldırmayan ve böylece inkâr yolunu seçenlerin, bu uyarılar ile iddialaşarak, "Bizim payımızı hesap gününden önce ver" şeklinde meydan okuma ile "nasıl bir sesmiş, olsun da görelim" anlamında paylarının önce verilmesini isteyecek kadar ileri gidebildiklerine işaret edilerek bu konuda insanların dikkatli olmaları tavsiye edilmektedir.
Allah, bu tür inkarcılar ile ilgili olarak Hz.Muhammed'e ve dolayısı ile inanmış müminlere (Müslümanlara) inkarcıların söylediklerine sabredilmesini ve kuvvet sahibi olan ve her zaman Allah'a yönelen Davud'un hatırlanmasını tavsiye etmektedir.
Öte yandan Allah, Hz.Muhammed'e "İnanmayanlar" ile ilgili açıklamalar yaparak onlara ve tüm insanlara "Gerçekleri" aktarırken başka bazı örnekler vermektedir. Buna göre Dünya ortamının devamlılığının Allah tarafından belirlenen ve Evren'in ilk oluşumundan itibaren bu günkü duruma gelmesini sağlayan "Dengelere" bağlı olduğuna bir örnek olmak üzere sıklıkla suda gemilerin yüzmelerine işaret edilmektedir.
Onların zürriyetlerini dopdolu bir gemide taşımamız da onlar için büyük bir ibrettir. (41/41), (36/41)
Onlar için, bunun gibi binecekleri başka şeyler de yarattık. (41/42), (36/42)
Dilesek onları suda boğarız, o zaman ne onların imdadına koşan olur ne de onlar kurtarılırlar. (41/43), (36/43)
Ancak bizim tarafımızdan bir rahmet ve belli bir zamana kadar dünyadan faydalandırmamız müstesnadır. (41/44), (36/44)
Onlara, yapmakta olduğunuz ve yapıp arkada bıraktığınız işlerde Allah'tan korkun; umulur ki size merhamet olunur, denildiğinde. (41/45), (36/45)
Onlara Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyedursun, ille de ondan yüz çevirmişlerdir. (41/46), (36/46)
Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarf ediniz denildiğinde, kafirler müminlere dediler ki: “Allah'ın dilediği takdirde doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız? Siz gerçekten apaçık bir sapıklık içindesiniz.” (41/47), (36/47)
Onlar: “Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız, bu tehdit ne zaman gerçekleşecektir?” derler. (41/48), (36/48)
Onlar, birbirleriyle çekişip dururken kendilerini ansızın yakalayacak korkunç bir sesi bekliyorlar. (41/49), (36/49)
İşte o anda onlar ne bir vasiyette bulunabilirler ne de ailelerine dönebilirler. (41/50), (36/50)
Nihayet Sûr'a üfürülecek, bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler. (41/51), (36/51)
“Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? Bu, Rahman'ın vadettiğidir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler!” derler. (41/52), (36/52)
Olan müthiş bir sesten ibarettir. Bunun üzerine onların hepsi hemen huzurumuzda hazır bulunurlar. (41/53), (36/53)
İlk "Akıllı" insanların, çevresindeki "Maddelere" diğer "Maddeleri" kullanarak "Etki" etmelerinin sonucunda yeni "Şekillerde Maddeler" meydana getirdiklerini fark etmeleri sonucunda çeşitli alet, araç ve gereçler yapmışlardır. Bu arada su üzerinde yüzen cisimleri örnek alarak geliştirdikleri “aletler” yardımı ile bazı yüzebilen araçlar geliştirmişlerdir.
İnsanlar tarafından ilk deniz araçlarının Yontma Taş "Palaeolithic" zamanda kullanıldığı ileri sürülmektedir.
The Sea-Craft of Prehistory: Johnstone, Paul: 9780415026352: Amazon.com: Books
İlk akıllı insanların deneme yanılma ile yaptıkları ancak açıklayamadıkları bu tür "Suda Yüzen" araçların yapılma yöntemleri, insan aklının gelişmesi ve "Bilgi Birikimi" kazanılması ile nesillerden nesillere aktarılmış ve bu arada su ile madde arasındaki "Değişmeyen" bir "Etkileşim" olduğu fark edilerek "Kurallar" oluşturmuştur. Sürekli artan bilgi birikimi ile zaman içinde bu Kurallar da geliştirilerek daha büyük ve marifetli yüzen araçların yapılmaları ve insanların başka yerlere deniz üzerinden gidebilmeleri mümkün olmuştur.
İnsanların sahip oldukları bilgi birikimlerini akılları ile kullanarak belirledikleri bu "Değişmez Kurallar" geliştirdikleri ve bundan sonra geliştirecekleri her türlü araç ve gereçlerin yapılmasında en önemli unsuru teşkil etmektedir. Örneğin suda yüzme ile ilgili olan kuralları geliştiren insanlar bu kuralların araçların havada yol alabilmeleri için de geçerli olduğunu fark etmişler ve hava araçlarının gelişmesi bu nedenle deniz araçlarının son şeklini alması için geçen süreden çok kısa bir sürede en üst düzeylere ulaşmıştır.
Ayette belirtilen insanların "Gemilerde Taşınması" ve "Binilecek Başka Şeyler" konusunun bu açıdan ele alınması halinde bu kuralların işleyişindeki "Unsurların" özellikle inanmayan insanlar için birer "Ders Alınması" gereken "Delil" olduğuna işaret edilmektedir. Zira insanlar sahip oldukları bilgiler ile bugün olağan bir şekilde anlatılan yüzme kurallarının unsurlarının "Allah" tarafından tasarlanıp gerçekleştirildiğini görebilecek düzeylere ulaşmış durumdadır. Buna rağmen bu yaratılış unsurlarının inkâr edilmesi mantıklı olmamaktadır.
Allah, insanların meydana getirip yararlandıkları her türlü araç ve gerecin dayandığı "Değişmez Kurallar" üzerinde tasarruf sahibidir. Yaratılış bölümünde değinildiği gibi, bu ortamdaki her şey "Atom Altı Parçacıkların" bünyelerinde bulunan ve Allah’ın takdiri (tasarımları) ile “bilgisini” yürüten "Bilinçli Enerji" tarafından (Öz Enerji) yapılandırılmıştır. Bu nedenle Yüce Yaratıcı “İrade” her an bu bilinç üzerinde etki ederek yüzmekte olan gemi ya da hava aracı veya onun yüzmesine imkân veren diğer koşulların dayanmakta olduğu "Kuralların" unsurları üzerinde "Değişiklik" yapmayı takdir edip uygulayabilir. Bunun sonucunda o yüzen gemilerin artık su üzerinde durması mümkün olmayabilir ve gemidekiler de suda boğulurlar. Ancak bu durumda da Allah'ın bir "Rahmeti" olarak bazılarının bu durumdan “kurtularak” belli bir zamana kadar yaşamasının mümkün olduğu yaşanan olaylarda görülmektedir.
Bu konuda Titanik olayı özel bir örnek olabilir. İnsanlar bilgilerine ve maddelere olan hakimiyetlerine olan "Kibirli" güvenleri nedeniyle inşa ettikleri bu geminin "Asla Batmayacağını" iddia etmişlerdir. Bu iddialaşma bir şekilde Allah'ı "İnkâr" düzeyine ulaşacak kadar ileri gidildiği tarihi belgelerde görülmektedir. Ancak geminin tüm araç ve gereçleri ve insanların “duyuları” yaklaşan "Tahrip Edici" tehlikeyi o sırada bölgede oluşan "Hava Olayı" nedeniyle fark edememiştir. İşte hava olayının Atom Altı Parçacıklarını "Yöneten" bilinç, bu hava olayını o sırada ve o bölgede oluşmasını gerçekleştirmiş olabilir. Sonuçta gemi artık su üzerinde kalamamış ve birçok insan suda boğulmuş, az bir bölümü ise kurtulabilmiştir.
İnanmayanlar ile ilgili olarak Hz.Muhammed'e bu Ayetlerde yapılan açıklamalar, aslında tüm insanlar tarafından da önemle üzerinde durulması gereken konuları içermektedir.
Burada bu insanların bazı ortak özelliklerine dikkat çekilmekte ve bu davranışlarının her tarafında onca "Delil" olmasına rağmen Allah'ın varlı taşıdıkları "Gurur" nedeniyle "Kabul" edemediklerine ve bu nedenle yapmakta oldukları ve yaptıkları işlerde Allah'ı dikkate almaları halinde Allah'ın merhamet edeceği şeklindeki uyarılarına aldırış etmediklerine işaret edilmektedir. İnanmayanların bu konulardaki Ayetlerden inatla "Yüz Çevirdikleri" ve bu inkarları nedeniyle Allah'ın merhameti ile tüm varlıkların rızkını vermiş olması konusunda daha da "Ukala" bir tavır alarak kendilerini haklı göstermeye çabaladıklarına dikkat çekilmektedir. Allah bu durumda olanların apaçık bir "Sapıklık" içinde bulunduklarını belirtmektedir.
Halbuki akıllarını kullanarak ve en azından merak ederek araştırmaları ve anlamaya çalışmaları durumunda Kur'an Ayetlerinin hiç te düşündükleri gibi olmadığını ve sadece "Gerçekleri" ifade ettiklerini anlamaları mümkün bulunmaktadır.
İnanmayanların çok daha ileri giderek Ayetler ile yapılan uyarıları bir "Tehdit" olarak değerlendirdikleri ve bu tehdidin ne zaman gerçekleşeceğinin de bildirilmesini biraz da alaycı bir tavırla dile getirdiklerini Allah Ayetinde bildirmekte ve böyle çekişmeleri sürerken onları bekleyen bir "Ses" bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Ayette "Ses" olarak tanımlanan durumun, Dünya ortamının sona ermesi sırasında meydana gelecek "Değişimler" insanların bu değişimleri "Hissetmeleri" ile ilgili olduğu varsayılabilir. O anda insanların çaresiz bir şaşkınlık içinde olacakları ve yakınlarını aramak isteyecekleri fakat bunun mümkün olmayacağı açıklanmaktadır. Bu şaşkınlık durumunun tüm insanların "Kıyamet" ortamında yeniden "Canlı" olarak ortaya çıkmalarından az önce hissedileceği anlaşılmaktadır. Yeniden "Can" bulma olayının "Sûr'a" üflenmesi ile başlayacağına işaret edilmektedir.
Burada belirtilen olayın, tüm Evren ve Dünya ortamını oluşturan Atom Altı yapıların bünyelerinde bulunan "Bilinçli Enerji" ile ilgili olduğu söylenebilir. Evren ile ilgili "Her Şey" Atomlardan ve Atomlar da "Atom Altı Parçacıklar" olarak tanımlanan ve her an yeni bir şeklinin ve alt yapısının bulunduğu keşfedilen "Unsurlardan" oluşmaktadır. Ayette "Ses" olarak açıklanan olayın, muhtemelen Evren Ötesi "İrade" tarafından Evrendeki tüm Atom Altı Parçacıkların "Asıl Unsurları" bünyesindeki "Bilinçli Enerjiler" üzerinde "Gönderilecek" olan bir "Etki" sonucunda Atom Altı Parçacıkların "Asıl Unsurları" olarak adlandırılan "öz enerjilerinin "açığa çıkacağı düşünülmelidir. Tüm Evren ortamında yayılarak dağılmayı sağlayacak olan bu etkinin insanların bilgileri çerçevesinde bir "Ses" dalgası olarak ifade edildiği ileri sürülebilir.
Esasen bir başka Ayette, Sûr'a Üflenmesi olayının iki aşamalı olduğu, ilk üfleme ile Allah'ın diledikleri dışında Göklerde ve yerde olanların tamamının "Ölecekleri", ikinci üfleme ile şaşkınlık içinde "Ayağa Kalkacakları" belirtilmektedir.
Sûr'a üflenince, Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölecektir, sonra ona bir daha üflenince, bir de ne göresin, onlar ayağa kalkmış bakıyorlar! (59/68), (39/68)
Buna göre burada açıklanan üflemenin, "İkinci" üfleme sonrasına işaret ettiği anlaşılmaktadır. İlk üfleme ile Evrendekilerin Atom Altı Unsurlarını "Etkileyerek" onları "Öldüren" ses dalgaları bu defa bir daha üflendiğinde yine Atom Altı Unsurları "Yeni Ortam" koşullarına uygun olarak "Eski" durumuna getiren bir "Etki" yaptığı anlaşılmaktadır.
İnsanların bu şekilde yeniden ayağa kalktıkları (Kıyam) zaman çok şaşırmakla birlikte bu durumun kendilerine Dünya hayatında iken iletilenler olduğunu ve kendilerini "Uyarmış" olan Peygamberlerin "Gerçekten Doğru" söylemiş olduklarını fark edeceklerine işaret edilmekte ve Sûr'a üflenmesinin "Müthiş" bir "Ses" olduğu, Allah tarafından bir defa daha hatırlatılmaktadır.
İnsanların bu açıklanan durumu dikkate alarak Dünya ortamındaki yaşamları sona ermeden gidecekleri yerde olacaklar hakkında son defa ve en yalın bir biçimde Hz.Muhammed aracılığı ile "İletilmiş" olan Kur'an Ayetleri “uyarılmakta” olduklarını anlamaları gerekmektedir.
Ancak günümüzde "İnanmayan" insanlar, Evren ve Dünya ortamının "Madde" yapısı ile ilgili olarak sürekli şekilde "Keşfedilen" ve nitelikleri ile nitelikleri "Anlaşılan" konuların ve şeylerin kendilerine sağladığı "Öz Güven" nedeniyle, "Somut" olmayan hiçbir olguyu "Gerçek" olarak kabul etmemektedirler.
Bu nitelikteki inkârcı insanlar için Allah Yasin Suresinde anlayabilenler için son derecede “ürkütücü” olan bir uyarıda bulunmaktadır.
İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık, bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. (41/77), (36/77)
Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: "Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diyor. (41/78), (36/78)
Bu durumun aslında "İnançların" insanlık tarihi boyunca “değişerek” sadece somut olana (Şekle) dayanan İnançların benimsenmesinin ve bu durumun insanların bir bölümü tarafından diğer insanlar üzerinde "Etki" yaparak "Otorite" sağlanması amacı ile "İstismar" edilmesinin "Kaçınılmaz" bir sonucu olduğu düşünülebilir. Ancak "Aklı Başında" olan ve özellikle son birkaç yüz yıldaki "Bilimsel" buluş ve gelişmeleri "Okuyup Öğrenen" her insan "Ailesinde" veya "Çevresinde" görüp anlamaya çalıştığı “madde” esasına dayanan "İnanç" olgusunu en azından "Sorgulama" ihtiyacını hissedecektir. Bu çerçevede kendisine anlatılan çok çeşitli "Soyut" kavramlar ve olaylar ile her gün yaşadığı ve öğrendiği "Somut" olgular arasında bir "İlişki" kurmaya çalıştığında çok sayıda "Sorularla" ve "Çelişkilerle" karşılaşacaktır.
Bu durumda hiçbir şeyi araştırmadan, sorgulamadan ve en önemlisi "Anlamadan" kendisine öğretilen "Soyut" inanç esaslarına inanmak, sadece “somut” olayları "Asıl" kabul edip Evren ve Dünya ortamında olagelen ve İnsanlar tarafından öğrenilip yapılan her şeyi "İnsanın Yaratmış" olduğu "İnancına" kapılmak kadar "Geçersiz" olmaktadır.
iğer bir ifade ile, tüm “soyut” inançların Allah’a iman konusunun özü ve içeriği üzerinde durulmadan sadece bazı şekli uygulamalara dayandırılan “ritüeller” olarak düşünülmesi, sadece “somut” olayları "Asıl" kabul edip Evren ve Dünya ortamında olagelen ve İnsanlar tarafından öğrenilip yapılan her şeyi "İnsanın Yaratmış" olduğu ve bir “yaratıcıya ihtiyaç bulunmadığı” inancına kapılmak kadar "Boş" ve "Dayanaksız" bir değerlendirme olmaktadır.
Bu konuda kendini "İnançsız" olarak tanımlayan kişi ve gruplar tarafından yapılan yayınlarda "İnançlı" insanların "Akılsız" olarak tanımlanması, şikayetçi oldukları "İnançlı" insanların "İnançsız" insanları dışlamaları ve aşağılamaları kadar boş ve "Akılsız" bir değerlendirme olmaktadır.
Örnek: facebook "Karikateist" videoları Karikateist | Facebook
Ancak, "İnançlı" olduklarını söyleyen kişilerin yaşamlarında "İnançları" ile hiçbir ilgisinin bulunmayan davranışlarda bulundukları da her gün görülmektedir. Esasen kendilerini İnançsız olarak tanımlayan insanlar, İnançlı kişilerin bu tutarsız ve gerçekten İnançlarına uymayan davranışları nedeniyle inanmanın bir faydası ve anlamı olmadığı sonucuna varmaktadırlar. Zira bu kararlar ile ilgili olarak alınan örnekler esasında ve de özellikle "Müslüman" olan İnançlı kişilerin nitelikleri ile uyuşmamaktadır.
Bu durumda bu inanışların herhangi birisinin geçerli olduğu bir toplumda Dünyaya gelen İnsan için "Neyin" daha doğru olduğunun kolayca "Anlaşılamaması" normal bir durumdur.
Bilindiği gibi şu anda insanlar arasında inanılmaz sayıda "İnanç" çeşitliliği bulunmaktadır. Büyük Dinlerden olarak tanımlanan Hristiyanlık ile ilgili olarak on binlerce "Değişik" yorum ve uygulama bulunmaktadır. Müslümanlık konusunda da ilk akla gelen Sünni ve Şia ayırımının altında "Sayısız" denecek kadar çok inanış ve uygulama çeşitliliği bulunmaktadır. Aynı durum Musevi inancı ve diğer tüm "İnanç" türlerinde de mevcuttur. (Bu konuda “Mezhep, Tarikat, Cemaat bölümünde ayrıca bilgi bulunmaktadır.)
Asıl olan her "Akıllı" İnsanın "İnanç" konusunu "Yanlı" ve "Peşin Fikirli" olmadan değerlendirmesidir. İnsanların "İnanç" konusunu bugüne kadar elde edilen tüm "Bilimsel" gelişmeleri "Dikkate Alarak" değerlendirmesi gerektiğini, "Olmazsa Olmaz" bir "Ön Koşul" olduğunu kabul etmesi şarttır. Ancak bu koşul ile yapılacak yaklaşım ve değerlendirmeler bir "Anlam" taşımaktadır ve insanların "Diğer" insanları "Anlamaları" ve "Tüm Evren ve Dünya" ortamı ile ve de özellikle "Evren Ötesi" ve "Evren Sonrası" konularında "Gerçek" bilgilere ulaşmaları mümkün olabilecektir. İşte asıl ve doğru "İnanç" ulaşılacak olan bu "Gerçek" durumdur.
Bu konu ile ilgili olarak bir kısım Ayetlerde "Akıl" unsuruna sahip olmalarına ve bu akıl sayesinde etraflarında olup bitenleri görüp anlama kabiliyetlerinin bulunmasına rağmen Allah'a ve tek yaratıcı olduğuna inanmayan insanların, kendilerince bazı anlayışlar geliştirerek inanmadıkları “Yaratıcı” karşısında onlara “üstünlük” vermelerinin insan aklı ile açıklanamayacağına işaret edilmektedir.
Allah'ı bırakıp hiçbir şey yaratamayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ne de fayda verebilen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler. (42/3), (25/3)
İnkâr edenler: “Bu, olsa olsa onun uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir” dediler, böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır. (42/4), (25/4)
Yine onlar dediler ki: “Onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah-akşam okunmakta olan, öncekilere ait masallardır.” (42/5), (25/5)
De ki: “Onu göklerde ve yerdeki gizlilikleri bilen Allah indirdi. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (42/6), (25/6)
Onlar şöyle dediler: “Bu ne biçim peygamber; yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!” (42/7), (25/7)
“Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyip bir bahçesi olmalıydı.” O zalimler “Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız!” dediler. (42/8), (25/8)
Senin hakkında bak ne biçim temsiller getirdiler! artık onlar sapmışlardır ve hiçbir yol da bulamazlar. (42/9), (25/9)
Dilerse sana bunlardan daha iyisini, altlarından ırmaklar akan cennetleri verecek ve sana saraylar ihsan edecek olan Allah'ın şanı yücedir. (42/10), (25/10)
Allah’a iman etmemelerine rağmen bir kısım insanların, kendilerinden güçlü gördükleri veya kontrol edemedikleri “şeylerin” kendilerini yönettiklerine inandıklarını ve hiçbir şey yaratamayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ne de fayda verebilen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen bu şeylere "Tanrı" diyerek onlara "Tapındıkları" belirtilmektedir.
İnkâr edenlerin Kur'an Ayetlerini kabul etmediklerine ve Kur'an Ayetlerinin Hz.Muhammed'in uydurduğu bir yalan olduğuna, başka kişilerin de bu yalanları uydurmada Hz.Muhammed'e yardım ettiklerine, Ayetleri başkasına yazdırıp kendisine okutulan önceki insanlara ait masallar olduğunu iddia ederek bu iddialarına "İnandıklarına" işaret edilmekte ve böylece inanmayanların haksızlık yaptıkları ve iftiraya başvurdukları açıklanmaktadır.
Ayetlerde inanmayanların bu iddialarına kanıt olarak Peygamberin "İnsan Üstü" bir varlık olmasının beklendiğini veya hazine, bahçe gibi zenginlik verilmiş olmasının gerektiğini ve bu nedenle kendileri gibi bir insanın Peygamber olamayacağını ileri sürdükleri belirtilmektedir. Ayrıca inanan insanlara büyüye tutulmuş bir "Adama" uyduklarını söyledikleri Hz.Muhammed'e açıklanmaktadır.
Allah Hz.Muhammed'e bu iddialara karşı inanmayanlara Kur'an Ayetlerini tüm Evrenin "Gizliliklerini" bilen, çok affeden ve engin merhamet sahibi olan "Allah" tarafından indirildiğini iletmesini söylemekte ve ayrıca inanmayanların gösterdikleri kanıtların ve örneklerin ne kadar önemsiz olduğuna işaret ederek onların gerçeklerden sapmış olduklarını ve gerçeklere ulaşabilmeleri için bir yol bulamayacaklarını ayrıca "Kıyameti" yalan saymaları nedeniyle de inkar edenler için alevli bir ateşin (azabın) hazırlandığını hatırlatmaktadır.
Allah Hz.Muhammed'e hitaben inkâr edenlerin zenginlik konusunda söylediklerinin karşısında herhangi bir tereddüde kapılmamasına ve dirayetinin güçlü olmasına yardımcı olarak Cennetler ile ilgili bilgiler vermektedir.
Bu durum bugün yaşamakta olan insanlar arasında dahi aynen bulunmaktadır. İnsanlar akıllarını kullanarak "Kur'an" konusunda bir fikir edinebilmek ve anlamaya çalışmak yerine, sadece "Gördükleri" ve esasen "Yaratılmış" olan şeylere itibar edip onları "Gerçek" olarak tanımlama yoluna gitmekle "Asıl Gerçek" konusunda yanılgıya düşmekte ve çok önemli olan "Yaratılış" olgusunu gözden kaçırmaktadırlar.
Bu şekilde "Yaratılış" konusunu merak etmeyen ve hiçbir inceleme yapmadan "Karar" veren insanların Ayetlerin anlamları ve yönlendirmeleri ile ilgili bir fikre sahip olmaları mümkün bulunmamaktadır.
İnsan aklı Allah'a inanarak bu Ayetleri bir "Bütün" olarak değerlendirip üzerinde çalıştığında giderek daha kolay ve açık olarak taşıdıkları "Anlamları" görecek şekilde "Hazırlanmış" bulunmaktadır.
Bu nedenle Kur'an Ayetlerinin peşin hükümle ve sanki bir "hikâye" gibi ya da "Kullanım Kılavuzu" gibi değerlendirilmesi insanları çok farklı yönlere götürecektir.
Kur'an Ayetlerini inkâr etmeleri nedeniyle, bu Ayetlerde yer alan ve düşünüldüğünde bu ortamda insanlar için en çarpıcı "Gerçek" olan ölüm konusunda bile duyarsızlaştıklarına işaret edilmektedir.
Onlar üstelik kıyameti de yalan saydılar. Biz ise, kıyameti inkar edenler için alevli bir ateş hazırladık. (42/11), (25/11)
Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce, onun öfkelenişini ve uğultusunu işitirler. (42/12), (25/12)
Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler. (42/13), (25/13)
“Bugün bir defa yok olmayı istemeyin; aksine birçok defalar yok olmayı isteyin!” (42/14), (25/14)
De ki: “Bu mu daha iyi, yoksa takva sahiplerine vadedilen ebedilik cenneti mi? Orası, onlar için bir mükâfat ve bir varış yeridir.” (42/15), (25/15)
Onlar için orada ebedi kalmak üzere diledikleri her şey vardır, işte bu, Rabbinin üzerine istenen bir vaattir. (42/16), (25/16)
O gün Rabbin onları ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri toplar da der ki: “Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?” (42/17), (25/17)
Onlar: “Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda anmayı unuttular ve helâki hak eden bir kavim oldular” derler. (42/18), (25/18)
“İşte, söylediklerinizde sizi yalancı çıkardılar. Artık ne geri çevirebilir ne de bir yardım temin edebilirsiniz. İçinizden zulmedenlere büyük bir azap tattıracağız!” (42/19), (25/19)
Bu Ayetlerde Allah'ı ve Ayetlerini inkara yönelen insanları ölüm sonrasındaki ortamlarda nelerin beklediğine dair açıklamalar yapılmaktadır. İnkâr eden insanlar bu yapılan açıklamaları hemen ve hiç "Düşünmeden" taşıdıkları ve kontrol edemedikleri unsurların (Yani Şeytanın) etkisi ile aşağılamaya ve inkâr etmeye başlayacaklardır. Zira onlara göre ölüm sonrası diye bir şey yoktur. Böyle olunca da kendilerine iletilmiş olan ölüm sonrası ile ilgili konuları kabul etmeleri mümkün olmamaktadır. Fakat yine de Allah "Sonsuz Merhameti" ile yaratmış olduğu "Akıl" unsurunu, İnsanları bu gibi Ayetleri anlamaya yönlendirerek bunu engellemeye çalışan Şeytanın dürtülerini (vesveselerini) etkisiz hale getirebileceğine işaret etmekte ve verdiği örnekler üzerinde düşünülmesini beklemektedir. Aksi takdirde Allah inatla ve bir şekilde iddialaşarak inkâr yolunda devam edenler için alevli bir ateş (azap) hazırlandığını hatırlatmaktadır.
Kıyamet olayı sonrasında bu insanların "Cehennem Ateşinin" öfkeli uğultusunu işitecekleri, elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıklarında yok olmayı isteyecekleri bir örnek olarak belirtilmektedir. Bununla birlikte halen bu ortamda (yeryüzünde) yaşayan ve Allah'ı ve Allah ile İlgili her şeyi" inkâr etmiş olan "inanmamış” insanlardan, bu manzarayı samimi olarak Allah'a inanmış ve Allah'a teslim olmuş insanlara "Mükafat" olarak vaat edilen “ebedi kalacakları ve diledikleri her şeyin bulunduğu” Cennet ortamı ile karşılaştırmaları istenmekte, hangisinin daha iyi olduğu sorulmakta ve düşünüp bir değerlendirme yapmalarına yönlendirilmektedir.
Ayrıca inanmayanların Allah dışında önem verdikleri veya tapındıkları her şeyin, “Ahiret” ortamında Allah'ın huzurunda inkâr edenleri kendilerinin "Saptırmadıklarını" ve insanların kendi tercihleri olarak "Yoldan Çıktıklarını" ifade edecekleri açıklanmaktadır. Böylece Allah’a eş tutularak “tapınılan” şeylerin, inkâr eden insanların bunları bahane etmeleri halinde kendilerini haklı gösteremeyecekleri hatırlatılmaktadır.
Bu kadar açık uyarılara rağmen inkarda ısrar eden insanlara ve inkara yönlendirerek bu şekilde insanlara "Zulüm" edenlere büyük bir azap tattırılacağı kesin bir "Uyarı" olarak iletilmektedir.
Yüzükoyun cehenneme toplanacak olanlar; işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır. (42/34), (25(34)
İnkâr eden ve bu inkarda ısrar etmeleri nedeniyle inanmadıkları "Kıyamet" gününde "İnkarcıları" cezalandırılmak üzere meydana getirilmiş olan ortamlara (Cehennem) gönderilen insanların yerlerinin en kötü ve yollarının en sapık oldukları hatırlatılarak bir şekilde “Akıl Kullanmaya” dönmeleri beklenmektedir.
Nitekim izleyen Ayetlerde de Allah'a inanmayanların Allah'ın "Uyarıcı" olarak görevlendirdikleri tarafından iletilen öğütlerden yüz çevirmemeleri ve onları alaya alıp yalanlamamaları ihtar edilmektedir.
Kendilerine, o çok esirgeyici Allah'tan hiçbir yeni öğüt gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler. (47/5), (26/5)
Üstelik "yalandır" derler; fakat alay edip durdukları şeylerin haberleri yakında onlara gelecektir. (47/6), (26/6)
Yeryüzüne bir bakmazlar mı. Orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirdik. (47/7), (26/7)
Şüphesiz bunlarda bir nişâne vardır ama çoğu iman etmezler. (47/8), (26/8)
Şüphe yok ki Rabbin, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir. (47/9), (26/9)
Burada tüm insanlara ve özellikle inanmayanlara inkâr ettikleri şeylerin haberlerini alacakları uyarısı yapılmakta ve sadece yeryüzüne bakmaları halinde görecekleri bitki örtüsünde bile Yüce Yaratan'a ait "Delilleri" görebilecekleri bildirilmektedir. Ancak çoğu insanın bunu görseler bile iman etmeyeceğine de işaret edilmektedir. Tüm insanların ve özellikle de "Allah'ı" tanımamakta inat edenlerin Allah'ın mutlak galip ve sonsuz merhamet sahibi olduğunu dikkate alarak yapılan uyarılar üzerinde düşünmeleri gerekmektedir.
Ayrıca Yüce Allah "Tek Yaratan" olduğunu tüm insanlara açıklayan Kur'an Ayetlerine "İnanmayanların" daha doğrusu "İnanmak İstemeyenlerin" Ayetlerin Hz.Muhammed'e Arapça olarak indirilmesini de bahane ettikleri belirtilmektedir.
Biz onu Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de yine ona iman etmezlerdi. (47/198), (26/198)
Bunu onlara o okusaydı, yine ona iman etmezlerdi. (47/199), (26/199)
Onu günahkârların kalplerine böyle soktuk. (47/200), (26/200)
Onun için, acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler. (47/201), (26/201)
İşte bu onlara, kendileri farkında olmadan, ansızın geliverecektir. (47/202), (26/202)
O zaman: “Bize mühlet verilir mi acaba?” diyeceklerdir. (47/203), (26/203)
Onlar bizim azabımızı mı çarçabuk istiyorlardı? (47/204), (26/204)
Ne dersin! Eğer biz onları yıllarca yaşatıp nimetlerden faydalandırsak, (47/205), (26/205)
Sonra tehdit edilmekte oldukları başlarına gelse! (47/206), (26/206)
Faydalandırıldıkları nimetler onlara hiç yarar sağlamayacaktır. (47/207), (26/207)
Biz hiçbir memleketi, öğüt vermek üzere uyarıcıları olmadan yok etmemişizdir. (47/208), (26/208)
Biz zalim değiliz. (47/209), (26/209)
Ancak Kur'an Arapça bilmeyenlerden birine indirilseydi ve onlara onun tarafından “kendi dillerinde” okunsaydı bile, insanların "nefslerine" olan bağımlılıkları nedeniyle "Akıllarını" işletememeleri yüzünden, yine ona iman etmeyeceklerin de bulunacakları açıklanmaktadır. Bu açıklamalardan kendilerine kendi dillerinde ve en açık bir şekilde iletilenlere "önem" vermeyen bu gibi "günahkarların" Kalplerine Kur'an’ın etkili olmayacağı açıklanmaktadır. Zira Yüce Allah bu tutumları nedeniyle kendilerine iletilen Ayetlerin o günahkarların kalplerinden bir iz bırakmadan geçip gitmesine izin verdiğini (yol açtığını) ve bu durumun "Akıllarını" kullanmayıp "nefslerine" bağımlı olan insanların iman etmelerine engel olduğunu bildirmektedir.
Böylece uydurulan bahanelerle Allah’a inanmayıp iman etmeyenlerin nefslerinin "Esiri" olarak yaşadıkları, bu nedenle inanmayan insanların bir özelliği olarak Kur'an Ayetleri ile yapılan "Uyarıları" dikkate alıp üzerinde düşünmek yerine kendi fikirlerinin doğruluğuna olan inançları ile oluşan "sabit fikirleri" yüzünden Allah'ı inkâr ettikleri, ancak ölüm anında can yakıcı “azabı” gördüklerinde bu "gerçekleri" anlayıp "İdrak" edebildikleri Onun için, acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmedikleri belirtilmektedir.
Yüce Allah söz konusu “azabın kendileri farkında olmadan, ansızın gelivereceği” ifadesi ile “iman etmeyenlerin” ölüm anına işaret edildiği anlaşılmaktadır. Ahmet Hulusi tefsirinde ise bu Ayetlerde yer alan ve farkında olmadan "Ansızın" gelivereceğine işaret edilen "Acıklı Azabın" insanların "Ölümünü" ifade ettiği açıklanmakta ve ölümün en büyük azap olduğu yorumu yapılmaktadır.
"Ölüm azabı" onlara, düşünmedikleri bir anda, ansızın gelir! Ölüm, en büyük azaptır; çünkü kişi ölümü tadarak hakikatini bizzat müşahede eder ve hakikatinin hakkını veremediğini kavrar; artık bunun gereğini yerine getirme imkânı kalmadığını idrak ederek çok büyük bir pişmanlığın azabı içine düşer.”
https://www.ahmedhulusi.org/content/docs/kuran-cozum-tr.pdf
Ayette ölümün insanlara kendileri farkında olmadan “ansızın” geldiği belirtilmekte ve Allah’a iman etmeyenlerin ancak ölüm gerçekleştiğinde kendisine bildirilen "gerçekleri" anlayıp "İdrak" edebildikleri için “pişmanlık” duyacağı belirtilmektedir.
Söz konusu “azabın görülmesi” durumu, genellikle “kabir azabı” olarak ta tanımlanmaktadır. Kur'an’da "Azap" çekilmesi ile ilgili olarak yer alan Ayetler genel olarak yeniden diriliş (Kıyamet) sonrasına işaret etmektedir. Ancak Firavunlar ile ilgili bir Ayette azabın "Kıyamet Öncesi" bir zamana işaret edildiği anlamı çıkarılabilmektedir.
Onlar sabah akşam o ateşe sokulurlar, Kıyametin kopacağı gün de: “Firavun ailesini azabın en çetinine sokun”. (60/46), (40/46)
Bu durumun "Kabir Azabı" olarak yorumlanması mümkün olabilir. Buna göre Dünya ortamındaki yaşamları sırasında Allah’a iman etmeyenler gibi insanlar ve toplum üzerinde "Zulüm" yapanların (Firavunların) ölüm anından itibaren "Azap" görmeye başlayacakları varsayılabilir.
Buna göre Dünya ortamındaki yaşamları sırasında insanlar ve toplum üzerinde "Zulüm" yapanların (Firavunların) ölüm sonrasından itibaren (Ruhlarının başka ortamlara gitmesinin engellendiği Berzah sürecinde) "Azap" görmeye başlayacakları varsayılabilir.
Diğer bazı Ayetlerde de özellikle Allah'ı inkâr eden "İnanmayanların" ölümden sonra fakat Kıyametten öncesinde “Berzah” sürecinde yani "Kabirde" azap göreceklerine işaret edildiği düşünülebilir.
Dünyada bir miktar geçim, sonra dönüşleri bizedir; sonra da inkar etmekte oldukları şeylerden ötürü onlara şiddetli azabı tattırırız. (51/70), (10/70)
De ki: "Ne dersiniz; size Allah'ın azabı gelse veya o kıyamet gelip çatıverse size, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz?" (55/40), (6/40)
Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, yoldan çıkmalarından dolayı onlar azap çekeceklerdir. (55/49), (6/49)
O zalimler, ölümün dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: "Haydi canlarınızı kurtarın! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve Allah'ın ayetlerine karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve Allah'ın ayetlerine karşı kibirlilik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız!" derken onların halini bir görsen! (55/93), (6/93)
Bu ve benzer Ayetlerde belirtilen hususların tüm insanlar ve de özellikle toplumda söz sahibi olan ve toplumu yöneten her kademedeki yöneticilerin hiçbir zaman göz ardı etmemeleri ve yapacakları her işte ve alacakları her kararda bu durumu daima hatırlamaları hem kendileri ve hem de toplum açısından hayati derecede önem taşımaktadır.
Özellikle her düzeydeki toplum yöneticilerinin "Kibirlerine" yenilip "Çıkarlarını" gözeterek insanlara "Hükmetmek" için "Hak ve Hukuk" gereklerini düşünmeden aldıkları kararlarla insanlar arasında "Ayırım" yapmaları ve böylece onlara "Zulmetmeleri" halinde, kendilerini ne kadar "İnanmış" olarak göstermeye çalışsalar ve "Şeklen" inanmış izlenimi verecek davranışlarda bulunsalar bile, bu "Zalimce" davranışların onların aslında "İnanmamış" ve "İnançsız" olduklarını gösteren bir "Delil" olduğu söylenebilir. Bu durumdaki insanların Ayete göre "Firavunlar" ve "İnkâr Edenler" gibi değerlendirilerek ölümlerinden sonra Ruhlarının önündeki engelin (Berzah) kaldırıldığı "Kıyamet" zamanına kadar “Kabir Azabı” göreceklerini söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.
Yüce Allah bir başka Ayetinde de inanmayanları "zalimler" olarak nitelendirmekte ve onların ölüm sonrasında azabı gördüklerinde önceden anlayamadıkları için pişman olacaklarını ve ancak o zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu göreceklerini bildirmektedir.
Keşke zalimler azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi (87/165), (2/165)
Allah'ın ayetlerini inkar edenler, haksız yere peygamberlerin canlarına kıyanlar ve adaleti emreden insanları öldürenler, onlara acı bir azabı haber ver! (89/21), (3/21)
Yüce Allah ayrıca Hz.Muhammed'e Ayetlerini inkâr edenlere, haksız yere peygamberlerin canlarına kıyanlara ve adaleti emreden insanları öldürenlere acı bir azabı insanlara haber vermesini istemekte, böylece bütün insanları bu duruma düşmeden önce düşünmeye yönlendirmektedir.
Burada özellikle çıkarları için adaleti emreden insanlara yapılan haksızlıklar ve hatta onların öldürülmelerini isteyen ve onları öldürenlerin sözü edilen azaptan kaçamayacakları belirtilerek, böyle bir niyeti olanlar önceden açık bir şekilde uyarılmaktadır.
"Tüm İnsanların" bu Ayetler üzerinde düşünerek Allah ile ilgili "Gerçekleri" anlamaları ve bunları "İnkâr" etmenin sonuçlarını dikkate almaları gerekmektedir.
Görüldüğü gibi Ayetlerde açık olarak belirtilmemekle birlikte, ölüm gerçekleştikten sonra insanın bir süre bazı hisleri algılamaya devam ettiği, bu anlamda özellikle yeryüzündeki yaşamında inkârcı ve günahkâr olanların "Azap" çekeceklerine işaret edildiği ve bu durumun "Kabir Azabı" olarak tanımlandığı anlaşılmaktadır.
Bu konu ile ilgili olarak yapılan bilimsel çalışmalarda ölüm sonrasında bazı hislerin algılanmaya devam ettiğinin "Gerçek" olabileceği ileri sürülmektedir.
https://newrepublic.com/article/119755/human-consciousness-life-after-death-research
Buna göre kalp krizi geçirip hayata dönen kişi üzerinde yapılan araştırmada insanların hiçbir şeyi hatırlamadıkları, korku, şiddet ve azap gördükleri, geçmiş yaşantılarını hatırladıkları, huzur, mutluluk ve eğlence hissi yaşadıkları, parlak ışıkla çevrelendikleri, kutsal kişilik hissettikleri ve bedenini terk ettiğini algıladıkları gibi durumları hissettiklerine işaret edilmektedir.
Öte yandan Yüce Allah İnsanlar yeryüzünde yaşarken “Ruhlarının” bedenlerinde bulunacağını, öldüklerinde “Ruhlarının” bilinemeyecek bir süre diğer ortamlara “geçişlerinin” engelleneceğini (Berzah) ve Kıyamet zamanında bu engel kaldırılarak yeryüzünden “çıkarılacaklarını” açıklamaktadır.
Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve orada çıkarılacaksınız dedi. (39/25), (7/25)
Buna göre ölümün gerçekleşmesi ile “İnsan Ruhunun” kıyamet zamanına kadar özellikle geçici bir süre yaşadığı yeryüzü ortamına ve Gerçek Ortamda bulunan diğer ortamlara “geçişleri” önleyen bir engelin (Berzah) bulunduğu anlaşılmaktadır. Böylece “İnsan Ruhlarının” herhangi bir yere gitmesine izin vermeyen bu engelin (Berzah) yeryüzü ortamında (veya genel anlamda Evren ortamında) bulunduğu, ölüm sonrasında insanların “Ruhlarının” yok olmayacağı ve yeniden dirilecekleri (Kıyamet) zamanına kadar bu “engel” tarafından alıkonulup “bekletileceği” bildirilmektedir.
İslam Ansiklopedisinde Berzah terimi aşağıdaki şekilde özetlenmektedir.
"...ölümle başlayıp yeniden diriltilmeye (ba‘s) kadar sürecek olan ara dönem, dünya ile âhiret arasındaki âlem ve kabir hayatı karşılığında kullanılır."
BERZAH - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Bu tanıma göre "Berzah" engelinin insanların ölümlerinden sonra bedenlerinin bulunduğu veya bedenleri bulunamamış ise öldükleri yerde olabileceği anlaşılmaktadır. Berzah konusunda “İnsanların Ölüm Sonrası Bekleyişi (Berzah)” bölümünde daha ayrıntılı bilgi bulunmaktadır.
Bu durumda iman etmeyen insanların ölüm anında “acıklı azabı gördüklerinde” Allah ile ilgili "gerçekleri" anlayıp "İdrak" edebildikleri ve ölen “bedeninden” ayrılmış olan “Ruhlarının” herhangi başka bir “ortama” gitmesinin de engelleneceği (Berzah) belirtildiğine göre, yaşarken “Ruhlarında” yer alan Allah’a ait duyguların ve O’nun izni ile Ruhlarına eklenmiş olan Şeytani duyguların (benliklerinin) ölüm sonrasında bilemeyeceğimiz bir süre daha farkında (bilincinde) olacakları anlaşılmaktadır.
Buna karşılık Allah’a iman eden “müminlerin” ölüm anında ve Ruhlarının başka ortamlara geçişinin engellendiği süreçte “acıklı azabı görmeyecekleri” söylenebilir. Zira onlar “İnananların Özellikleri ve İnananlar ile İlgili Açıklamalar” bölümünde ayrıntılı olarak belirtildiği gibi, yeryüzündeki yaşamları sırasında kendilerine bildirilen Allah ile ilgili “gerçekleri” anlamış ve Allah’a iman etmişlerdir.
Diğer taraftan insanların Ahiret ortamında yeniden diriltildiklerinde Ruhlarının engellendiği (Berzah) süreci Dünya ortamı koşulları cinsinden “çok kısa bir zaman” olarak algılayacakları açıklanmaktadır.
Allah'ın onları, sanki günün ancak bir saati kadar kaldıklarını zanneder vaziyette yeniden diriltip toplayacağı gün aralarında birbirleriyle tanışırlar. (51/45), (10/45)
Kıyamet gününü gördüklerinde sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar. (81/46), (79/46)
Yeryüzünde yaşarken Allah'a inanmayıp inkâr eden ve böylece "günahkâr" olanların da yeniden diriltilmeleri sırasında Dünya'da pek kısa bir süre kaldıklarına yemin edeceklerine işaret edilmekte ve bu nedenle inanmalarını sağlamak üzere hatalarını anlamalarına ve yeryüzünde kaldıkları sürenin hayatlarını düzeltmelerine imkân vermeyecek kadar kısa olduğunu ve yeterli zamanlarının bulunmadığını bahane edecekleri bildirilmektedir.
Kıyamet koptuğu gün, günahkârlar, ancak pek kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler; işte onlar böyle döndürülüyorlardı. (84/55), (30/55)
Kendilerine ilim ve iman verilenler şöyle derler: “Andolsun ki siz, Allah'ın yazısında yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bugün yeniden dirilme günüdür; fakat siz onu tanımıyordunuz.” (84/56), (30/56)
Akıllarını kullanarak "iman" etmelerinden ötürü ve kendilerine ilim (bilgi) verilenlerin (müminlerin) ise onlara Allah'ın vahiy ettiği yeniden dirilme gününü doğru kabul etmekte geciktiklerini, bunun için Kıyamet Günü'ne kadar anlamamakta direndiklerini söyleyecekleri bildirilmektedir.
Bu açıklamalar ile ilgili olarak bir diğer Ayetteki ifadelerden Evren ortamının sona ermesi olarak düşünebileceğimiz “Kıyamet” olayının da yine “ansızın” gerçekleşeceği belirtilmektedir.
Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir.” Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar, de ki: “Onun bilgisi ancak Allah'ın katındadır; ama insanların çoğu bilmezler.” (39/187), (7/187)
Burada Kıyametin insanlara ansızın gelmesi şeklinde açıklanan durumun, o sırada Dünya'da yaşamakta olan insanlar için aniden yaşanması olarak tanımlanması yanında, Kıyamet olayından önce ölmüş olan bütün insanlar açısından da ruhlarının "Berzah" Alemindeki bekleyişleri sırasında aniden "Algılayacakları" şeklinde tanımlandığı düşünülmektedir. Buna göre halen yaşayanlara göre belki "Milyonlarca veya Milyarlarca Yıl" olarak tanımlanacak bir zamanın Berzah Aleminde aynı süre olarak algılanmayacağı, oraya giriş ile Kıyamet zamanı arasında geçecek olan sürecin "Aniden" hissedileceği varsayılabilir.
Nitekim Ahiret ortamındaki “yeniden diriliş” sonrasında insanların yeryüzünde geçirdikleri yaşamlarını ve sonrasındaki Ruhlarının engellenme (Berzah) süresini sadece “birkaç gün” gibi hatırlayacakları, akıllı insanların üzerinde düşünmeleri için açık bir şekilde bildirilmektedir.
Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya uğradı "Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!?" dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı sonra tekrar diriltti. "Ne kadar kaldın?" dedi. "Bir gün yahut daha az" dedi. Allah ona: "Hayır, yüz sene kaldın, yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır, eşeğine de bak, seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik), şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz" dedi. Durum kendisince anlaşılınca: "Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir" dedi. (87/259), (2/259)
Bu açıklamalardan insanların ölüm sonrasında başka ortamlara geçmesi “engellenen” ruhlarını “Kıyamet” zamanında yeniden diriltilmeleri ile “Ahiret” ortamında kavuşacakları “beden yapılarında” yeniden fark edecekleri, böylece bu yeni “boyutlarda” ve “ortamlarda” Dünya yaşamlarındaki “benlik bilinçleri” ile ancak yeni koşullara tabi olarak kendilerine bildirilen “Sonsuz Yaşama” başlayacakları anlaşılmaktadır.
Görüldüğü gibi insan aslında Allah’ın “Ruhundan” olması nedeniyle bu ortamdaki yaşamlarında ulaşılması imkânsız bir hedef olan “sonsuz yaşam” hayali aslında somut bir gerçek olarak bünyesinde bulunmaktadır. Zira İnsanın Ruh Yapısı bu dünyaya gelmeden önce yaratılmış, Allah’ın huzurunda toplanarak Allah’a iman etmiş ve bu ortam sonrasında da Ahiret ortamlarında yaşamaya devam etmiş olmakla esasen “sonsuz yaşama” sahip bulunmaktadır.
Allah bu Ayetleri ile halen yaşayan ve "Son Güne" kadar bu Evren ve Dünya ortamında yaşayacak olan tüm insanlara Ayetleri anlamaya çalışmalarını önemle "hatırlatmakta" ve aksi anlayışlardan sakınılmasını ihtar etmektedir. Bu nedenle insanlardan Ayetlerde kendilerine iletilen “gerçekler” üzerinde akıllarını kullanarak düşünmeleri ve doğru yola yönelmeleri istenmektedir.
İnsanın aklını doğru yönde (Ayetlerdeki gerçekleri dikkate almadan) kullanmayıp Şeytan’ın dürtülerine (Nefsine) uyarak oluşturduğu “kendi varsayımlarına” göre “Yüce Yaratıcı” olan Allah’ı inkâr etmesi ve O’na iman etmemesi, aslında doğrudan kendi benliğini inkâr etmesi sonucunu doğurmaktadır.
Bu durum insanın “asıl” benliğinin, Yüce Allah’ın “Ruhundan” indirdiği “üflediği” ve bedenine yüklediği “Ruh Yapısı” olduğunu gösteren en kesin delillerden birisi olmaktadır. Görüldüğü gibi İnsan aslında “Allah’ın Ruhundan” ibarettir. Çünkü “İnsanın Dünyaya Gelişi” bölümünde belirtildiği gibi, insanların yeryüzü ortamındaki yaşamı süresince Allah’ın “Gerçek Ortamda” ilk olarak yarattığı “asıl bedeninin” bir benzeri olarak yeryüzü ortamında yarattığı “beden yapılarına” yaklaşık dört aylık iken Anne rahminde yüklenmiş bulunmaktadır.
Allah, iman etmeyenlerin ister ölüm sonrasındaki "Berzah" ortamında ister daha sonra geleceğinden şüphe olmayan "Kıyamet" ortamında "Azap" çekeceklerini bildirmekte ve bu insanların kendilerine biraz daha "Mühlet" verilmesini umut edeceklerine ve artık "Fayda Etmeyecek" olan "Pişmanlık" çekeceklerine işaret etmektedir. Ayrıca İnkâr edenlerin davranışlarını anlatan diğer birçok Ayetlerde açıklandığı gibi, başlarına gökten taş yağdırmasını ve elem verici bir azap getirmesini isteyerek Yüce Peygambere karşı alaycı bir vaziyet aldıkları belirtilmektedir.
Hani bir zaman da: “Ey Allah'ım! Eğer bu Kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır yahut bize elem verici bir azap getir!” demişlerdi. (88/32), (8/32)
Bu düşüncede olanların ve böyle davrananların eski kavimlerin kıssaları ve başlarına gelen felâketlerin ne kadar şiddetli olduğu bildirilmiş olduğu halde onlardan bir ibret (ders) almadıkları ve yine inkârlarına devam ettikleri fakat kendilerinin başlarına da azap gelince de ağız değiştirerek zaman istedikleri ifade edilmektedir.
Böyle bir mucize gerçekleştirilip bu inançsızların yeniden "Yıllarca Yaşatılıp" nimetlerden faydalandırılmış olsalar bile, "Korkutuldukları" azap başlarına geldiğinde bunların hiçbir yararının olmayacağı belirtilmekte ve hiçbir memleketin öğüt vermek üzere uyarıcı "Peygamberleri" olmadan yok edilmediğine dikkat çekilmektedir. Allah bu Ayetleri ile kimseye sebepsiz yere zulüm edilmeyeceğini zira Allah'ın "Zalim" olmadığını tüm insanlara en anlaşılır bir şekilde açıklamaktadır.
Yüce Allah özellikle Hz.Muhammed zamanında etrafında olanlardan kendilerine iletilenlere inanmayanların Ayetlerin Hz.Muhammed'e "Şeytanlar" tarafından iletildiğini de iddia ettiklerine insanların dikkatlerini çekmektedir.
O'nu şeytanlar indirmedi. (47/210), (26/210)
Bu onlara düşmez; zaten güçleri de yetmez. (47/211), (26/211)
Şüphesiz onlar, vahyi işitmekten uzak tutulmuşlardır. (47/212), (26/212)
O halde sakın Allah ile beraber başka tanrıya kulluk edip yalvarma, sonra azap edilenlerden olursun! (47/213), (26/213)
Bilindiği gibi, Hz.Muhammed'ten önce Musa ve İsa Peygamberler de kendilerine vahiy edilen "Ayetleri" bulundukları topluma iletmişlerdir. Ancak bu Vahiylerin alındıkları sırada "Yazılı" hale getirilen asıllarının kaybedilmiş olmaları ve daha sonra birçok kişi tarafından "Hatırlandıkları" kadarı ile yazılı hale getirilmeleri nedeniyle Peygamberlere iletilenler insanlar arasında bir çeşit "Efsane" olarak söylene gelmiştir. Bunlardan en çok önem verilenler arasında hiç şüphesiz Adem'in yaratılışı ve "Şeytanın" etkisi ile "Cennetten" çıkarılışı bulunmaktadır. Buna göre "Şeytan" ve insanlar üzerindeki etkisi ile ilgili hususların Kur'an Ayetlerinden önceki zamanlarda Yahudi ve Hristiyan toplumlar ile temasları bulunan Arap toplumunda da bilindiği ve inanmayanların bu bilgiye dayanarak inkarlarına "Delil" olarak Hz.Muhammed tarafından iletilen "Vahiylerin" kendisine "Şeytan" tarafından telkin edildiğini ileri sürdükleri söylenebilir.
Toplumda rivayet edilen bu ve benzer nitelikteki olayların aslında nasıl gerçekleştiği Kur'an Ayetlerinde tüm insanlara açıklanmaktadır.
İblis: “Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver” dedi. (39/14), (7/14)
Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin” buyurdu. (39/15), (7/15)
İblis dedi ki: “Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.” (39/16), (7/16)
"Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!" dedi. (39/17), (7/17)
Allah buyurdu: “Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım! “(39/18), (7/18)
Allah, Kur'an’ın gerek "Gerçek Ortamda" ve gerekse insanlar için yaratmış olduğu bu Evren ve Dünya ortamında "Takdir Ettiği" işlerin yürütülmesi ile "Görevleri" yerine getirmek üzere "Yaratmış" olduğu "Şeytan" tarafından indirilmediğini, böyle bir olaya onların "Güçlerinin" yetmeyeceğini, Şeytan'ın esasen böyle bir görevinin bulunmadığını, insanlar üzerinde kısıtlı olarak ve daha çok onları "Allah'a" inanmaktan "Alıkoymak" üzere kendi iradelerini kullanmalarına "İzin Verildiğini" ve ayrıca onların "Cebrail Meleği" tarafından Hz.Muhammed'e iletilen "Kur'an Vahyini" işitmelerinden "Uzak" tutulduklarını açık olarak bildirmektedir.
Bu nedenle Şeytan’ın insanları Allah’a iman etmekten saptırmak için “doğru yolun” üstüne oturup onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağını ve onların çoklarının şükredenlerden olmayacaklarını iddia ettiğini hatırlatan Yüce Allah İnsanlara “yerilmiş ve kovulmuş” olan Şeytan’a uyanların Şeytanla birlikte cehenneme gönderileceğini hatırlatmakta ve Allah’a iman ederek doğru yoldan ayrılmamalarını ihtar etmektedir.
Allah iman etmeyenlere uyarılarına devamla Şeytanların günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üstüne indiklerini, yani bu tür insanlar üzerinde etkili olduklarını ve onları kendi iradelerine tabi tutarak "Yönlendirdiklerini" açıklamaktadır.
Şeytanların ise kime ineceğini size haber vereyim mi? (47/221), (26/221)
Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üstüne inerler. (47/222), (26/222)
Bunlar, kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar. (47/223), (26/223)
Şairlere, onlara da sapıklar uyarlar. (47/224), (26/224)
Onların her vadide başıboş dolaştıklarını görmedin mi? (47/225), (26/225)
Ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? (47/226), (26/226)
Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah'ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler, hangi dönüşe döndürüleceklerini yakında bileceklerdir. (47/227), (26/227)
Buna göre, yalancı, günahkâr kimselerin Şeytanların nefsleri üzerindeki telkinlerine açık oldukları, ancak iman ve bilgi ile kalpleri aydınlanmış olanların Şeytanın telkinlerine aldanmadıkları, Şeytanların bu kimseler üzerinde etkili olamadıkları ve kendilerine tabi kılamadıkları anlaşılmaktadır.
Bu konuda Ömer Nasuhi Bilmen tefsirinde şu özet sözler bulunmaktadır:
"..Yalancı, günahkâr kimseler Şeytanların nefsleri üzerindeki telkinlerine açık olmakta, onların vesveselerini dinlemekte ve o Şeytanlardan dinledikleri hayalleri, vehimleri, asılsız şeyleri insanlara nakletmektedirler. Şeytanların telkinlerine kapılan kimseler içinde bazıları da vardır ki, bütün sözleri doğru olabilir. Fakat bu sözleri de yine halkı aldatmak, kendilerini doğru sözlü göstererek onun içinde kendi bâtıl kanaatlerini, aldatıcı sözlerini halka aşılamak içindir. Mamafih onların bir takımı da vardır ki, şeytanlar, cinler adına söz söylerler, onlardan almadıkları sözleri de onlara isnât ederler, şahsi menfaatlerini temin için halkı aldatıp dururlar. Artık o gibi kimselerin sözlerine karşı çok ihtiyatlı bulunmak icabeder."
http://www.tahavi.com/2018/04/12/suara-suresi/
Ayetlerde "Şairler" olarak belirtilenlerin aslında “sanatkâr” olmadıkları, şiir şeklinde “vahiy” gibi göstererek insanları etkilemeye çalıştıkları, çoğu yalancı olan ve günaha iftiraya düşkün olan herkesin üstüne indikleri onların da bunlara “kulak verdikleri” anlaşılmaktadır. Ayet bu tür insanların her "Konuda" insanlara yapmadıkları şeylerle ilgili şiirler söyleyip efsaneler anlatarak başıboş şekilde dolaştıklarına dikkat çekilmekte ve bunlara ancak inanmayan "Sapıkların" uyacağına işaret edilmektedir.
Öte yandan iman edip iyi işler yapan, Allah'ı çok çok anan ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunan "Şairlerin" durumunun "Başka" oldukları, bunların din düşmanı şairler gibi olmadıkları belirtilmekte ve bunlara haksızlık edenlerin selâmete, kurtuluşa kavuşamayacakları ve ebedî azaba uğrayacaklarını yakında (yani ölür ölmez) anlayacakları (Nereye Döndürüleceklerini Bilecekleri) bildirilmektedir.
Ayrıca Allah'a inanmayanların bu tutumlarında ısrarlı olmaları halinde artık "Akıllarını" işleterek bu durumlarını gözden geçirmelerinin ve "Gerçeğe" ulaşmalarının daha zor olacağı uyarısında bulunulmaktadır.
Şüphesiz biz, ahirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösterdik; o yüzden bocalar dururlar. (48/4), (27/4)
İşte bunlar, azabı en ağır olanlardır; ahirette en çok ziyana uğrayacaklar da onlardır. (48/5), (27/5)
Çünkü Allah bu durumdaki insanların yaptıkları işlerin kendilerine "Çekici" veya "Süslü" gösterileceğini açıklamaktadır. İnsanların bu Dünya ortamında kendilerine Allah'ın "Yaratıcılığı" ve "Tek Yaratıcı" olduğunu kanıtlayan sayısız "Delil" ve "Uyarıları" dikkate almayıp kendi “kibrine” uyarak uygun gördüğü ve "Çekici" bulduğu her şeyi "İstediği" gibi yapması, zamanla bu durumun kendisi için "En İyisi" olduğuna inanmasına neden olacaktır. Allah bu gibi insanların "Gerçekler" karşısında "Bocalayıp Duracaklarını" ve insan nefsi ile ilgili olan bu duruma dikkat edilmesini ihtar etmektedir. Bu ihtarlara da aldırış etmeyip bildiği gibi yaşamaya devam edenlerin "Ahiret" ortamında en çok "Ziyana" uğrayacakları ve en ağır "Azaba" uğrayacakları açıklanmaktadır.
Allah'a ve peygamberlerine inanmayanların ve Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyenlerin kendilerine iletilen "gerçeklere" inanmamalarına bir bahane olarak bu "gerçeklerin" bir kısmına iman edeceklerini ama bir kısmına inanmayacaklarını da ileri sürdüklerine işaret edilmektedir.
Bu şekilde iman edip etmemek arasında "bocalayan" ve bunlar arasında bir "yol" tutmak isteyenlerin aslında gerçekten inkârcı (Kafir) oldukları ve Allah'ın onlara ölümleri sonrasındaki ortamlarda alçaltıcı bir "azap" hazırladığı bildirilmektedir
Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip "Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız" diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu, (92/150), (4/150)
İşte gerçekten kafirler bunlardır ve biz kafirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. (92/151), (4/151)
Nitekim Yüce Allah bütün insanlara "gerçekleri" bildirerek apaçık Ayetler indirdiğini, buna rağmen Allah'a ve Hz.Muhammed'e (Resûlüne) karşı gelenlerin kendilerinden önce peygamberlerine karşı gelen toplumların alçaltıldığı gibi alçaltılacaklarını da bir diğer Ayetinde bildirmekte ve onların ölümleri sonrasındaki "Kıyamet" ortamında hepsini dirilteceğini ve yaptıklarını kendilerine haber vereceğini, onların hayatta iken yapmış ve unutmuş oldukları her şeyi eksiksiz olarak göstereceğini (bir bir saymıştır) ve her şeye "şahit" olduğunu inkar edenlere ve "bütün insanlara" açıkça bildirerek doğru yola dönmelerini ihtar etmektedir.
Allah'a ve Resûlüne karşı gelenler, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Biz apaçık ayetler indirmişizdir, kafirler için küçük düşürücü bir azap vardır. (105/5), (58/5)
O gün Allah onların hepsini diriltecek ve yaptıklarını kendilerine haber verecektir, Allah onları bir bir saymıştır, onlar ise unutmuşlardır. Allah her şeye şahittir. (105/6), (58/6)
Çünkü Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara Allah'ın bu ortamdaki yaşamlarında veya ölümleri sonrasındaki "takdir ettiği" bir zamanda (bir gün) hak ettikleri ödüllerini (mükâfatlarını) vereceği bildirilmekte ve Allah'ın çok bağışlayıcı ve esirgeyici olduğu hatırlatılmaktadır. Buna göre, Allah'a iman etme konusunda kararsız olan veya Allah'ın bütün insanlara gösterdiği doğru yolu açıklayan "gerçekleri" inkarda ısrarlı olan tüm insanların ölüm sonrası ile ilgili "Kurtuluş" işareti olabilecek bu önemli uyarıların üzerinde durarak düşünmelerinin kendileri için faydalı olacağına işaret edilerek bütün insanlardan bu uyarıları dikkate almaları ve onlara göre durumlarını düzeltmeleri beklenmektedir.
Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara işte Allah onlara bir gün mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. (92/152), (4/152)
Ayette "Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyenler" ifadesi ile ilgili olarak, insanların bir bölümünün gerçekten bir "Yaratıcı" olduğunu "düşünmekle" birlikte, o yaratıcının seçtiği bir "insanın" her şeyin "yaratılışı" ve "Tek Yaratıcı Güç" ile ilgili "gerçekleri" kendilerine bildirmesini "anlayamadıklarına" dikkat çekilmekte ve onların da inkâr edenler gibi Allah'ın bu amaçla görevlendirdiği "peygamberlere" inanmadıkları belirtilmektedir. Bu durumun günümüzde kendilerini "Teist" olarak tanımlayanları ifade ettiği söylenebilir.
Allah konusunda özel bölümde ayrıntılı olarak belirtildiği gibi “Allah”, Evren ve bir parçası olan Dünya ortamının, bu ortamlardaki tüm canlı ve cansız varlıklar ile tüm “insanların” ve niteliklerini hiçbir zaman “tam olarak” bilemeyeceğimiz diğer “somut ve soyut” her şeyin “var oluşunun” diğer bir deyimle “yaratılışının” nedeni, özü ve “tek ve eşsiz kaynağıdır”. Bu anlamda sahip olduğumuz bilgi birikimleri çerçevesinde kesin olarak tanımlamamızın mümkün olmadığı Allah’ı, ancak erişilemez, bilinemeyen, eşsiz, saf ve “bilinçli” olan “enerji kaynağı” gibi hayal edilebileceğimizi düşünülebiliriz.
Yüce Allah’ın “takdiri” ile “Gerçek Ortamında” insanı “Kendi Ruhundan” olarak “yarattığı”, yaratmış olduğu insanın bir süre “yeryüzünde” yaşamasını ve orada çoğalmasını uygun gördüğü, böylece yeryüzünde ortaya çıkacak her insan için “Kendi Ruhundan” özel olarak “Ruhunu” yarattığı, yeryüzünde Kıyamet zamanına kadar yaşayacak olan bütün insanların “Ruhlarını” topladığı (Elest), bütün insanların “Ruhlarının” Allah’ın insanların “Rabbi” olduğunu kabul ettikleri ve birbirlerine bu konuda “şahit oldukları”, insanların bir süre yaşamaları için Evren ve Dünya ortamını yarattığı, böylece bu ortamda yaşamaya başlayan her yeni insana anne rahminde dört aylık iken yeryüzünde oluşmakta olan bedenine “Kendi Ruhundan” olan “Ruhunu” indirdiği (üflediği), insanın bu ortamda ölümünden sonra da “Ruhunun” bir süre başka ortamlara gitmesinin engellendiği (Berzah), ve Evren ortamının sona ereceği Kıyamet sonrasında “Ahiret” olarak tanımlanan Allah’ın “Gerçek Ortamında” yeniden yaratılacak olan bedeninde yer alacağı (Allah’a Döndürüleceği) belli bir düzen altında Ayetlerde açıklanmaktadır.
Bu durumda her insanın “Allah’ın Ruhundan” olan ve sadece “kendisine özel” tek bir “Ruhunun” bulunduğu, buna göre de aslında insanın Allah ile “özdeş” olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre Ayetlerde belirtilen durumlara ve verilen bilgilere bağlı olarak aldığı ve bulunduğu şekil ve koşullar dikkate alındığında “İnsan Ruhunun” ölüm sonrasında bir başka bedene girerek yeniden yeryüzü ortamına geri dönmesi, yani “reenkarnasyon olayının” mümkün olmadığı görülmektedir. (Bu konularda diğer bölümlerinde ayrıntılı açıklamalar bulunmaktadır.)
Kendilerine "Akıl" verilmiş olan insanların "Yüce Yaratanın" her şeyi "yaratmış" olduğunu ve her şeyi "yaratmayı" sürdürmekte olduğunu bildiren "varoluş" kavramalarını anlayabilmelerini sağlamak üzere, Yüce Yaratıcı tarafından "seçtiği" insanların (Peygamberlerin) zihinlerine yol gösterici "delilleri" ve diğer "gerçekleri" bildiren "vahiylerini" yerleştirildiği ve onların da aldıkları bu "vahiyleri" çevrelerinde bulunan insanlara bildirdikleri Kur'an Ayetlerinde açıklanmaktadır.
Bununla birlikte her şeyi "Yaratan" ve "Yaratmakta" olan "güç", bu "gerçekleri" peygamberlerine "vahiy ettiği" gibi bütün insanlara da ayrı ayrı olarak "vahiy edebilecek" durumda ve gücünde olduğunu ve şayet “dilemiş olsaydı” hiç kimsenin Allah'a ortak koşamayacağını, bütün insanları doğru yola iletebileceğini veya hidayete (Allah'ı anlamaya ve O'na iman etmeye) erdirebileceğini Ayetlerinde özel olarak açıklamaktadır.
Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? (51/99), (10/99)
Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. (55/107), (6/107)
De ki: “Kesin delil, ancak Allah'ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi" (55/149), (6/149)
İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi? (96/31), (13/31)
Yolun doğrusu Allah'ındır, yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi. (70/9), (16/9)
Bu nedenle "peygamberlerin ilettiklerinin" Allah'ın insanlara "ilettikleri" olduğuna inanmayıp sadece bir "yaratıcıya" inanarak Allah ile peygamberlerini birbirinden ayıranlar, aslında inandıklarını iddia ettikleri "Yaratıcı" fikrini üzerinde çalıştıkları konularda elde ettikleri bilgilerden ve bilgi birikimlerinden her şeyin nasıl meydana geldiklerini (yaratıldıklarını) açıklamaktan aciz kalarak "tanımlayamadıkları" bir olağan üstü bir "Gücün" varlığını "Yaratıcı" olarak kabul etmelerine ve bütün bunların "peygamberlerin bildirdiklerinde" ve son olarak ta Kur'an Ayetlerinde yer aldığını okuyup görmelerine rağmen, peygamberlere inanmayarak bir anlamda "inandıkları" Yaratıcıyı da "inkar etmiş" olmaktadırlar. Bu yüzden Yüce Allah bu görüşte olanları kendilerince "geçersiz" bir inanç geliştirdikleri için inkârcı (Kafir) olarak tanımlamaktadır.
İnsanlar sadece bir tek ümmetti, sonradan ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi (51/19), (10/19)
Ayette insanların yeryüzüne "İndirilmeleri" sırasında Adem’den itibaren tek bir ümmet oldukları ve bu insanların Adem ve eşine ilk yaratılmaları sırasında öğretildiği gibi Allah'ın "Yaratıcılığını" ve "Tek Yaratan" olduğunu kabul eden "İslâm" inancına (Dinine) sahip bulundukları; ancak sonradan gelen nesillerin bir kısmının bu dinde devam ederken bir kısmının da bunu kabul etmedikleri ve Allah'ı inkâr yolunu seçerek böylece ayrılığa düştükleri hatırlatılmaktadır.
Akıllı İnsanların bu Dünya ortamına "İndirilmeleri" ile ilgili olarak Yüce Allah'ın Adem ve eşine "Gerçek Ortamda" ilk yaratılmaları sırasında "Bütün İsimleri" öğrettiği ve bunları fark edip "Kullanmaları" için "Kendi Ruhundan" üfleyerek "Ruh" ve "akıl yeteneği" yüklediği fakat bu yaratılışa itiraz eden ve "İblis" olarak adlandırdığı Şeytan’ın onları etkileyip "Yoldan Çıkarması" üzerine onları bir süre kalıp "Öğrenmiş" oldukları "Bütün İsimleri" anlamalarını sağlamak ve "Şeytan" ile mücadele etmek ve iyi ve kötü işleri ve şeyleri ayırt etmelerinde gösterdikleri zayıflığı fark ederek daima iyi ve doğru olanı seçebilmeleri için "Belli Bir Zamana Kadar" bu Dünya ortamına "İndirmeyi" takdir ettiği diğer Ayetlerden anlaşılmaktadır.
Allah Adem'e bütün isimleri öğretti. (87/31), (2/31)
Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulunduklarından onları çıkardı. Bunun üzerine: "Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır" dedik. (87/36), (2/36)
Burada değinilen "Bütün İsimlerin" Gerçek Ortamda ve bir parçası olduğumuz Evren ve Dünya ortamında Yüce Allah'ın "Takdir" ettiği "Yaratılış" faaliyeti ile ilgili tüm konuları, tüm unsurları ve işlevlerini kapsayan her türlü bilgi ve beceriyi ifade ettiği düşünülmelidir. Bu anlamda Adem'e "Öğretilen" bütün isimler Ayette "Adem" şahsında ifade edilmekle birlikte, eşi de dahil olmak üzere "Tüm İnsanların" bünyelerine indirilen "Ruh" ve "Akıl" unsurları ile fark edebilecekleri ve anlayabilecekleri bir olgu niteliğindedir. Yani Ruh ve Akıl taşıyan insanlar kendi araştırmaları ile elde ettikleri bilgileri ve diğer insanlar tarafından paylaşılan bilgileri kullanarak erişecekleri "Bilgi Birikimi" düzeyine göre esasen bünyelerinde bulunan ve "Keşfedilmeyi" bekleyen "Bütün İsimlerin" bir kısmını anlayıp fark edeceklerdir.
Bu süreç insanların yaşamları boyunca devam edecek ve insanlar yaşlandıkça bilgi birikimlerini çoğaltarak bu "İsimleri" anlayıp keşfedeceklerdir. Yakın geçmişte ve günümüzde ortaya çıkan "Buluşlar" bu sürecin giderek daha hızlı bir şekilde başladığını göstermektedir. Bu sürecin devamında ulaşılan buluşlar her gün daha yeni buluşların ortaya çıkmasının nedeni olacak ve "Akıl Kullanmanın" sağlayacağı bilgi birikimlerinin çoğalma hızına göre gelecekte bir zaman insanlar "Bütün İsimleri" anlayacak düzeye ulaşacaklardır.
Adem ve Eşinin yaklaşık 10-20 Bin yıl önce ilk olarak bu Dünya ortamında yaşamaya başladıkları daha çok "Dini" bilgilerden anlaşılmaktadır. Ancak Dünya ortamında bu sırada bize göre uzun bir süre olan yaklaşık 4-8 Milyon sene öncesinden itibaren değişim ve gelişim göstererek evrimleşen "İnsansı" yapılar bulunduğu bilimsel araştırmalar sonucunda ortaya çıkarılmış bulunmaktadır.
Bildiğimiz ve içinde bulunduğumuz bu Evren ve Dünya ortamının da "Mutlak İrade" olan Allah tarafından Gerçek Ortamda "Yaratmış" olduğu ilk akıllı insanlar olan Adem ve eşinin bu Ortamdan "Gönderilmesi" yani Ayetlerdeki ifadeye göre "İndirilmesi" ile ilgili "İradesinin" yürütülmesi için "Yaratıldığı" anlaşılmaktadır. Bize göre yaklaşık olarak 13,7 Milyar yıl önce başladığı düşünülen bu "Oluşum" sürecinde Güneş Sistemimizin 9 Milyar ve Dünya ortamının da yaklaşık olarak 4,5 Milyar yıl önce madde olarak meydana geldiği yapılan araştırmalar sonucunda bugün tüm insanlar tarafından bilinmektedir. Bize göre çok uzun bir zaman olarak algılanan bu "Yaratılış" sürecinin esasen Kendi tasarrufu altında bulunan ve "Sahibi" olduğu "Sonsuz" zaman boyutu açısından o kadar uzun bir süre olmadığını söylemek mantıklı bir yaklaşım olmaktadır. Diğer bir deyimle Evren ortamının ve bu ortamda bulunan Güneş Sistemi ve Dünya ortamının buraya gönderilecek olan "İnsanlar" için "Canlı" ve "Cansız" varlıklar olarak düzenlendiği, bu düzenlemeler ile insanların bu ortamdaki yaşamları için gereken "Koşulların" tüm Evren koşulları ile uyumlu olarak hazırlandığı ve bu arada yaratılan canlı varlıkların değişim ve gelişimleri ile evrimleşmeleri sonucunda buraya gönderilecek olan insanların bu ortamda "Kullanmak" üzere bu ortamın koşullarına uyumlu bir "Kalıp" olarak "İnsansı" yapıların "Hazırlandığı" söylenebilir.
Böylece "İnsansıların” beden yapılarının geçirdikleri “evrim” sonucunda Adem ve eşinin “Gerçek Ortamda” yaratılmış olan beden yapıları ile uyumlu bir şekli aldığı ve Adem ve eşinin bu “yeryüzü” ortamında ortaya çıkmasını takiben burada hazırlanmış olan “İnsansı” yapılar ile birlikte yaşayıp çoğalarak bu ortamda Yüce Allah'ın "Ruhu" ile "Akıl" unsurları yerleştirilmiş olan “Akıllı İnsan” neslinin başladığı anlaşılmaktadır. (Bu konuda “İnsanın Dünyaya Gelişi” ve “Dünyada Hayat” bölümlerinde ayrıntılı bilgi bulunmaktadır.)
Bu durumda Adem ve eşinden çoğalan ve bir süredir Dünya ortamında yaşamakta olan "İnsansı" yapılar ile ilişkiye girerek daha hızlı bir şekilde çoğalmayı sürdüren Yüce Allah'ın "Ruhu" ile "Akıl" unsurları yerleştirilmiş olan "Akıllı" insanlar daha sonraları özellikle "Şeytan’ın" etkisi altında kalarak "Akıl" kullanmalarında ortaya çıkan zafiyetlerinin sonucunda "Ayrılığa" düştükleri anlaşılmaktadır.
Allah’ın "Ruhundan" verdiği ve "akıl yeteneği" yüklediği “İnsanın Yaratılışına” itiraz eden ve "İblis" olarak adlandırdığı Şeytan’ın onların akıllarını çelerek kendisini daha "Üstün" görmesi ve onları etkileyip "Yoldan Çıkarması" üzerine Yüce Allah'ın onları "Makamından" kovduğu, bunun üzerine insanları bir süre kalıp "Öğrenmiş" oldukları "Bütün İsimleri" anlamalarını sağlamak ve iyi ve kötü işleri ve şeyleri ayırt etmelerinde gösterdikleri zayıflığı fark edip "Şeytan" ile mücadele ederek daima iyi ve doğru olanı seçebilmeleri için "Belli Bir Zamana Kadar" ve birbirlerine "Düşman" olarak bu Dünya ortamına "İndirmeyi" takdir ettiği insanın yaratılışına dair Ayetlerde bildirilmektedir.
Bu arada Yüce Allah’ın Şeytan’a "Akıl" unsurunu lütfettiği insanları etkilemesine ve onları doğru yoldan çıkaracak “duyguları” eklemesine "İzin" verdiği görülmektedir. Böylece İnsanlara bu yeryüzü ortamındaki yaşamları boyunca Akıllarını kullanarak “Düşmanı” olan Şeytan ile “mücadele” ederek “galip” gelmeleri için Allah’a iman etmelerinin gerektiği hatırlatılmaktadır.
İblis: “Bana tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver” dedi. (39/14), (7/14)
Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin” buyurdu. (39/15), (7/15)
İblis dedi ki: “Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.” (39/16), (7/16)
"Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!" dedi. (39/17), (7/17)
Allah buyurdu: “Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım! “(39/18), (7/18)
Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulunduklarından onları çıkardı. Bunun üzerine: "Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır" dedik. (87/36), (2/36)
Gizli konuşmalar şeytandandır, bu, iman edenleri üzmek içindir; oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça, müminlere hiçbir zarar veremez., müminler Allah'a dayanıp güvensinler. (105/10), (58/10)
Nitekim Yüce Yaratan insanlara bunları "Fark" etme ve onları etkisiz hale getirebilme özelliğinin lütfettiği "Akıl" unsuru ile mümkün olduğunu, Şeytanın "Akıllarını" işleterek "Kendisini" tanıyıp teslim olanlara zarar vermesine "İzin" vermeyeceğini bildirmektedir.
İnsanlar arasındaki bu ayrışmanın Nuh Peygamberin gönderilmesi öncesinde belirgin hale geldiği ve Allah'ın Nuh peygamberi insanları tekrar doğru inanca yönlendirilmesini sağlamak üzere görevlendirildiği düşünülmektedir.
Yüce Allah Ayetinde "Eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi" şeklinde yaptığı açıklama ile, ayrılığa düşülen konularda ödül ve cezaların verilmesinin "Ezel" alemindeki "Elest" toplantısında Kıyamet gününe bırakıldığına ve şayet bu “İradesi” bulunmasa idi mutlaka insanlar hakkında derhal hüküm verilmiş olacağına dikkat çekilmektedir.
Bu durumda sözlerinde, hareketlerinde doğru olan ve inananların yaşatılmaları ve doğru olmayan ve inanmayıp boşuna yaşayan insanların da "Hemen" yok edilmeleri gerçekleşmiş olacaktı. Fakat özellikle inanmayan ve boş işlerle zaman geçiren insanlara "Akıllarını" kullanarak Şeytanın etkilerini fark etmeleri ve düşünüp durumlarını düzeltebilmeleri için bir yaşam süresi verildiğine işaret edilmekte ve böylece Yüce Yaratan'ın ilâhî merhametinin eseri olarak böyle bir müddet verilmesi ile bir mazeret ileri sürmelerine bahanelerinin kalmadığı da insanlara hatırlatılmaktadır.
Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim? “Evet şahit olduk” dediler. (39/172), (7/172)
Ayetteki ifadelerden Adem ve eşinin bu Dünya ortamına "İndirilmesinin" takdir edilmesi ile onların bu ortamdaki yaşamlarını sürdürmelerini sağlamak üzere "Yaratılan" Evren ve Dünya ortamının hazırlanması sürecinde Yüce Allah'ın "Ezel Alemi" olarak da tanımlanan Kendi "Ortamında" bu şekilde Dünya ortamına "Gönderilecek" olan bütün "Akıllı" insanların "Ruhlarını" yarattığı anlaşılmaktadır.
Buna göre Kıyamet zamanına kadar bu ortamda yaşayacak bütün "Akıllı" insanlara, "Ruhlarının" Yüce Allah'a ve tek yaratan olduğuna şahitlik ettiği "Elest" toplantısında, ayrılığa düştükleri konularda hemen aralarında hüküm verilmesinin Şeytan ile olan mücadelelerinin devam edeceği insanların tekrar dirilecekleri güne ertelendiği bildirilmektedir.
Öte yandan inanmakta ve ima etmekte bazı kuşkuları bulunan ve bu nedenle Yüce Allah'ı ve Allah'ın "Tek Yaratan" olduğu gerçeğini açıklayan "Ayetleri" kendisine "vahiy edilen" ve bunları tüm insanlara ileten Hz.Muhammed'e ve dolayısı ile onun getirdiklerine inanmayıp bunları "İnkâr" eden İnsanların Allah'a inanabilmeleri için Hz.Muhammed'den bu ortam koşullarına göre olması "İmkânsız" olan bir "Mucize" göstermesini bekledikleri açıklanmaktadır.
Onlar: "Sen” dediler, “Bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız." (50/90), (17/90)
"Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın." (50/91), (17/91)
"Yahut iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin." (50/92), (17/92)
"Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece çıktığına da asla inanmayız." De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim. (50/93), (17/93)
Zaten, kendilerine hidayet rehberi geldiğinde, insanların inanmalarını sırf, "Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi?" demeleri engellemiştir. (50/94), (17/94)
Şunu söyle: “Eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik.” (50/95), (17/95)
De ki: “Benimle sizin aranızda gerçek şahit olarak Allah kâfidir. Zira O, kullarını hakikaten bilip görmektedir.” (50/96), (17/96)
Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya! diyor. De ki: “Gayb ancak Allah'ındir. Bekleyin ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” (51/20), (10/20)
Hz.Muhamed'e karşı gelerek Allah'a inanmayanların ona zorluk çıkarmak amacı ile çeşitli bahaneler ileri sürdükleri, örneğin yerden bir kaynak fışkırtmadıkça ona asla inanmayacaklarını söyledikleri ayrıca onun içinden ırmaklar akan hurma bahçelerinin, üzüm bağının, altından evinin bulunmaması nedeniyle "zengin" olmamasının da ona itibar edilmesi ve inanılmasında yeterli olmadığını ileri sürdükleri belirtilmektedir. Bunun yanında Ayetlerde yer alan bazı uyarı açıklamalarını hafife alarak üzerlerine gökten parçalar yağdırmasını veya Allah'ı ve melekleri gözlerinin önüne getirmesini ya da göğe çıkmasını, şayet okuyacakları bir kitap indirmediği sürece göğe çıktığına da asla inanmayacaklarını söyleyerek inkarlarını sürdürdükleri açıklanmaktadır.
Yüce Allah bu tür karşı duruşları ileri sürenlere eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşanlar melekler olsaydı, elbette onlara gökten peygamber olarak bir melek göndereceğini bildirmekte ve insanlara gönderdiği peygamberlerin de ancak birer "insan" olduklarını hatırlatmaktadır.
Bu tür itirazlara karşılık Hz.Muhammed'e Allah'ın bütün noksan sıfatlardan ve eksikliklerden uzak ve yüce olduğunu (tenzih), esasen kendisinin sadece bir "insan" olarak Allah'ın uyarı, öğüt ve önerilerini tüm insanlara iletilmek üzere "görev" verdiği bir "elçi" olduğunu tüm insanlara bildirmesi öğütlenmektedir. Allah, bu insanların kendilerine kurtuluş (hidayet) rehberi olan Allah'ın Ayetlerinin bir “insan” olan Hz.Muhammed tarafından iletilmesini "Allah, peygamber olarak bir insanı mı (beşer) gönderdi?" diyerek akıllarınca "beğenmediklerini" ve onu aşağılamaya çalıştıklarını ve bu yüzden (zaten) onların "inanmalarını" engellediğini açıklamaktadır. Ayrıca onlara "Allah'ın Ayetlerini" ilettiğine gerçek şahit olarak Allah'ın (şahitliğinin) yeterli olduğunu, zira Allah'ın bütün insanları (kullarını) hakikaten bilip gördüğünü hatırlatmasını ve Allah'tan bir mucize indirmesini isteyenlere “Gayb ancak Allah'ındır. Bekleyin ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” diyerek "bilinmeyenlerin" ancak Allah'ın bilgisinde bulunduğunu bildirmesini öğütlemektedir.
Yüce Allah bir diğer Ayetinde Hz.Muhammed'in ancak bir "uyarıcı" olduğunu ve her toplumun onları uyaracak ve doğruları gösterecek bir "rehberinin" bulunduğunu açıklayarak, insanlara ilettiklerine inanmaları için kendisinden "mucize" bekleyenler karşısında güçlü olabilmesi için ona yardımcı ve destek olmaktadır.
Kafirler diyorlar ki: “Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!” Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir rehberi vardır. (96/7), (13/7)
İnsanlar açısından bu ortam koşullarına göre olması "İmkânsız" olan şeyler ve olaylar için kullanılan mucize tanımlamasının, Kur'an ve diğer dinlere ait kitap ve öğretilerde Peygamberler tarafından gönderildikleri toplumu bir "Yüce Yaratan" bulunduğuna ve görüp algıladıkları "Her Şeyin" bu Yaratan tarafından meydana getirildiğine "İkna" etmek üzere kullanıldığı görülmektedir. Buna göre sahip oldukları bilgi birikimlerinin günümüze göre çok yetersiz olması nedeniyle kendilerine bildirilen "gerçeklere" inanmayıp topluca "uyarıcılarına" karşı gelen geçmiş dönemlerdeki insanlara görüp algıladıklarına göre "imkânsız" olan "somut" varlıklar ve doğa olayları (Mucize) gösterilerek, her şeyin "görmedikleri" bir "güç" tarafından gerçekleştirildiğine "ikna" edildikleri anlaşılmaktadır.
Yaratılış ile ilgili Ayetlerdeki ifadelerden Gerçek Ortamda Allah'ın Adem'i ve eşini bu Dünya ortamına "Gönderilmelerini" takdir etmesi sırasında bu Dünya ortamına "Gönderilecek" olan bütün insanların "Ruhlarını" da "Kendi Ruhundan" ve Adem ve eşine öğretilen "Bütün İsimler" öğretilmiş ve "Akıl" unsurunu da verilmiş olarak "Yarattığı" anlaşılmaktadır. Ayetlerde ayrıca böylece yaratılmış olan Akıllı" insanların "Ruhlarının" bu Dünya ortamına gönderilmeden önce Allah tarafından bir araya getirildiği "Elest" toplantısında "Ben Sizin Rabbiniz değil miyim" sorusuna "Evet" cevabı vererek Allah’a şahitlik ve iman ettikleri bildirilmektedir.
Tarih öncesi kalıntılar üzerinde yapılan inceleme ve araştırmalardan bu ortmda çoğalan "İlk" Akıllı İnsanların "Ruhlarının" bünyesinde hazır olmasına rağmen yeterli bilgilere erişilememiş olmaları nedeniyle "Bütün İsimlerin" bilincinde olmadıkları ve bu ortamda yaşamları sırasında edindikleri deneyimler sonucunda bazı ilk "Bilgileri" edinmeye (hatırlamaya) ve biriktirmeye başladıkları anlaşılmaktadır.
Buna göre sahip oldukları bilgi birikimleri ile bu insanların etrafındaki olay ve oluşumları anlamaları ve bunların bir "Yaratan" tarafından meydana getirildiklerini düşünmelerinin uzun bir zaman aldığı söylenebilir. Adem ve eşinin Gerçek Ortamdaki "Deneyimlerini" bu ortama geldikten sonra önce kendi çocuklarına ve giderek çoğalan Allah'ın "Ruhu" ile "Akıl" unsurları yerleştirilmiş diğer insanlara "Bir Yaratıcının" her şeyi "Yarattığını" ve her şeyin "Sahibi" olduğunu "İlettiği", bu bilgilerin kendilerinden sonraki insanlara da öğrettikleri ve bu bilgilendirmelerin topluluğun önderi durumunda olan insanlar tarafından daha sonra gelen insanlara da aktarılarak sürdürüldüğü bu konudaki Ayetlerin genel değerlendirilmesinden anlaşılabilmektedir. Ancak bu dönemlerdeki insanların kendilerine iletilenleri anlamaları sahip oldukları bilgi birikimleri ile sınırlı olduğu, bu nedenle "Bir Yaratıcının" her şeyi "Yarattığını" ve her şeyin "Sahibi" olduğu gerçeğinin "Yeterli Bilgiye Sahip Olmayan" topluluk insanlarına anlatılabilmesi için Yüce Allah'ın "Takdiri" ve "İzni" ile topluluk içinden seçtiği en uygun insanların o zamana göre bazı "Olağanüstü" olayları gerçekleştirdikleri anlaşılmaktadır.
Tüm inanışlara ait yazılı ve yazılı olmayan belge ve geleneklerde bu bilgi sahibi daha çok olan seçilmiş insanlar Peygamber, Şaman, Nirvana, Buda vb gibi sıfatlar verilerek belirtilmekte ve yaptıkları da "Mucize" olarak tanımlanmaktadır.
Öte yandan önceki dönemlerde yeterli bilgiye sahip olmayan toplumların "Yaratılış" ve Tek Yaratıcı Güç" olan Allah hakkında "ikna" edilmeleri için "görerek" deneyimleyecekleri "olağanüstü" olaylar (Mucizeler) bekledikleri ancak Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamberin ve uyarıcının "mucize" getirmesinin mümkün olmadığı açıklanmaktadır.
Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber için mucize getirme imkânı yoktur. Her müddetin yazıldığı bir kitap vardır. (96/38), (13/38)
Aslında "Akıllı" insanların bugün eriştikleri bilgi düzeyi ile o zaman meydana geldikleri Dini Belgelerde anlatılan bu olağanüstü olayları ve şeyleri açıklamak belli bir aşamaya kadar mümkün bulunmaktadır.
Günümüzde yapılan araştırmalardan edinilen bilgilere gör Evren ortamının "Madde" yapısının tamamının en alt düzeyde "Atom Altı Parçacıklar" tarafından oluşturuldukları ve bu parçacıkların bütün madde yapılarında tamamen aynı parçacıkların bulundukları ve devamlı olarak "Hareket" halinde oldukları ifade edilmektedir. Buna göre "Yaratılış" olgusu, bu en alt ve küçük parçacıkların bir "Yüce ve Yüksek Bilinç" ile iletişim halinde olan ve bu "Bilince" tabi olan "enerji” çerçevesinde birleşmeleri ve birbirlerini etkileyip değiştirmeleri sonucunda gerçekleşmektedir. Görüldüğü gibi, madde yapılarının öz enerjilerini etkileyen "Bilince" sahip olunması halinde bu ortamda her şeyi "Yaratmak" mümkün olabilecektir. İşte bu "Bilincin" sahibi olan "Muhteşem Güç" kendisini Kur'an’da "Allah" olarak isimlendirmektedir.
Bu nedenle Kur'an’da ve diğer bütün dini belgelerde "Mucize" olarak anlatılanların meydana getirilmesinin bu Muhteşem Güç açısından ne kadar kolay ve mümkün olduğu görülebilmektedir. Buna göre Kur'an’da Hz.Muhammed ile ilgili olarak "Ayın Yarılması" ve "İsra" olayını anlatan Ayetlerde ve daha önceki Peygamberler ile ilgili olarak açıklamaları içeren diğer pek çok Ayetlerde belirtilen konuların, bu günkü bilgilerimiz çerçevesinde "Kabulü İmkânsız" olmasına rağmen, doğrudan "Reddedilmemesi" ve ileride mutlaka "Makul ve Anlaşılabilir" bir açıklamasının yapılmasının mümkün olduğunun hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gerekmektedir.
Örneğin İnsanların günümüzde ulaştığı bilgi birikimi ile keşfettikleri ve meydana getirdikleri şeyler düşünüldüğünde bunların daha 400-500 yıl öncesinde yaşamış olan insanlar için inanılması imkânsız bir "Mucize" olduğu söylenebilir. Yani o dönemlerde yaşamış olan insanlara bugün çok normal hatta vaz geçilemez olan radyo, televizyon, kişisel bilgisayarlar ve cep telefonlarının gösterildiğini hayal edersek, bunların o insanlar için bir "Yaratanın" varlığını "Doğrudan" kanıtlayabilecek bir anlatım aracı olarak kullanılabilecekleri görülebilmektedir.
Bu nedenle Hz.Muhammed tarafından o zamanındaki insanlara iletilen "Ayetler" ile açıklanan bir Yaratanın bulunduğu ve onun "Tek Yaratan" olduğu gerçekleri karşısında o insanların bilgi düzeyinin yetersizliği ve önceki toplumların Peygamberleri tarafından gösterilen Mucizeler ile ilgili anlatılanlar nedeniyle, ikna olmaları için neden Hz.Muhammed'ten bir "Mucize" göstermesini istedikleri anlaşılabilmektedir. Yüce Allah bu istekler karşısında Hz.Muhammed'e “Gayb ancak Allah'ındır. Bekleyin ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” demesini öğütlediğini bildirerek "Bilinmeyen" şeylerin sadece "Allah'a Mahsus" olduğunu ancak artık "Akıllarını" kullanarak kendilerine iletilen "Gerçekleri" anlamalarının mümkün olduğunu "Anlamalarını" insanlardan beklediğini açıkça bildirmektedir. Bu nedenle örneğin Hz.Muhammed'in "Kudüs'e" gitmesi ile ilgili Ayetin de bu çerçevede insanların kendilerine "Gerçek Ortamda" öğretilen "Bütün İsimler" konusunda ulaştıkları düzeye bağlı olarak "Makul" ve "Anlaşılabilir" açıklanabilmesi mümkün olabilecektir. Bu durum bütün "Akıllı" insanlara Kur'an Ayetlerinde anlatılan "Mucizelerin" ancak "Akıllarını" işleterek anlaşılabileceklerini de hatırlatmaktadır.
Hz.Muhammed ve ondan önceki Peygamberler tarafından insanlara iletilen öğüt ve önerilere inanmayıp Allah'ı ve "Tek Yaratan" olduğunu inkâr edenlerin, Kur'an Ayetlerinde belirtilenler ne kadar "Olağan Dışı" olursa olsun, her "Mucizevi" olayın bir "Bilimsel" açıklamasının bulunduğunu, insanların "Akıllarını" kullanarak bunları açıklayabileceklerini ve bunun da ancak yeterli bilgi düzeyine ulaşmaları ile mümkün olabileceğini "Düşünmeleri" gerekmektedir. Nitekim, Evren'in "yaratılmasında " ve "sürdürülmesinde" her an meydana gelen olaylar Yüce Allah'ın iradesi ile düzenlediği ve "Allah'ın Kanunları" ya da "Doğa Kanunları" olarak tanımlanan kural ve koşullar çerçevesinde gerçekleşmektedir. Bu nedenle "olağanüstü" veya "mucize" olarak tanımlanan ve bazıları "örnek" olarak Kur'an Ayetlerinde geçen ancak "insanların" şu andaki bilgi birikimlerine göre açıklayamadıkları her şey ve olay, aslında bu kural ve koşullarının doğal sonucu olmaktadır. Bu konuda Muhammed Esed tefsirinde mucizelerin tabiat üstü olarak nitelendirilemeyeceği belirtilmektedir.
"Mucizeler yalnız Allah katındadır". Kur'an'daki âyet terimi, yalnızca "mucize"yi (olağan -yani, herkes tarafından gözlemlenebilen tabii işleyişin ötesindeki bir olay) değil, aynı zamanda bir "işaret"i veya "mesaj"ı da ifade eder: Bu sonuncu karşılık, Kur'an'da en sık karşılaşılanıdır. Böylece, herkes tarafından "mucize" olarak tanımlanan şey, gerçekte Allah'tan gelen bir olağan-dışı mesajı anlatır ve normal olarak insan aklının ulaşamayacağı ruhî/manevî bir hakikati -bazan sembolik biçimde de olsa- gösterir. Ama böyle olağanüstü, "mucizevi" mesajlar bile "tabiatüstü" olarak nitelendirilemezler: Çünkü, "tabiat kanunları" denilen şey, yalnızca, Allah'ın yaratma konusundaki "sünneti"nin (sünnetullâh) kavranabilir tezahürleridir -ve sonuç olarak, hadiselerin olağan akışına uygun olsun ya da olmasın, var olan ve meydana gelen yahut var olması veya meydana gelmesi beklenebilir olan her şey, kelimenin en derunî anlamıyla "tabii"dir. Şimdi işaret edilen olağanüstü mesajlar, kural olarak, "peygamber" olarak adlandırılan, özel yeteneklerle donatılmış ve ilahî olarak seçilmiş şahıslar aracılığıyla kendilerini ortaya koyduklarından, onlardan bazan "mucize gösterici" olarak söz edilmektedir"
Enam suresi | Enam oku Enam arapça türkçe (kuran.gen.tr)
Böylece inkâr edenlere inanmaları için bir "mucize" gerekmediği, sadece onlara lütfedilmiş olan "Akıllarını" işleterek kendilerine bildirilen gerçekler üzerinde düşünmelerinin yeterli olacağı hatırlatılmaktadır.
Öte yandan Yüce Allah, iman etmeyen insanların onlara sağladığı yararlı şeyleri takdir etmemeleri yanında bir sıkıntıya uğramalarından sonra merhameti ile onlara bir esenlik ve ferahlık tattırdığında teşekkür edecekleri yerde Ayetlerin anlamlarını kendi görüşlerinin doğru olduğuna olan inançları doğrultusunda bir nevi "Tuzak" içeren anlatımlarla onları yalanlamaya ve alaya almaya "Saygısızca" cesaret ettiklerine işaret etmektedir. Ancak Yüce Allah bütün insanlara olan sonsuz "Merhameti" ile, Ayetleri dikkate alıp üzerlerinde düşünmeleri, amaçlarını öğrenmeleri ve anlamaya çalışmaları ihtimali bulunduğundan, Allah'ın tuzağının daha süratli olduğunu ve gönderdiği meleklerin kurdukları bu tuzakları yazdıklarını iman etmeyenlere iletmesini Hz.Muhammed'e bildirmektedir.
Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman, bir de bakarsın ki ayetlerimiz hakkında onların bir tuzağı vardır. De ki: “Allah'ın tuzağı daha süratlidir. Şüphesiz gönderdiğimiz melekler kurduğunuz tuzakları yazıyorlar.” (51/21), (10/21)
Ayetlerde geçen gayb konusunda ve Melekler ve görevleri konusunda “Allah ve Gayb” ve “Melekler Cinler ve Şeytanlar” bölümlerinde ayrıntılı açıklama bulunmaktadır.
İnanmayanların kendilerine iletilenlere karşı "Farkında" olarak sağır ve kör gibi davrandıklarına işaret edilmektedir.
Bilesiniz ki, onlar Peygamber'den gizlemeleri için göğüslerini çevirirler iyi bilin ki, onlar elbiselerine büründükleri zaman dahi, Allah onların gizlediklerini de açığa çıkardıklarını da bilir. Çünkü O, kalplerin özünü bilendir. (52/5), (11/5)
İman etmeyenlerin bu “karşı gelmelerini” bilinçli olarak Allah'tan gizlemek için göğüslerini başka yönlere çevirip içlerindeki başka fikirlerle örttükleri ve böylece gerçek düşüncelerini iç dünyalarında gizlediklerini zannettikleri açıklanmaktadır. Ancak Yüce Allah'ın inkâr edenlerin "elbiselerine büründüklerinde" yani iç dünyalarındaki düşüncelerini gizlediklerinde (örttüklerinde) onların en gizli sırlarını ve açığa vurduklarını da bildiğini açıklamaktadır. Diğer bir deyim ile inkâr edenlerin kendisinden neyi kaçırdıklarını, niçin kaçırdıklarını da çok iyi bildiğini, bütün insanlara “bilmeleri” ve “dikkate almaları” için ihtar etmektedir.
Allah’a iman etmeyenler ile ilgili olarak Hz.Muhammed’in toplumunda bazı kabilelerin kendilerine iletilen Ayetlere inanmayıp onlara karşı çıkarken geleneklerine göre "aşağılık" saydıkları kız çocuklarının "Allah'ın" olduğunu söyledikleri, böylece kendilerini daha "üstün" olarak gösterdikleri ve aynı nedenle melekleri de kız sayıp onları da "aşağıladıkları" belirtilmektedir.
Putperestlere sor: Kızlar Rabbinin de erkekler onların mı? (56/149), (37/149)
Yoksa biz melekleri onların gözünde kız olarak mı yarattık? (56/150), (37/150)
Dikkat edin, kesinlikle yalan uydurup söylüyorlar; "Allah doğurdu" diyorlar. (56/151), (37/151)
Onlar şüphesiz yalancıdırlar. (56/152), (37/152)
Allah, Kızları oğullara tercih mi etmiş! (56/153), (37/153)
Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz? (56/154), (37/154)
Hiç düşünmüyor musunuz? (56/155), (37/155)
Yoksa sizin açık bir deliliniz mi var? (56/156), (37/156)
Doğru sözlülerden iseniz, kitabınızı getirin! (56/157), (37/157)
Bunların "Allah Doğurdu" diyerek Allah'ı "Bedensel" bir varlık gibi gösterip kesinlikle yalan uydurduklarına işaret edilmekte ve bu hükme nasıl vardıkları ve bir "Delillerinin" olup olmadığı sorularak o delillerini (Kitabı) getirmeleri istenmektedir.
Günümüzde de "Tek Yaratan" olarak Allah'a inanmayanlar Kur'an ile kendilerine iletilenleri "Mantıksız" bularak, kendilerince "Mantıklı" olduklarını düşündükleri birçok "bahaneleri" ileri sürmektedirler.
Yüce Allah Ayetlerinde, bu düşüncede olanlardan da doğru sözlü iseler kitaplarını (Delillerini) getirmeleri gerektiğini bildirmektedir. Buna göre "Akıllı" insanlar sahip oldukları bilgi birikimleri ve bütün imkanları ile her türlü "Yaratılış" hakkında araştırmalar yaparak bunların "Yaratılış Sırlarını" öğrenmeye çalışmaları için yönlendirilmekte ve teşvik edilmektedir. Böylece bütün yaratılışların "Tek Yaratanı" bulunduğunu anlayacaklarına işaret edilmekte, onların bu gayretleri sonunda getirecekleri "Kitabın" esasen kendilerine "İletildiği" ve ellerinde bulunduğu hatırlatılmakta ve bütün insanlardan Allah'ı tanıyıp O'na teslim olmaları ve O’na iman etmeleri beklenmektedir.
Yüce Allah inanmayanlardan bir bölümünün de doğrudan görülemeyen, insanın duyularının ötesinde bulunan ama kendilerini etkileriyle hissettiren doğanın görünmez "Asli" güçlerinden olan “Cinler” ile “Tek Yaratıcı Güç” olan Allah arasında bir "Soy" bağı bulunduğunu ileri sürdükleri belirtilmektedir.
Allah ile cinler arasında da bir soy birliği uydurdular, andolsun, cinler de kendilerinin hesap yerine götürüleceklerini bilirler. (56/158), (37/158)
Allah, onların isnat edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir. (56/159), (37/159)
Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesnadır. (56/160), (37/160)
Sizler ve taptığınız şeyler! Hiçbiriniz (56/161), (37/161)
Cehenneme girecek kimseden başkasını (56/162), (37/162)
Allah'a karşı azdırıp saptıramazsınız. (56/163), (37/163)
“Bizim her birimiz için, bilinen bir makam vardır". (56/164), (37/164)
"Şüphesiz biz, orada sıra sıra dururuz". (56/165), (37/165)
"Ve şüphesiz Allah'ı tesbih ederiz.” (56/166), (37/166)
Putperestler: “Eğer öncekilere verilenlerden" (56/167), (37/167)
"Bizde de bir kitap olsaydı" (56/168), (37/168)
"Mutlaka Allah'ın ihlaslı kulları olurduk!” diyorlardı. (56/169), (37/169)
İşte şimdi onu inkar ettiler, ama ileride bileceklerdir! (56/170), (37/170)
İman etmeyenlerin bu "Güçlerin" esrarlı bir şekilde "Bilinçli" olduklarını düşündükleri, böylece "Yaratıcı" gibi olduklarına inandıkları görülmektedir.
Bu tür inanışların çağlar öncesindeki zamanlarda bu ortamda yaşayan ve kendilerine Adem peygamber ve diğer peygamberler tarafından bildirilenleri çeşitli nedenlerle değiştirmeleri ve doğru yoldan ayrılmaları yüzünden bilgi düzeyleri gelişmemiş insanların çevrelerindeki doğa olaylarından etkilenerek onları "Üstün Güç" veya “Yaratıcı” olarak değerlendirmelerine benzer olduğu görülmektedir.
İnsanların günümüzde sahip oldukları bilgi birikimlerinin o zamanlar ile kıyas kabul edilmeyecek ölçüde gelişmiş ve çoğalmış olmasına rağmen “doğa” olarak tanımlanan tüm Evren’in “madde” yapısının “Yaratıcı" olarak düşünülmesi "Akıllı" bir yorum olmaktan uzak bulunmaktadır. Zira bütün doğa olaylarının ardındaki "Güç" esasen Allah'ın "Yaratmış" olduğu ve takdir ettiği her işi ve şeyi gerçekleştiren ve yürüten "Özel Yapılar" olarak tanımlanmakta ve "Melekler" olarak tanımlanmaktadır. Meleklerin bir bölümünü Cinlerden oluştuğu ve Şeytanların da Cinlerin bir bölümü olarak yaratılmış oldukları Ayetlerde açıklanmaktadır.
Buna göre esasen Allah tarafından Allah'ın takdir ettiği işleri ve şeyleri yürütmek üzere yaratılmış olan ve Allah'ın "Takdiri" ile sahip oldukları "Sınırlı İradeleri" ile kendilerine verilen işleri yürüten ve Ayette "Cinler" olarak değinilen bu "Güçlerin", "Sınırlı İradeleri" ile yaptıklarından "Sorumlu" tutulacaklarını ve "Hesap Yerine" götürüleceklerini "Bildikleri" açıklanmaktadır. Bütün bunların "Tek Yaratıcısı" olan Allah, inanmayıp inkâr edenlerin isnat edegeldiklerinden "Yüce" olduğunu hatırlatmakta ve onlardan "Uzak" olduğuna işaret etmektedir.
İnkâr edenlerin ve onların "Tapındıkları" şeylerin ancak kendileri gibi inkâr eden ve bu yüzden "Cehenneme" girecek olanları bu tür yalanlarla azdırıp saptırabilecekleri açıklanmakta ve bunların dışında olan ve içtenlikle ve samimiyetle Allah'a inanan “takva” sahibi (İhlasa Erdirilmiş) kimseleri azdırıp saptıramayacaklarına, onların azap görmeyeceklerine işaret edilmektedir.
Allah tarafından Allah'ın takdir ettiği işleri ve şeyleri yürütmek üzere "Yaratılmış" olan "Özel Yapıdaki" Meleklerin, Yüce Yaratan'ın takdir ve iradesini gerçekleştirmek üzere "Bütün Ortamları" ve bu ortamlarda (Alemlerde) madde ve soyut gereken her şeyi "Gerçekleştirmek" ve "Yürütmek" üzere çeşitli "Yeteneklerine" göre sınıflandırılmış (Makamlar) olduklarına işaret edilmektedir.
B
u "Özel Yapıların" kendileri için belirlenen "Ortamlarda" her an "Hazır" oldukları (Sıra Sıra Durdukları) ve Tek Yaratan "Allah" ile iletişim halinde oldukları (Tesbih Ettikleri) açıklanmaktadır. (Bu konuda “Melekler Cinler ve Şeytanlar” bölümlerinde ayrıntılı açıklama bulunmaktadır.)
Burada ayrıca puta tapanların (İnanmayanların) şayet öncekilere verilenler gibi kendilerine de bir "Kitap" verilmiş olsaydı mutlaka inan kullardan olacaklardı şeklinde "Bahaneleri" ileri sürdükleri hatırlatılmakta ve Hz.Muhammed tarafından iletilen Kur'an’a işaret edilerek, bu Kitap kendilerine verilmesine rağmen inkâr etmeye devam ettikleri ve bu yüzden ileride azaba ve cezaya uğrayacakları bildirilmektedir. Buna göre inanmamakta devam edenlerden, kendilerine iletilmiş olan "Gerçekler" üzerinde "Akıllarını İşleterek" düşünmeleri beklenmektedir.
Yüce Allah özellikle "iman etmeyenlerin" dikkate almaları gerektiğine işaret ederek tüm insanlar için “tek ve doğru” inancı ifade eden, daha önceki peygamberlere de bildirdiği ve "Hak Din" olarak tanımladığı “İslam'ın” gerektiği gibi anlaşılmasını, benimsenmesini ve özünden saptırılmamasını tüm insanlardan beklediğini "Dini Ayakta Tutun" emri ile bütün insanlara iletilmek üzere Hz.Muhammed'e bildirmektedir.
"Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı; fakat kendilerini çağırdığın bu Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir. (62/13), (42/13)
Ayette Allah'ın Nuh, İbrahim, Musa ve İsa'ya yaptığı "Tavsiyelerin" ve Hz.Muhammed'e vahiy ettiklerinin "Din" olduğu belirtilmekte ve bunların "Bütün İnsanlar" için de "Din Kılındığı" açıklanmaktadır.
Yüce Allah Nuh'a önerdiği gibi, bu Dine sahip olunarak ve içtenlikle benimsenerek "Ayakta Tutulmasını" ve onda ayrılığa düşülmemesini bildirmektedir. Buna göre adı geçen Peygamberlere iletilenler ile bunları da kapsamak üzere Hz.Muhammed'e "vahiy edilenler" aslında aynı "Din" olarak Hz.Muhammed tarafından "Kur'an" ile bütün insanlara iletilmiş olmaktadır. Bütün İlahi uyarı, öğüt ve önerileri (Gerçekleri) içeren bu Din "İslam" olarak tanımlanmaktadır.
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. (89/19), (3/19)
Buna göre önceki Peygamberler tarafından insanlara iletilen ve birçoğu sonradan "Değişikliğe" uğrayan veya "Kaybolan" konuların "Asıl" unsurlarının "Kur'an" içeriğinde birleştirilip derlendiği ve son insan bu ortamdan ayrılıncaya kadar "Değişmemek" üzere "Toparlanmış" olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu durumun "Allah'a Ortak Koşan" ve Allah'a inanmayanlara ağır geldiği ve kabullenemedikleri belirtilmektedir.
Bunun sonucu olarak insanlık tarihi boyunca kendilerine "Gerçekleri" ileten uyarıcı insanlar olarak tanımlanan peygamberlere "İnanmamak" ve onları toplum dışına itmek İnanmayanların bir diğer ortak özelliğini göstermektedir.
Allah tüm insanlara öğüt ve önerilerini iletmek üzere "Dilediğini" uyarıcı olarak seçtiğini ve bu uyarıcıların ilettiklerini dikkate alarak "Kendisine" yönelenleri "Doğru Yola" ileteceğini bildirmektedir. Burada önemli bir hususun da dikkate alınması gerekmektedir.
Gerçek şu ki, kafir olanları korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler. (87/6), (2/6)
Allah'a ve Allah'ın yaratmasına inanmamış olan (Kafırler) kişiler, yaratılışlarında nefslerine yerleştirilmiş olan bencillik duygusundan arınamadıkları ve her şeyi bu açıdan değerlendirip ona göre davrandıkları belirtilmektedir. Bu nedenle de benliklerini çok sevdikleri ve bu duygularının gururlanmalarına ve daha derin olarak “kibirlenmelerine” neden olduğu, bunda Allah ile olan iletişim kanallarına giren şeytanın da etkisi bulunduğu ve onların Allah'a inanmalarına engel olduğu açıklanmaktadır. O derece ki, ne kadar korkutulsalar da bu dünyadaki konumları ve elde ettiklerinin etkisi ile zamanla bu korkuyu bile yenebilmektedirler.
Aslında “İnsanın İlk Yaratılışı” bölümünde de belirtildiği gibi, bu kişilerin de gönüllerinde dünyaya gelmeden önce Allah'ı tanıdıkları ve O'na teslim oldukları işlenmiştir ve “Ruhları” bu konuda Allah'a söz vermiştir. Ancak dünyada elde ettikleri ve nefslerine olan teslimiyetleri bu duyguyu bastırmaktadır. Bunu önleyecek ve gerçeği gösterecek tek şey "Akıldır”. Akıl unsuru Allah’ın bir lütfu olarak “Allah’ın Ruhundan” insana verilmiştir. İnsan bu unsurun yardımı ile kendisini Yaratan'ı bulacaktır. Belli bir aşamaya kadar bunda başarılı olamaz ise artık tamamen nefsine teslim olacağı, artık ne ile korkutulursa fark etmeyeceği ve iman etmesi (Allah'a inanması) gerektiğini anlayamayacağına işaret edilmektedir.
Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için büyük bir azap vardır. (87/7), (2/7)
Buna göre Allah’a iman konusunda akıl kullanabilme sınırını aşan ve inatla bu konuya ilgi göstermeyen insanlar Allah'ın onların kalplerini (Gönüllerini) kapatması ile artık akıllarını bile kullanamaz duruma gelecekleri ve bu inatlarının bedelini ölümden sonra hiç ummadıkları bir şekilde eziyete uğrayarak ödeyecekleri ve ancak orada kendilerine iletilmiş olanların “gerçek” olduğunu anlayacakları belirtilmektedir.
Öte yandan inanmayan insanların bir bölümü, menfaatleri nedeniyle inanmış gibi görünüp asıl düşüncelerini gizledikleri açıklanmaktadır.
İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler. (87/8), (2/8)
İnsanların dünyadaki var oluşlarında ve yaşamlarında ortam ve diğer insanlar ile diğer canlılar arasında iletişim kurulmasında, biyolojik yapıları ile çalışan ve o yapı içerisinde geçerli olan çeşitli duyu ve algılama özellikleri bulunmaktadır. İnsanlar kullandıkları ve yararlandıkları bu duyu ve algılama özellikleri ile düşünüp davranırlar ve duyup algılayabildikleri şeyleri "Gerçek" olarak tanımlarlar. Bu özelliklerin dışında olan ve biyolojik yapısının duyamadığı ve algılayamadığı şeyleri ve konuları ise dikkate almazlar. Kendi başlarına olduklarında yaptıkları ve düşündükleri her şeyin gizli kalacağı ve sadece kendileri tarafından bilineceğini düşünürler. Bunları "Sır" olarak adlandırır ve önemle saklarlar. Bu özellikleri nedeniyle de diğer insanlarla olan ilişkilerde daima kendi egosunu önde tutar ve ona zarar verecek veya egosunu (her açıdan) tatmin edecek işlem ve konularda, asıl niyetini hiçbir şekilde açığa vermezler ve işlerin kendi tasarladığı şekilde (şahsi veya grup menfaati ve egolarının tatmini yönünde) gelişmesi için ne gerekiyor ise o yönde hareket ederler. Böylece, şayet o sırada Allah'a inanmış görünmek kendisi açısından bir yarar sağlıyorsa, asıl düşüncesi ve niyeti o yönde olmasa da inanmış görünmek ve o şekilde hareket ederek bir süre bu duruma katlanmak bu tür insanlar için çok kolay ve çok tabii bir durumdur.
Kur'an Ayetlerinde "münafıklık" olarak tanımlanan bu insanlar ayrıca kendileri gibi "Şeytana uyarak" inanmamış insanlar (Şeytanları) arasında iken kendilerine olan güvenleri artar ve yaptıklarını (İnananlara inanmış görünmelerini) inananlarla sadece alay ettiklerini söyleyecek kadar ileri götürebilirler.
Müminlerle karşılaştıkları vakit "iman ettik" derler. Şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz, derler. (87/14), (2/14)
Gerçekte, Allah onlarla istihza eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar. (87/15), (2/15)
İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir. (87/16), (2/16)
Ancak aslında Allah’ın onlarla alay etmekte olduğunu bildirmekte ve hem onlara hem de inananlara bir ders olmak üzere bu kişilerin bu tutumlarını sürdürmelerine izin verdiğini, onların bu yüzden anlamsız ve boş olarak "dolaştıklarını" açıklamaktadır. Böylece, inanmadıkları halde inanmış görünenlere (münafıklara) bu durumlarını anlayıp "düzeltmeleri" için bir "fırsat" verdiğine dikkat çekilmektedir. Münafıkların bu tutumlarını sürdürmeleri halinde "durumlarının" her an daha kötüye giderek doğru yola (hidayet) karşılık sapıklığı (delalet) satın aldıkları, bu durumda olanların inanmamak duyguları derinleşerek "doğru yola" geri dönmek istekleri ve düşüncelerinin de “azaltılmakta” olduğu, sonuçta müminlerle karşılaştıkları vakit "iman ettik" diyerek inanmış görünenlerin bu şekilde kendilerini aldattıklarını ve bunun farkında olmadıkları belirtilmektedir.
Onlar güya Allah'ı ve müminleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir. (87/9), (2/9)
Bu nedenle iman etmiş “müminlere” Allah’ı ve iman edenleri aldattıklarını sanan böylece kurtuluşa (hidayete) karşılık kötülüğü (dalâleti) satın alan ve gizli amaçlarının bilinemeyeceğini düşünen münafıkların gerçekten iman etmemiş olduklarından, tüm düşüncelerinin ve yaptıklarının “bilineceğini” dikkate almadıklarına işaret edilmektedir. Zira Yüce Allah insanın beden yapısının duyamadığı ve algılayamadığı ortam ve olgular ile kendisinin “sır” olarak sakladığı düşünce veya niyetleri dahil her şeyi “bilmektedir” olduğunu kesin bir şekilde açıklamaktadır.
Gizliyi ve açığı bilendir ve O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır. (55/73), (6/73)
Ayette her insanın yeryüzündeki yaşamında her türlü sırlarının ve art niyetli düşüncelerinin bir diğer ortamda bilinmekte ve kaydedilmekte olduğu bildirilmektedir. Böylece her insan için yaşadığı dünya zamanında "an" olarak tanımlanan bütün “en kısa” zamanlarda oluşan her türlü sırları ve tüm düşünceleri bir diğer ortamda (Gerçek Ortam) somut olarak ve “her anı” itibariyle bilinmekte ve kaydedilmektedir.
Bu durum geçmiş, halen yaşayan ve kıyamet zamanına kadar dünyaya gelecek her insan için tek tek aynen geçerlidir. Bu nedenle diğer insanları aldattığını düşünenler bu yaptıklarının ölüm sonrasında "dönecekleri" gerçek ortamda kendilerine ve aynen iletileceğini fark etmemekte ve aslında sadece kendilerini aldatmaktadır.
Bu nedenle İman eden müminlerin diğer insanları aldattığını düşünen ancak aslında kendisini aldatan münafıkların gizli amaçlarını anlayarak kendilerini onların etkilerden “korumaları” gerekmektedir.
Allah'a inanmamakta ısrar edilmesi, O’na eş tutulması (ortak koşulması) ve diğer insanları aldatarak münafıklık yapılması bir hastalığa benzetilmektedir.
Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır. (87/10), (2/10)
Bu ruhsal bir hastalıktır. Bu hastalıkta insan "aslında" sadece kendisine inanmakta, aklı ona bazı gerçekleri işaret etmesine rağmen, bunları görmemek ona daha kolay ve doğru görünmektedir. Bu tür hastalığı bulunan inanmamakta ısrarlı insanlar, kendilerini yaratan bir gücün bulunduğunu hissetmelerine rağmen bunu inkâr ederek “yalan söyler” durumuna gelmişlerdir. (İnsan ruhları dünyaya gelmeden önce “Elest” toplantısında Yüce Yaratanın huzuruna çıkarılmışlar ve Allah'ı Tek Yaratıcı ve Tek İlah olarak kabul ve tasdik etmişlerdir.) Bu durumu fark etmeyen ve Allah’ı yalanlayanların "dönecekleri" gerçek ortamda eziyet çekecekleri Kur'an’da defalarca açıklanmaktadır.
İnanmamış insanlar, kendileri gibi olanlar ile çok çabuk ve köklü birliktelik kurarlar. Bu insanlar ve bu insanlardan oluşan topluluklar, insan bencilliğini toplu bencillik durumuna getirerek sonuçta bireysel menfaatlerini daha da çoğaltıp bireysel bencilliklerini en üst düzeye çıkarmak isterler ve bu istekleri hiç bitmez ve azalmaz ve doyuma ulaşmaz. Zira insanın bencilliği nefsine konulmuştur. Aklı ile bunu kontrol edemeyen insanlar bu nefse teslim olur ve sonu olmayan bir şekilde bu durumdan çıkmak istemez, yani bu durumun daima artarak hiç sonu ermemesini ister ve ona göre davranır. Bu davranışın en belirgin örneği "Fesatçılık" tır.
Bireysel veya toplum olarak amaçlarına ulaşmak için engel olarak görülen diğer kişi veya toplumları etkilemek ve kendi amaçlarına uygun şekilde işlem yapmalarını sağlamak üzere bu kişiler ve toplumlar üzerinde planlar yaparak bu planları uygulamaya koyarlar. İşte bu planların kolaylıkla ve engelleri aşarak yürütülmesinde diğer insanlar arasında fesat çıkarırlar. Yani onların birbirlerine olan güvenlerini sarsacak ve yok edecek dedikodu, bilgi ve belgeleri kullanarak onların kendi aralarındaki birliği dağıtırlar ve aralarından bazılarını kendilerine tabi insanlar haline getirirler. Bu tür işlemleri de "düzenleme ve ıslah etme" olarak nitelendirirler.
Onlara: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın", denildiği zaman, "Biz ancak ıslah edicileriz" derler. (87/11), (2/11)
Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar. (87/12), (2/12)
Toplumdaki birliği dağıtarak “fesat” çıkaran insanlara inananlar tarafından yeryüzünde fesat çıkarmamaları hatırlatıldığında yaptıkları ile sadece toplumun birlik ve düzenliğini sağladıklarını ve ıslah ediciler olduklarını ileri sürdükleri belirtilmektedir.
Yüce Allah bu tür işlemleri gerçekte “bozgunculuk” olarak nitelendirmekte ve bozguncuların kendilerine yapılan uyarıları anlamadıkları inananlara hatırlatmaktadır. Çünkü bu düşünceye sahip olanlara insanların iman ettiği gibi Allah’a iman etmeleri önerildiğinde iman edenleri aşağılamak için hiçbir şeyi anlamayan aptallar anlamında “sefihler” olarak nitelendirdikleri belirtilmekte ve böylece Allah'a iman etmenin akıllı bir davranış olmadığına inandıkları açıklanmaktadır.
Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit "Biz hiç, sefihlerin iman ettikleri gibi iman eder miyiz!" derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler. (87/13), (2/13)
Buna karşılık Yüce Allah ancak peygamberlerin davetine karşı çıkanların, hayatı gayesiz yaşayan dar kafalı “sefihler” olduklarını ve daha kötüsü bu durumlarını bilmediklerini bildirmektedir.
Öte yandan insanların refahını sağlayan her yeni buluş, araç ve gereçte kullanılan her türlü unsurun esasen bu dünyada daha önce bulunduğunun, insanların bilgilerinin gelişmesi ile üzerinde çalışarak ve düşünerek yaptığı çalışmalar sonucunda bunları araç ve gereç haline getirdiğinin dikkate alınması gerekmekte ve aslında bunların nasıl yoktan yaratıldıklarının üzerinde düşünülerek Yaratıcı Güç ile ilgili bilgi edinilmesine çalışılması bir “görev” olarak insanlardan beklenmektedir.
İnsanların bilgi birikimleri sonucunda ortaya çıkardıkları alet, araç ve gereçler karşısında gurura kapılıp bunları kendisinin yaptığını düşünerek onları yapmak üzere kendisine "Aklı” kimin verdiğini ve bu aklı ile kullandığı gerekli unsurların kimin tarafından “önceden” hazırlandığını unutarak Allah'ı inkâr etmesi ve bunda inat etmesi halinde “Aklının” Allah hakkında bilgi edinmesinde ve Allah’ı tanımasında yeterli olmayabileceği hatırlatılmaktadır. Zira o inatla Allah’ı inkarda devam etmeleri yüzünden Allah ile iletişimleri zayıflamış olmaktadır. Bu durumda inanmış kişilerce inkâr edenlere “insanların iman ettiği gibi onların da iman etmeleri” yönünde yaptıkları telkin ve uyarılar etrafını aydınlattığında, bu iletişimin yeterli olmaması yüzünden Allah’ın hemen onların aydınlığını “giderdiği” ve onları “karanlıklar içinde” bıraktığı açıklanmaktadır.
Onların durumu bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır; görmezler. (87/17), (2/17)
Bu şekilde dönüş imkânı kalmayanlar doğru yol ile ilgili olarak işittiklerine karşı sağır olurlar. Doğru yol ile ilgili olarak dilsiz gibi söz söyleyemezler ve körler gibi, gösterilen doğru yolu göremezler. Zira dönüş yolunu kapatacak şekilde ileri derecede inatlaşanları Allah artık bu şekle getirmektedir. Sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönemezler. (87/18), (2/18)
Bu inkarda inat edenler, dünyadaki dehşet anlarında insanların düştüğü sınırsız korku durumunda gibidir. O dehşetli gürültü ve görüntüden kaçmak ve onlara şahit olmamak için sağır ve kör olmayı isteyen çaresiz insanlar gibidirler. Yahut gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmur gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah, kafirleri çepeçevre kuşatmıştır. (87/19), (2/19)
Şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kadirdir. (87/20), (2/20)
Ayetlerde iman etmeyenlerin böylece dönüş imkânı kalmadığı için doğru yol ile ilgili olarak işittiklerine karşı sağır oldukları, dilsiz gibi söz söyleyemedikleri ve körler gibi gösterilen doğru yolu göremedikleri belirtilmektedir. Bu durumun onların iman etmemekte “dönüş yolunu” kapatacak şekilde ileri derecede inatlaşmaları yüzünden meydana geldiği, böylece Allah’ın onları “imana karşı” sağırlar, dilsizler ve körler haline getirdiği ve onların artık geri dönemeyecekleri açıklanmaktadır. Ayrıca inkarda bu şekilde inat edenlerin insanların içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan sağanak yağmurda çaresiz kalması gibi dünyadaki “dehşet” anlarında düştükleri “sınırsız korku” durumunda olacakları ve o dehşetli gürültü ve görüntüden kaçmak ve onlara şahit olmamak için çaresizce sağır ve kör olmayı isteyeceklerine işaret edilmektedir.
Burada "inanmayan" insanların kendilerine "fırsat" verildiğinde bunu anlayıp doğru yola dönselerdi hatta dönmeyi düşünselerdi, Yüce Allah'ın elbette onların bu duruma gelmelerini önlemeyi dileyeceğine işaret edilmektedir.
Buna göre Yüce Yaratan, Ayetler ile yapılan "uyarıları" dikkate alarak kendilerine verilen "fırsatı" değerlendirip “pişman olarak ve tövbe ederek iman etmeye "yönelmeleri" halinde inanmayanlara, içinde bulundukları yoğun karanlıklardan ve dehşetli gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmurdan duymalarını ve görmelerini engelleyerek kurtulmalarına "yardım" edeceğini bildirmekte ve "şüphesiz" her şeye "kadir" olduğunu bir defa daha hatırlatmaktadır. Böylece insanlar yapılan bu açıklamaları dikkate alarak artık geri dönemeyecekleri durumlara düşmemeleri için “imana” davet edilmekte ve uyarılmaktadır.
Bu konuda bütün insanlara "doğru yolu" gösterecek "tek" rehber olarak Yüce Allah’ın Hz.Muhammed'e "indirdiği" Kur'an Ayetlerine işaret edilmekte ve insanlardan bu "eşsiz" ve “benzersiz" Ayetler üzerlerinde düşünerek anlam ve amaçlarının anlamaları beklenmektedir.
Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sure getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayrı şahitlerinizi de çağırın. (87/23), (2/23)
Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kafirler için hazırlanmıştır. (87/24), (2/24)
Allah'ı inkâr edenler, tabii olarak Allah'ın uyarıcı olarak görevlendirdiği peygamberleri ve bu peygamberlerin aracılığı ile insanlara ulaştırılan bilgi ve belgelere de inanmamaktadırlar. Yüce Yaratan, insanlara, özellikle inanmakta güçlük çeken insanlara (Şu anda bencil insanlar tarafından değiştirilmemiş durumda olan tek belge niteliğindeki) Kur'an'ı incelemelerini önermekte ve onun niteliklerini anlamaya davet etmektedir. İnsanların yaptıkları ve yapacakları bütün incelemeler sonucunda bu yapıtın (Kur'an) içerdiği anlamı ve anlatımı görüp bunun insanlar tarafından yazılmış olamayacağını anlayacakları bildirilmektedir.
Buna rağmen inanmamakta ısrar edilmesi halinde, ölüm sonrasındaki süreçte mecazen yakıtı insan ve taş olan ve inkâr edenler (kafirler) için hazırlandığı belirtilen cehennem ateşi "azabına" işaret edilerek, bu durumda olmaktan sakınmaları inanmayanlara ve bütün insanlara "ihtar" edilmektedir.
Yüce Allah inanmayanları, bir diğer ayırıcı nitelik olarak “sözlerinden dönenler” olarak tanımlamakta ve bunların yeryüzünde fitne ve fesat çıkardıklarını bildirmektedir.
Onlar öyle ki, Allah'a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah'ın, ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır. (87/27), (2/27)
Ayetin buradaki çevirisinde (mealinde) yer alan "Allah'ın ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler" ifadesi, diğer çevirilerde "Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi koparıp ayırırlar" veya "parçalarlar ya da "keserler" şeklinde belirtilmektedir. Bu durumda buradaki çevirinin, aslında daha geniş bir anlamı olmasına rağmen, sadece çok dar bir şekilde yapıldığı anlaşılmaktadır.
Buna göre Ayetin Türkçe karşılığının "Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri" koparıp parçalarlar ve iman ve akrabalık bağlarını keserler" olarak düzeltilmesinin doğru olduğu düşünülmektedir.
Bu anlamda Yüce Allah kendilerine iletilen "gerçeklere" karşı gelip onları inkâr ve isyan eden inanmayanların belirleyici nitelikleri olarak "sözlerinden döndüklerini", "Allah'ın birleştirilmesini emrettiği" şeyleri" koparıp parçaladıklarını, iman ve akrabalık bağlarını kestiklerini ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkardıklarını belirtmekte ve bu davranışları nedeniyle onların "gerçekten" zarara uğrayanlardan olacaklarını açıkça ihtar etmektedir.
Ayette belirtilen "sözlerinden dönerler" ifadesinin, Allah'ın bu Dünya ortamında "Bir Süre" yaşamalarını takdir ettiği ve Kıyamete kadar bu ortamda yaşayacak olan "Bütün İnsanların Ruhlarına” ait soylarını Gerçek Ortamda toplayıp onlara "Ben Sizin Rabbiniz değil miyim" sorusunu yöneltmesi, her birinin bu soruyu "Evet" diyerek cevaplamakla Allah'a "söz vermeleri" ve toplantıdaki bütün insanların “Ruhlarının” bu "sözün" verildiğine "Şahit" olmaları ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” “Evet şahit olduk” dediler. (39/172), (7/172)
Buna göre, "Ruhlarına" Allah'ın "izni" ile "Şeytan" tarafından eklenen "karşı duygularını" tanımlayan “nefslerinin” etkisi altında kalarak Allah'a inanmayıp inkâr edenlerin önemli belirleyici niteliklerinden birisinin, Yüce Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğuna (Rab) dair verdikleri "sözden dönmeleri" olduğuna işaret edilmektedir. Nitekim münafıkların ve onların özelliklerini paylaşan diğerlerinin adetlerinden biri de verdikleri sözde durmamalarıdır.
İnsanlardan beklenen ve "Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyler" olarak ifade edilenlerin insanların Allah ve Allah'ın işaret ettiği Peygamberleri ve Peygamberlerinin insanlara bildirdikleri (Kitap) ile olan bağı ve insanların birbirleri arasındaki sevgi ve akrabalık bağı olduğu belirtilmekte ve bunların koparılıp parçalanması için gayret gösterilmesi de inanmayıp inkâr edenlerin bir diğer belirleyici niteliği olarak belirtilmektedir. Böylece Dünya hayatının "inançsız" bırakılması ile Allah’ın birleştirilmesini emrettiklerinin "ayrılmış" olacağına dikkat çekilmekte ve insanlardan bu durumda olmamaları için özellikle son olarak "iletilmiş" olan Allah'ın "Uyarı, Öğüt ve Önerilerini" dikkate almaları ve onlara göre "doğru yola" yönelmeleri beklenmektedir.
Burada "Allah ile olan bağ" üzerinde durulmasında fayda bulunmaktadır. Yüce Yaratan bütün insanlara "bildirdiği" ve onlardan "dikkate almalarını" beklediği vahiy (Kur'an Ayetleri) ile insanlara lütfettiği en önemli unsur olan "Akıl" arasında bir "bağ" bulunmaktadır. Kendileri inanmayarak ve inananlara da çeşitli yollarla ve şekillerde "etki" yaparak Aklı ile Vahiy arasındaki bağı koparıp kesenlerin, Allah’ın birleştirilmesi gerekeni birleştirilmesini emrettiği şeyi ayırmış oldukları açıklanmaktadır. Buna göre insanlar inanmamakla, kendileri de dahil bütün Evren ve içindekileri yaratmış olan "Tek Yaratıcı Güç" Allah ile O'nu "idrak" edecek olan "Akıllarının" birleştirilmesine mani olmaktadırlar. Ayrıca, Evren'i oluşturan her şeyin "bünyesinde" en önemli faktör durumundaki en alt unsurları (Atom Altı Parçacıkları) yaratarak Evren'i ve bütün içindekilerin "meydana gelmelerini" sağlayan (Yaratan) ve onlara "hükmederek" sürekliliğini ve çeşitliliğini gerçekleştiren Yüce Yaratıcıya inanılmaması sonucunda Allah ile "yarattıkları" her şey arasındaki "bağ" da "inkâr" edildiğinden, inanmayanlar Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini parçalamış ve ayırmış olmaktadırlar.
Yüce Allah kendilerine iletilen "gerçeklere" karşı gelip onları inkâr ve isyan eden inanmayanların belirleyici nitelikleri arasında onların yeryüzünde fitne ve fesat çıkardıklarını belirtmektedir. Gerçekten de tarih boyunca yeryüzünde fitne ve fesat çıkararak maddî ve manevî olarak düzeni bozan, çevreyi kirleten, huzursuzluğa, acı ve felâketlere sebep olanların genel "niteliklerinin", kişisel veya topluluk olarak diğer insanların haklarına tecavüz ederek çıkar sağlayan, çıkarlarını koruyan ve çoğaltan inkârcılar, ahlâksızlar, zalimler ve günahkârlar oldukları görülmüştür ve hale günümüzde de görülmektedir. Bu nedenle yeryüzünde fitne ve fesat çıkarılması, Allah'a ve Allah'ın bütün insanlara "doğru yola" yönelmeleri için iletmiş olduğu uyarı, öğüt ve önerilerine uymayanların "belirleyici" bir niteliği olarak bildirilmektedir.
Öte yandan Allah'a ve Allah'ın bütün insanlara "doğru yola" yönelmeleri için iletmiş olduğu uyarı, öğüt ve önerilerine uymamakta direnen ve böylece iman etmeden ölümü “tadan” insanların Allah’ın “merhametinden” ve insanlar için vaat ettiği “güzelliklerden” yararlanamayacakları (lanetinin onların üzerinde olacağı) açıklanmaktadır.
İnkar etmiş ve kafir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerinedir. (87/161), (2/161)
Onlar ebediyen lânet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir ne de onların yüzlerine bakılır. (87/162), (2/162)
İnsanların, kendisine verilmiş olan akılları var iken ve Allah'ın varlığını belirten sayısız işaret ve kanıt her an etrafında bulunur iken bunu bilerek ve isteyerek inkâr etmesi halinde, artık geri dönülmez bir biçimde lanetlenmekte ve bu durumdan kurtulması mümkün bulunmamaktadır. Zira kendisini de yaratan "Tek Allah'a" tam anlamı ile karşı gelmiş ve Allah aile boş yere iddialaşmıştır.
Bunun sonucunda ölüm sonrasındaki ortamlarda artık azaplarının hafifletilmeyeceği ve "yüzlerine bakılmayacağı" bildirilerek insanların ancak yaptıklarından ve düşüncelerinin yanlış olduğunu fark edip pişman olarak "tövbe" etmeleri ve Allah'a sığınmaları halinde af edilmelerinin mümkün olabileceğine dikkat çekilmektedir. Buna göre insanlara bu ortamdaki yaşamlarında Ayetlerde belirtilen “gerçekleri” dikkate almaları ve durumların gözden geçirerek ölüm zamanı gelmeden (geç olmadan) kendilerine iletilenleri Akılları ile inceleyip yaptıkları hataların ve "inkâr eden" düşüncelerinin yanlış olduğunu fark edip "tövbe" etmeleri önerilmektedir.
İnanmayanların diğer bir ayırıcı niteliği olarak “Dünyada” isteklerine göre yaşayabileceklerini düşünerek daima “nefsleri” doğrultusunda hareket ettiklerine işaret edilmekte, bu yüzden dünyadaki yaşamlarının onlara çekici ve cazip kılındığı belirtilmektedir.
Kafir olanlar için dünya hayatı cazip kılındı. Onlar, iman edenler ile alay ederler. Oysa ki inkardan sakınanlar kıyamet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız lütufta bulunur. (87/212), (2/212)
İman etmeyip inkara yönelenlerin bu nedenle akıllarını da sadece bu ortamın sağladığı olanaklardan ve fırsatlardan yararlanmak üzere kullanmakta olduklarına ve bu Dünyadaki yaşantılarının daima isteklerine göre sürdürülmesi ile ilgilenerek tüm yaşam düzenlerini buna göre oluşturduklarına dikkat çekilmektedir. Böylece elde edilen varlık ve zenginlikler ve bunlara dayalı olarak diğer insanların gösterdiği itibar ve saygı, bu insanların kendileri açısından ne kadar haklı olduklarına ve doğru iş yaptıklarına en kesin bir kanıt olmakta ve giderek bu düşünce ve faaliyetlerine daha fazla bağlanmakta ve bu Dünyadaki yaşamları kendilerine çok cazip gelmektedir.
Aslında insanların akıllarını sadece Dünya yaşamı ve zenginlik elde etme üzerine kullanmaları insanların Allah ile olan ve Dünyaya gelmeden önceki durumlarında kurulmuş olan "Bağlantısını” zedelemektedir. Zira bu “bağlantı” insanların akılları ile Allah’a yönelmelerini sağlamaktadır. Bu nedenle insanlardan her durumda Allah’a yönelmeleri ve Allah’ı “anmaları” beklenmektedir.
Sadece Dünya Hayatının cazibesine kapılıp Allah’a yönelişin ihmal edilmesinin durumunda insan ile “Yüce Yaratıcı Güç” arasındaki “doğal ve değiştirilemez bağlantıda” aksamaların oluşmasına neden olacağı anlaşılmaktadır. Yüce Yaratan insanın aklını doğru yol üzerinde kullanmayıp “bilinçli” olarak inkarda ısrar etmesi durumunda bu bağın tamamen yok olacağını, oysa inkardan sakınanların kıyamet zamanındaki “Ahiret” ortamlarında onların üstünde olacaklarını açıklamakta ve böylece iman edenlerin hesapsız lütufta bulunmayı “dilediklerinin” arasında olacaklarını bildirmektedir.
İman etmeyenlerin bu durumu idrak edemedikleri için inanan kişiler ile alay ettiklerine ve onları küçük düşürecek şeyler yaparak sözler söylediklerine dikkat çekilmektedir. İnkarcıların ancak gerçek ortama geçiş sırasında bu durumu tüm açıklığı ile fark ederek inkardan sakınanların kendilerinden ne kadar üstün olduklarını görüp anlatılamaz bir pişmanlık duyacakları bu ortamda yaşarken dikkate almaları için ihtar edilmektedir.
Bu nedenle insanların akıllarını kullanarak Yaratılış, Yaratan, Yaratılmışlar konularında araştırma ve anlama gayreti içerisinde olmaları gerekmektedir. Böylece onların Allah’ın doğru yola iletmeyi dilediklerinden ve kalbini İslâm'a açtıklarından olacakları belirtilmektedir.
Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. (55/125), (6/125)
Bu nedenle böyle bir lütfa ulaşabilmek için insanların Allah'a inanarak O’na teslim olmaları ve sadece O'na ibadet ederek bu lütfu talep etmeleri gerekir. Zira ancak bu şekilde talepte bulunan insan, Allah'ın lütufta bulunmayı dilediği insanlar arasında olmayı umut edebilecektir.
Yüce Allah bu ortamdaki yaşamlarında "iman etmeyen" ve Allah'ı inkar edenlerin ölüm sonrasında karşılaşacakları bazı durumları bir "canlandırma" olarak açıklamakta (tasvir) ve insanları uyarmaktadır.
Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve "Tadın yakıcı cehennem azabını" o kafirlerin canlarını alırken onları bir görseydin! (88/50), (8/50)
İşte bu, ellerinizle yaptığınız yüzündendir, yoksa Allah kullara zulmedici değildir. (88/51), (8/51)
Tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişatı gibidir. Allah'ın ayetlerini inkar etmişlerdi de Allah onları günahları sebebiyle yakalamıştı. Allah güçlüdür. Allah'ın cezası şiddetlidir. (88/52), (8/52)
Bu da bir millet kendilerinde bulunanı değiştirinceye kadar Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Gerçekten Allah işitendir, bilendir. (88/53), (8/53)
Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin durumuna benzer. Onlar Rablerinin ayetlerini yalanlamışlardı biz de onları günahlarından ötürü helâk etmiştik ve Firavun ailesini boğmuştuk. Hepsi de zalimler idiler. (88/54), (8/54)
Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü kafir olanlardır, çünkü onlar iman etmezler. (88/55), (8/55)
Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden ahitlerini bozan kimselerdir. (88/56), (8/56)
Eğer savaşta onları yakalarsan, ibret almaları için onlar ile arkalarında bulunan kimseleri de dağıt. (88/57), (8/57)
Ayetlerde yer alan ve "meleklerin" inanmayanların ölümleri sırasında yüzlerine ve arkalarına vurmaları ifadeleri ile, onların bu dünyada yaşarken Allah'ı (hakkı) inkâr etmelerinin bir sonucu olarak ahirette karşılaşacakları "azabın" kast edildiği anlaşılmaktadır. Bu durum "meleklerin" o "kafirlerin" canlarını alırken bir yandan "Tadın yakıcı cehennem azabını" diyecekleri, bir yandan da "yüzlerine sırtlarına vuracakları" şeklinde mecazi olarak anlatılmaktadır.
Bu Ayette ve ölüm ve sonrası ile ilgili konulardaki diğer çok sayıdaki Ayetlerde yapılan bu tür benzetmelerin, Hz.Muhammed'in dönemindeki toplumun sahip olduğu bilgi düzeyi dikkate alındığında, bu "anlatım" biçiminin bilgi düzeyi sınırlı olan insanların anlatılanları algılamalarına ve anlamalarına yönelik olduğu ve onları bu konularda "doğrudan" etkileyerek üzerinde "düşünmeye" yönlendirdiği anlaşılmaktadır. Nitekim bu konular üzerinde düşünürken karşılaşılacak olan "azabın" yeryüzünde yaşarken bilerek (ellerinizle) yaptıklarının yüzünden olduğuna işaret edilmekte, yoksa Allah'ın yaratmış olduğu insanlara (kullara) zulmedici olmadığı bildirilmektedir. Böylece "Akıllı" insanlar Ayetlerde ölüm sonrası ile ilgili açıklamaları dikkate alarak bu ortamdaki yaşamları sırasında "yaptıkları" üzerinde düşünmeye davet edilmektedir.
Allah'a ve Allah'ın "Yaratıcılığına" ve Allah'ın bütün insanlara gönderdiği "gerçeklere" inanmayanların yaşantıları, ilgili Ayetlerde belirtilen, Firavun ve ailesi ile onlardan öncekilerin "inkara" ve "kibre" dayanan hayat anlayışına benzetilmekte ve "güçlü ve cezası şiddetli" olan Allah'ın onları bu tür "günahları" sebebiyle "helak" ettiği (yakalamıştı) hatırlatılmaktadır. Firavun ve ailesinin ve onlardan önceki "inkâr" edenlerin ortadan kaldırılması konusunda, Allah'ın verdiği bir nimeti, durup dururken yani nimet verdiklerinin "güzel ahlak ve meziyetlerinde" bir "değişiklik" meydana gelmeden geri almadığı açıklanmaktadır.
Buna göre, insanların ancak Allah’ın hoşnut olmadığı bir şekilde davranması, sahip oldukları için Allah'a "şükretmemesi", onu gerektiği yerde ve gerektiği gibi kullanmaması, şımarması, sahip olduğu "nimetlerin" Allah’ın lütfu ile ilişkisini unutup kendi "yeteneklerinin" sonucu (kerameti) olarak görmesi; kendisine "lütfedilen" güç, servet, ilim, iktidar gibi diğer nimetleri "zulüm" için kullanması gibi davranışlarla "değişip" bozulmaları sonrasında sahip oldukları şeylerin (nimet) onu veren Allah tarafından alındığı bildirilmektedir.
Enfâl Suresi 53. Ayet Tefsiri - Diyanet İşleri BaşKanlığı
Yüce Allah ayrıca "bilerek "inkâr" edenleri (kafirleri) yürüyen canlıların en kötüsü olarak "değerlendirdiğini" bildirmektedir. Çünkü onların kendilerine "gerçekler" iletildiğinde, bu gerçekleri "anlamak" üzere kullanması gereken "Akıllarını" bu gerçeklere karşı bilinçli bir direniş için kullandıklarını, yani "bilerek" ve "kasten" inkâr ettiklerini belirtmektedir. Bu gibi "inkâr" edenlerin (kafirlerin) daima kendi çıkarları ve istekleri doğrultusunda davrandıkları, ne kadar söz verseler dahi her defasında sözlerinden döndükleri ve bu yüzden "güvenilmez" oldukları açıklanmakta ve Hz.Muhammed'e eğer savaşta onları yakalarsa ibret almaları için onları ve arkalarında bulunan kimseleri de dağıtması istenmektedir. Buna göre kafir toplum yöneticilerinin diğer toplumların bulunduğu bölgelerde bulunan "doğal kaynaklara" sahip olmak veya özellikle "iman eden" toplumlar üzerinde "hakimiyet" kurarak kendi onları yönetimleri ve hükümleri altına almak amacına yönelik olarak hareket edeceklerine de dikkat çekilmektedir.
Ayrıca, diğer toplumlar ile olan ilişkilerde, özellikle yöneticilerinin "güvensiz" olmaları yüzünden yaptıkları antlaşmalarda asıl amaçlarını gizlemek suretiyle "hainlik" yapmalarından endişe edilmesi halinde, yapılan antlaşmanın bu nedenle bozulduğunun bildirilmesi önerilmektedir. Zira söz konusu toplumların asıl amaçlarını gizleyerek ve "iyi niyetli" görünerek antlaşma yaptıklarını ancak sonra her defasında hiç çekinmeden bu antlaşmalarla verdikleri sözleri (ahitlerini) bozdukları açıklanmaktadır. Çünkü bu toplumların art niyetle hareket ederek verdikleri sözlerinde durmamakla "İnsanlara" karşı "hainlik" yaptıkları ve Allah katında bu tür hainliklerin cezalandırılacağı belirtilmektedir.
Buna göre Allah'a iman etmiş olan toplumların böyle durumlarda karşı tarafa "hainliklerini" açıklayıp yapılan sözleşmelerin bozulduğunu bildirmeleri önerilmekte ve diğer toplumlar ile yapılacak antlaşmalarda bu gibi olasılıkları dikkate almaları gerektiğine işaret edilmektedir. Ayrıca inkâr edenlere de art niyetle yaptıkları bu hainliklerle kendilerini kurtardıklarını sanmamaları ve onların Allah'a inananları asla aciz bırakamayacaklarının unutulmaması müminlere hatırlatılmaktadır.
Bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir, çünkü Allah, hainleri sevmez. (88/58), (8/58)
İnkâr edenler yakayı kurtardıklarını sanmasınlar, çünkü onlar âciz bırakamazlar. (88/59), (8/59)
Bu nedenle böyle kötü niyetle antlaşmaları bozan toplumlar ile olan her türlü ticari, siyasi ve hatta savaş gibi ilişkilerde onların asıl amaçlarının anlaşılması halinde (yakalarsan), Hz.Muhammed'e verilen öğüt uyarınca, ibret almaları için onlara ve arkalarında bulunan kimselere de misilleme yaparak, gerekirse savaşarak unutamayacakları bir ders vermeleri (dağıtmaları) gerektiği Müslümanlara bildirilmektedir.
Böylece Hz.Muhammed'e "Kafirlerin" yönettiği toplumlar ile olan ilişkilerde dikkatli davranılması gerektiği belirtilmektedir ve bu öneri ile aslında bütün zamanlarda "iman eden" toplumlar uyarılmaktadır.
Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız. (88/60), (8/60)
Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir. (88/61), (8/61)
Eğer sana hile yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir. (88/62), (8/62)
Ve onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı, çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir. (88/63), (8/63)
Ey peygamber! Sana ve sana uyan müminlere Allah yeter. (88/64), (8/64)
Ayetlerdeki ifadelere göre herhangi bir tehlike olmasa dahi, olası bir duruma karşı hazırlıklı olunması istenmekte, güçlerinin yettiği kadar bilgi düzeylerinin geliştirilmesi ve buna bağlı olarak, başta silahlı güç olmak üzere, her alanda maruz kalınacak saldırı veya tecavüzlere karşı "kuvvet" hazırlanması istenmektedir. Böylece düşmanların, Allah'ın düşmanlarının ve Allah'ın bildiği diğer kimselerin "korkutularak" mümin toplumlara karşı saldırı veya tecavüze kalkışmalarının önüne geçileceği (caydırılmış olacakları) açıklanmaktadır. Bu açıklama çerçevesinde müminlerin Allah'a olan imanlarının karşılığının (Allah yolunda ne harcarsanız) eksiksiz ödeneceği ve asla haksızlığa ve "zulme" uğratılmayacakları bildirilmektedir.
Öte yandan anlaşmazlık halinde ortaya çıkan silahlı çatışma veya savaş durumunda bulunulan toplumlar "samimiyetle" barışa yanaşırlarsa bu "öneriye" değer verilmesi ve "yanaşılması" ve kimsenin duymadığını "işiten" ve kimsenin bilmediğini "bilen" Allah'a güvenilmesi (tevekkül edilmesi) öğüt verilmektedir. Diğer bir anlatım ile yapılan bu öğüt ile savaş halinin daima saldırganlığı cezalandırmak ve "meşru" savunma amaçlı olabileceğine işaret edilmektedir. Çünkü sonuçta vahiy edilen gerçekler "İnsana" hitap etmektedir ve amaç ta insanı "yaşatmak" olmaktadır. Ancak anlaşmazlık, silahlı çatışma veya savaş durumunda iman edenlerin "üstün" durumda iken "gevşeyip" barış isteyen taraf olmamaları ve böylece kendilerini "küçük" düşürmemeleri istenmektedir. İman edenlere bu durumda Allah'ın onlarla "beraber" olduğunu ve yaptıkları işleri eksiltmeyeceğini hatırlamaları önerilmektedir.
Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmeyecektir. (95/35), (47/35)
Buna karşılık anlaşmazlık halinde ortaya çıkan silahlı çatışma veya savaş durumunda bulunulan toplumlar "samimiyetle" barışa yanaşılmasının bir "hile" olduğunun anlaşılması halinde sabırla "Akıl" kullanılması önerilmektedir. Zira Akıl "Yaratan" tarafından insanlara her türlü duruma karşı en iyi ve en uygun çözümü bulmasını sağlamak üzere "lütfedilen" çok özel bir yetenektir ve bu nedenle Allah insanların her konudaki durumdan yararlanmasında ve zorluklardan kurtulmasında "yeterli" olmaktadır. Buna göre Allah doğrudan ona olan “yardımıyla” ve "müminlerle" Hz.Muhammed'i desteklediğini hatırlatmaktadır.
Burada Yüce Allah, Hz.Muhammed'e aldığı "Vahiyleri" iletirken etrafındaki insanların bu "Ayetlere" inanmaları konusunda önemli boyutlarda kuşku ve kararsızlık yaşadıklarına ve onların aralarını bulup inanmaları uğrunda yeryüzünde bulunan her şeyi verseydi bile yine onların gönüllerini birleştiremeyeceğine işaret etmekte, onların aralarını bulup kaynaştırdığını ve kalplerini birleştirdiğini açıklamaktadır. Çünkü o sırada toplumundaki bireylerin bilgi düzeyleri ve gelenekleri dikkate alındığında onlara iletilen "gerçekleri" anlamalarının "neredeyse" imkânsız olduğunu, fakat mutlak galip ve hikmet sahibi olan Allah’ın onların kalplerine bu anlayışı yerleştirdiğini ve kalplerini kaynaştırdığını bildirmektedir.
İman etmeyenlerle ilgili diğer bazı Ayetlerde Yüce Allah’ı inkara şartlanmış olan ehl-i kitap mensuplarının veya Allah'tan başkasına da ilahlık yakıştıran “müşriklerin” ya da hiçbir şeye inanmayanların, kendilerine “gerçeklerin” açık kanıtları gelmeden Allah tarafından “gözden çıkarılmayacaklarına” işaret edilmektedir.
Apaçık delil kendilerine gelinceye kadar ehl-i kitaptan ve müşriklerden inkarcılar ayrılacak değillerdi. (100/1), (98/1)
Allah tarafından gönderilen bir elçidir. (100/2), (98/2)
Ve en doğru hükümleri havi tertemiz sahifeleri okuyan. (100/3), (98/3)
Kendilerine kitap verilenler ancak o açık delil kendilerine geldikten sonra ayrılığa düştüler. (100/4), (98/4)
Halbuki onlara ancak, dini yalnız O'na has kılarak ve hanîfler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur. (100/5), (98/5)
Ehl-i kitap ve müşriklerden olan inkarcılar, içinde ebedi olarak kalacakları cehennem ateşindedirler, işte halkın en şerlileri onlardır. (100/6), (98/6)
İman edip salih ameller işleyenlere gelince, halkın en hayırlısı da onlardır. (100/7), (98/7)
Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir, Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır; bu söylenenler hep Rabbinden korkan içindir. (100/8), (98/8)
Allah'a ve bütün insanlara peygamberleri ile bildirdiği "gerçeklere" inanmayanların, kendilerine apaçık delil gelinceye kadar “şartlanmış” oldukları bu inkarlarından ayrılmalarının gerçekleşmeyeceğine işaret edilerek toplumdan tamamen “dışlanmadıkları”, Allah'ın onları tamamen “gözden çıkarmadığı” ve en doğru hükümleri içereni tertemiz sahifelerden oluşan Ayetlerini bütün insanlara okuması için "son olarak" görevlendirdiği peygamber olan Hz.Muhammed'in onlar için apaçık delil olduğu bildirilmektedir.
Buna rağmen Ehl-i Kitap olarak tanımlanan kendilerine kitap verilenlerin, "açık delil" olarak kendilerine peygamberler geldikten sonra da ayrılığa düştüklerine işaret etmekte ve peygamberlerin ilettikleri ile onlara “Dini” yalnız Allah'a has kılarak ve Allah'a iman ederek doğru olmayan boş olan şeylerden uzak durarak (hanîfler olarak) Allah'a kulluk etmelerini, Allah'a teslim olup dua etmelerini ve ihtiyaçlarından fazlasını karşılıksız olarak vermelerini (zekat) emrettiğini, bunun "sağlam din" olduğunu bildirdiğini açıklamaktadır. Bu uyarılara rağmen Ehl-i Kitap'tan veya Allah'tan başkasına da ilahlık yakıştıranlardan (müşriklerden) olan "inkarcıların" içinde ebedi olarak kalacakları cehennem ateşinde olacaklarını (azap çekeceklerini) ve onların toplumun en kötüleri (şerlileri) olduklarını belirtmektedir.
Buna karşılık Allah'a ve bildirdiklerine İman edip güzel işler yapanların (salih ameller işleyenlerin) toplumun en "hayırlıları" oldukları ve onların Allah katındaki mükâfatlarının zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleri oldukları, böylece Allah'tan "korkan" ve "saygı" gösterenlerden Allah'ın "hoşnut" olduğu ve onların da Allah'tan hoşnut oldukları belirtilmektedir.
Ayetlerde yer alan bütün bu uyarı ve öğütler, üzerinde durulması ve örnek alınması gereken gerçekler olarak "inkâr edenlere" hatırlatılmakta ve onlarından son peygamber olan Hz.muhammed!in ilettiklerini anlayıp Allah'a dosdoğru yönelmeleri beklenmektedir.
Allah iman etmeyenlerin "çaresizlik" içinde kalacaklarına işaret ederek bazı uyarılar yapmakta ve önerilerde bulunmaktadır.
İnkâr edenlere gelince, onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder; nihayet ona vardığında orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanı başında da Allah'ı bulmuştur; Allah ise, onun hesabını tastamam görmüştür. Allah hesabı çok çabuk görür. (102/39), (24/39)
Yahut engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bulut birbiri üstüne karanlıklar, insan, elini çıkarıp uzatsa, nerdeyse onu dahi göremez. Bir kimseye Allah nur vermemişse, artık o kimsenin aydınlıktan nasibi yoktur. (102/40), (24/40)
Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin? her biri kendi duasını ve tesbihini bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir. (102/41), (24/41)
Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; dönüş de ancak O'nadır. (102/42), (24/42)
Görmez misin ki Allah birtakım bulutları sürüyor; sonra onları bir araya getirip üst üste yığıyor, işte görüyorsun ki bunlar arasından yağmur çıkıyor, O, gökten, oradaki dağlardan dolu indirir; artık onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de onu uzak tutar, şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alır! (102/43), (24/43)
Allah, gece ile gündüzü birbirine çeviriyor, şüphesiz bunda basiret sahipleri için mutlak bir ibret vardır. (102/44), (24/44)
Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir. (102/45), (24/45)
Andolsun biz açık seçik bildiren ayetler indirdik. Allah, dilediğini doğru yola iletir. (102/46), (24/46)
Yüce Allah, Allah'a ve Peygamberleri ile bütün insanlara bildirdiği "gerçeklere" inanmayanların bu ortamda kendilerince doğru ve güzel olduğunu sanarak yaptıklarının ölüm sonrasındaki ortamlarda ne kadar "değersiz" kalacağını, ıssız çöllerde susayanın su gördüğünü zannedip ona vardığında orada herhangi bir şey bulamadığı "serap" gibi olacağına benzeterek açıklamaktadır. Üstelik ölüm sonrasındaki ortamlarda yeniden diriltildiğinde bu yaptıklarının karşılığını "tastamam" olarak ve "çok çabuk" verecek olan Allah'ı "yanı başında" bulmuş olacağını halen yaşamakta olan bütün insanlara bir "ihtar" olarak bildirmektedir. Ayrıca inanmayanların durumu, engin bir denizdeki dalga üstüne dalganın kapladığı ve üstünde de bulutların bulunduğu "birbiri üstüne yoğun karanlıklar" içinde bulunan ve elini çıkarıp uzatsa nerdeyse onu dahi göremeyip "çaresiz" kalan insana benzetilmektedir. Buna göre inkâr eden insanın duygu, düşünce ve davranışlarının engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibi olduğu mecazi bir şekilde açıklanmakta, ona Allah'ın "Nur" vermediği, bu yüzden artık o kimsenin "iman etmesi" ile ulaşabileceği "aydınlıktan" nasibinin bulunmadığı hatırlatılmaktadır.
Yüce Allah bu hatırlatmaları yapmakla birlikte sonsuz "merhameti" ile inkâr edenlere yine de bazı örnekler vererek onlara "iman etmeye" yönelebilmeleri için yol göstermekte ve göklerde ve yerde bulunan varlıkların ve uçmakta olan dizi dizi kuşların Allah'ın gücünü ve yüceliğini gösterdiğini (tesbih ettiklerini) belirtmektedir. Örneğin uçmakta olan dizi dizi kuşların her birinin Allah'ın bahşettiği "içgüdülerine" uyarak uçmaları ile kendi "duasını ve tesbihini" yapmakta olduklarını ve Allah'ın da onların yapmakta olduklarını hakkıyla bildiğini açıklayarak inanmamakta devam eden insanları ders" almaları ve "doğru yola" yönelmeleri için uyarmaktadır.
Göklerin ve yerin sahibi (Evren'in maliki) olduğunu ve sonuçta dönüşün de ancak Allah'a olacağını bir defa daha hatırlatan Yüce Yaratan bu uyarılara devamla inanmayanlara birtakım bulutları sürdüğünü sonra onları bir araya getirip üst üste yığdığını, yağmurun bunlar arasından çıktığını, ayrıca gökten, oradaki dağlar büyüklüğündeki bulutlardan (dağlardan) dolu indirdiğini, onu dilediği yere isabet ettirdiğini, dilediğinden de onu uzak tuttuğunu, bu bulutların şimşeğinin parıltısının neredeyse gözleri aldığını ve gece ile gündüzü birbirine çevirdiğini belirterek şüphesiz bütün bunlarda doğruyu görebilen "basiret sahipleri" için kesin (mutlak) bir ders (ibret) bulunduğunu bildirmektedir.
Ayrıca insanların düşünmeleri ve üzerinde çalışabilmeleri gerektiğini kavrayabilmeleri için her canlıyı sudan yarattığını, bunlardan kiminin karnı üstünde süründüğünü, kimilerinin iki ayağı üstünde ve kimilerinin dört ayağı üstünde yürüdüğünü, "evrim" olarak tanımladığımız gelişim ve değişimi gerçekleştirerek “dilediğini” yarattığını şüphesiz her şeye "kadir" olduğunun "delili" olarak işaret etmektedir. Böylece bütün bu gerçekleri açık seçik bildiren ayetlerde açıkladığını, bütün insanlara "yeniden" bildirmekte ve dilediğini "doğru yola" ilettiğine işaret ederek Ayetlerine inananların Allah'ın “doru yola” iletmeyi "diledikleri" arasında olabileceklerine bütün insanların dikkatlerini çekmektedir.
Ayetlerde Allah'ı inkâr eden insanların "Allah" hakkında bilgi sahibi olmadan sadece "gördükleri" ile bu kanıya vardıklarına işaret edilmektedir.
İnsanlardan, bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışmaya giren ve her inatçı şeytana uyan birtakım kimseler vardır. (103/3), (22/3)
Onun hakkında şöyle yazılmıştır: Kim onu yoldaş edinirse bilsin ki kendisini saptıracak ve alevli ateşin azabına sürükleyecektir. (103/4), (22/4)
Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan sonra uzuvları belirsiz, belirlenmiş canlı et parçasından yarattık ki size gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız, sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için. İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten iç açıcı bitkiler verir. (103/5), (22/5)
Çünkü Allah hakkın ta kendisidir; O, ölüleri diriltir, yine O, her şeye hakkıyla kadirdir. (103/6), (22/6)
Kıyamet vakti de gelecektir; bunda şüphe yoktur ve Allah kabirlerdeki kimseleri diriltip kaldıracaktır. (103/7), (22/7)
İnsanlardan bazısı, bir bilgisi, bir rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadığı halde, sırf Allah yolundan saptırmak için yanını eğip bükerek Allah hakkında tartışmaya kalkar. (103/8), (22/8)
Onun için dünyada bir rezillik vardır; kıyamet gününde ise ona yakıcı azabı tattıracağız. (103/9), (22/9)
İşte bu, önceden yapıp ettiklerin yüzündendir, elbette Allah kullarına haksızlık edici değildir. (103/10), (22/10)
İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder, şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir; o, dünyasını da ahiretini de kaybetmiştir, işte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir. (103/11), (22/11)
O, Allah'ı bırakıp, kendisine ne faydası ne de zararı dokunacak olan şeylere yalvarır, bu haktan büsbütün uzak olan sapıklığın ta kendisidir. (103/12), (22/12)
O, zararı faydasından daha yakın olan bir varlığa yalvarır, o ne kötü bir yardımcı ne kötü bir dosttur! (103/13), (22/13)
Ayetlerde Allah'ı inkâr eden insanların "Allah" hakkında bilgi sahibi olmadan sadece "gördükleri" ile bu kanıya vardıklarına işaret edilmektedir. İnkarcıların, Allah'ın bütün insanlara bildirdiği "gerçekleri" inkâr etmenin "doğru" olduğunu gösterecek bir rehberleri ve aydınlatıcı bir kitapları bulunmadığı halde, Şeytan'a uyarak ve onun yaptığı gibi sırf insanları Allah yolundan saptırmak için Allah'ın bütün insanlara bildirdiği "gerçeklerini" kendi inançlarına göre (yanını) eğip bükerek Allah hakkında tartışmaya kalktıkları bildirilmektedir.
Bu nedenle inanmayanların Allah'a ait "gerçeklerden" olan ölüm sonrasında insanların yeniden diriltilmelerine de inanmadıkları ve insanların "şüphe" duymalarına neden oldukları belirtilmektedir. Allah "tek gerçek yaratıcı güç" olarak ölüleri dirilttiğine, her şeyi gerçekleştirmeye "kadir" olduğuna, Evrenin sona erme (Kıyamet) zamanın geleceğine, bunda şüphe bulunmadığına ve bu ortamda yaşamış ve gelecekte yaşayıp ölecek olan bütün insanların o zaman cesetlerinin bulunduğu yerlerden (kabirlerinden) diriltip kaldıracağına işaret etmektedir. Buna göre "İnanmayanların" bu "gerçeklere" inanmamalarının, onları "inanmaktan" alıkoyan ve "Ruhlarında" bulunan Şeytan'ın dürtülerini ve Şeytan'a uyan bozguncuları (Şeytanlaşmış İnsanları) akıllarını kullanamadıkları için fark edememelerinin sonucu olduğu belirtilmekte ve onların Dünyada alçaklık ve utanç içinde olacakları (bir rezillik olduğu) kıyamet gününde ise onlara yakıcı azabı tattırılacağı açıklanmaktadır.
Allah yaratmış olduğu insanlara (kullarına) haksızlık edici olmadığına ve insanların karşılaştıkları bu durumun ancak kendi seçimleri ile yapıp ettiklerinin sonucu olduğuna dikkatlerini çekerek "doğru yolda" olabilmeleri için insanlara davranışlarını ve düşüncelerini gözden geçirmelerini öğüt vermektedir. Bu nedenle Yüce Allah, Şeytan'ın kendisine uyanları ve yoldaş edinenleri saptıracağını ve onların ölümleri sonrasında "azaba" sürükleneceklerini inanmayanlara ve "bütün insanlara" hatırlatmaktadır.
Bazı insanların da Allah'a yalnız bir yönden kulluk ettikleri, buna göre kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun oldukları, fakat bir de musibete uğrarlarsa iman ve inançlarından kuşkulanarak inkara yönelebildikleri (çehresi değişir) belirtilmekte, böyle olanların dünyasını da ahiretini de kaybetmiş olacakları ve bunun "apaçık ziyanın" olduğu bildirilmektedir. Zira onların Allah'ı bırakıp kendisine ne faydası ne de zararı dokunacak şeylere veya zararı faydasından daha yakın olan bir varlığa yalvardıkları, aslında onların ne kötü bir yardımcı ve ne kötü bir dost oldukları hatırlatılmakta, bunun da gerçeklerden (haktan) büsbütün uzak olan "sapıklığın" ta kendisi olduğu ihtar edilmektedir.
Buna karşılık Allah'a iman edip iyi davranışlarda bulunan kimselerin ölümleri sonrasındaki "yaşamlarında" ödüllendirilecekleri, Allah'ın bu sözünde şüphe bulunmadığı, çünkü Allah'ın dilediği her şeyi yaptığı bildirilmektedir.
Muhakkak ki Allah, iman edip iyi davranışlarda bulunan kimseleri, zemininden ırmaklar akan cennetlere kabul eder. Şüphesiz Allah dilediği şeyi yapar. (103/14), (22/14)
Her kim, Allah'ın, dünya ve ahirette ona asla yardım etmeyeceğini zannetmekte ise artık o kimse tavana bir ip atsın; sonra da kessin! Şimdi bu kimse baksın! acaba, hilesi öfke duyduğu şeyi gerçekten engelleyecek mi? (103/15), (22/15)
İşte böylece biz o Kur'an'ı açık seçik ayetler halinde indirdik. Gerçek şu ki Allah dilediği kimseyi doğru yola sevk eder. (103/16), (22/16)
Mümin olanlar, Yahudi olanlar, Sabiler, Hristiyanlar, Mecusiler ve Müşrik olanlara gelince, muhakkak ki Allah, bunlar arasında kıyamet gününde hükmünü verir. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla bilendir. (103/17), (22/17)
Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a secde ediyor; birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa, artık onu değerli kılacak bir kimse yoktur. Şüphesiz Allah dilediğini yapar. (103/18), (22/18)
Yüce Allah inkâr edenleri, iman edip iyi davranışlarda bulunan kimseleri zemininden ırmaklar akan cennetlere kabul edeceğini, şüphesiz dilediği şeyi yaptığını hatırlatarak, sapıklık olarak nitelendirdiği bu tutumları üzerinde düşünmeye yönlendirmektedir. Böylece Allah'a inanmayan ve kendilerince inanmamayı "doğru" bir yaşam tarzı olarak sürdürenlerin, Allah'ın dünya ve ahirette onlara asla yardım etmeyeceğini zannettiklerine işaret edilmektedir. Buna göre inanmayan insanların kendilerine yardım için Allah'ın yeterli olmadığını zannettikleri bu yüzden de Allah'ın gücünün insanı mutluluğa ulaştırmaya yeteceğinden şüphe ettikleri açıklanmaktadır.
Bu nedenle inanmayan insana dünyada ve ölümleri sonrasında (Ahirette) kendisine "yardımcı" olmak üzere başka bir yolla "yardıma ulaşmayı" denemesi (tavana ip atması) ve inkâr etmekte olduğu Allah'ın "yardımını" engelleyemeye çalışması (kesmesi), mecazi bir canlandırma ile tavana bir ip atması sonra da kesmesi olarak söylenmektedir. Böylece Allah'ın yardımcı olmayacağı düşüncesinin (hilesinin) onu inanmamakla "öfke" duyduğu Allah ile olan "bağlantısını" ve Allah'ın "yardımını" gerçekten engelleyemeyeceğini göreceği açıklanmaktadır.
Nitekim Yüce Allah’ın "Kıyamet" zamanında "mümin" olanlar ile birlikte, Allah'ı tamamen inkâr etmeyen fakat Hz.Muhammed'in ilettiklerine inanmayan ancak önceki peygamberlerin izinden gittiklerini ifade eden yahudiler, sâbiîler, hristiyanlar, mecûsîler ve hatta Allah'a ortak (şirk) koşanların Allah ile olan "bağlantısını" dikkate alacağı ve her birisinin özel durumuna göre "hükmünü" vereceğini açıkça bildirmekte ve her şeyi "hakkıyla" bilen olduğunu bütün insanlara bir defa daha hatırlatmaktadır. Ayrıca böyle düşünerek Allah'a inanmaktan şüphe duyanlara, göklerde olanların ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğunun Allah'a secde etmekte oldukları, secde etmeyen birçoğunun da "azabı" hak ettikleri hatırlatılmakta ve bunun tüm yaratılanların Allah ile olan "bağlantısının" bir "delili" olduğu bildirilmektedir.
Buradaki ve diğer Ayetlerdeki açıklamalar ve uyarılar ile Allah’ın Kur'an'ı açık seçik Ayetler halinde indirdiğini bir defa daha hatırlatmakta ve "dilediği" kimseyi doğru yola sevk etmesinin tartışmasız bir "gerçek" olduğuna bütün insanların ve özellikle de inanmayanların dikkatlerini çekmektedir. Buna göre inanmayanların "son olarak" kendilerine Hz.Muhammed tarafından bildirilmiş olan Allah'ın Ayetlerini okuyup verilen uyarı, öğüt ve önerileri, üzerinde düşünüp akıllarını kullanarak "anlamaları" ve yaratılışın "aslına doğru" yanı Allah'a doğru yol almaları gerektiği anlayışına ulaşmaları durumunda Allah'ın doğru yola iletmeyi "Dilediği" insanlar arasına girme şansları bulunduğu anlaşılmaktadır.
İman etmeyenlerin tutumlarına bir örnek olarak Hz.Muhammed'den önceki dönemlerde Arapların bazı evcil hayvanları kullanmalarını veya kesilmelerini yasaklayarak muhtelif tanrılarına (putlarına) adadıkları belirtilmektedir.
Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey kılmamıştır. Fakat kafirler, yalan yere Allah'a iftira etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz. (112/103), (5/103)
Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve Resûl'e gelin" denildiği vakit, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz bize yeter" derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi? (112/104), (5/104)
Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir. (112/105), (5/105)
Bazı Arapların, Yüce Allah'ın tüm insanlara bildirilmek üzere Hz.Muhammed'e "vahiy" ettiği Ayetlerinde, önceki dönemlerden kalan "adet ve uygulamalarına konu olan bazı evcil hayvanların "meşru" kılındığını ileri sürdüklerine işaret edilmektedir. Böylece kendilerine iletilenlere inanmayıp onlara başka anlamlar vererek Allah'ın Ayetlerini "inkâr" eden ve "kafir" olanların Yüce Allah'a "iftira" ettikleri belirtilerek, bahîra, sâibe, vasîle ve hâm olarak adlandırdıkları bazı "evcil hayvanların" meşru kılınmadığı, "kafirlerin" yalan yere Allah'a iftira ettikleri, zaten onların çoğunun da kafalarının çalışmadığı açıklanmaktadır.
Ayette değinilen "adet" ve "uygulamalara" göre Hz.Muhammed'den önceki dönemlerde Arapların bahîra, sâibe, vasîle ve hâm olarak adlandırdıkları bazı evcil hayvanları serbest bıraktıkları, kullanılmalarını veya kesilmelerini yasaklayarak muhtelif tanrılarına (putlarına) adadıkları tefsirlerde ifade edilmektedir.
Mâide Suresi 103-104. Ayet Tefsiri - Diyanet İşleri BaşKanlığı
Maide suresi | Maide oku Maide arapça türkçe (kuran.gen.tr)
Hz.Muhammed bu insanları Allah'ın “kendisine indirdiğine“ inanmaları için davet ettiğinde, geçmiş atalarının üzerinde buldukları yollarının yeterli olduğunu ve onları bırakmayacaklarını söyledikleri belirtilmektedir. Yüce Allah örnek olarak belirttiği bu insanların ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor olabileceklerini düşünmediklerine ve bu nedenle de kendilerine iletilen "gerçekler" üzerinde "akıllarını kullanarak" düşünmediklerine ve "doğru" olanı anlayamadıklarına işaret etmektedir. Yapılan bu "uyarının", günümüzde de nefslerine, kibirlerine ve bencilliklerine yenik düşerek ve çeşitli bahaneler üreterek "inkâr edenlere "akıllarını kullanmaları" için bir işaret olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre inkâr etmenin veya hiçbir temele dayanmayan "sözde dinî" uygulamaların, yükümlülüklerin ve yasakların keyfî şekilde uydurulmasının "doğru olmadığı", bu konulardaki tüm kuşku ve tereddütlerin ancak Kur'an Ayetlerinin "anlaşılması" halinde giderilmiş olacağı tüm insanlara hatırlatılmaktadır.
Nitekim Allah’a ve Hz.Muhammed'e iman edenlere doğru yolda olunca doğru yoldan sapan hiç kimsenin onlara zarar veremeyeceğini, tüm insanların ölüm sonrasındaki "dönüşlerinin" ancak Allah'a olduğunu ve o zaman Allah'ın tüm insanlara bu ortamda yaşarken "yaptıklarını" bildireceğini hatırlatarak imanlarını korumalarını öğütlemekte ve inanmayıp inkarlarını sürdürenlere de durumlarını gözden geçirip doğru yola yönelmelerini önermektedir.
İman Ettikten Sonradan İnkar - Münafıklık
Yüce Allah inanan ve iman etmiş olanlara "Kendisine" ve son peygamber olan Hz.Muhammed'e "itaat" etmelerini öğüt vermektedir. Buna göre bütün insanlara, peygamberlerinin ve özellikle de son peygamberi olan Hz.Muhammed'in "bildirdiği" ve Allah'ın her şeyin "Yaratıcısı" ve her şeyi yaratan "Tek Yaratıcı Güç" olduğu "gerçeğini" böylece "işitmiş" olmalarına rağmen, Allah'tan vaz geçmemelerini ve Allah'tan yüz çevirmemelerini ihtar etmektedir. Ayrıca içlerinden aslında "inkâr" eden fakat müminlere karşı iman etmiş gibi görünenler gibi olmamaları hatırlatılmaktadır. Zira yapılan bu hatırlatma ile "münafık" olarak tanımlanan bu gibilerin aslında samimi olarak "iman" etmedikleri, iman etmiş gibi görünmelerindeki asıl amacın "çıkarları" ile ilgili olduğu bildirilmektedir.
Münafıklar Allah'ın yaptıklarından haberi bulunduğunu düşünmeyen "sağırlar ve dilsizler" olarak nitelendirilmekte ve Allah katında yürüyen canlıların en kötüsü olduklarına işaret edilmektedir. Yüce Allah ayrıca bu "münafıkların" içinde bulundukları bu durumdan akıllarını kullanamadıkları için vaz geçmelerinin mümkün olmadığına dikkat çekmekte ve onlarda artık doğru yola ulaşabilmeleri açısından bir hayır görmediğini, şayet onlarda bir hayır görseydi elbette onlara işittirmiş olacağını, fakat işittirseydi bile onların yine "doğru yoldan" yüz çevirerek "münafıklığa" döneceklerini açıklamaktadır.
Burada açıklanan gerçeklerin toplumun her kesiminde yetki kullanacak olan, özellikle de toplumun yönetiminin "emanet edileceği" insanların seçilmesinde ne kadar önem taşıdığı görülmektedir. Çünkü bu gibi "münafık" insanların ancak "çıkarları" doğrultusunda hüküm verecekleri ve davranacakları belirtilmektedir. Bu nedenle toplum düzeni ile ilgili "uygulama kurallarının" saptanmasında bu tür insanların hüküm veren veya "yönetici" konumlarına getirilmemesini ve bir şekilde yönetime getirilmiş olanların da bu konumlarından "uzaklaştırılmasını" sağlayacak önlemlerin yer alması hayati öneme sahip bulunmaktadır.
Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne itaat edin, işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin. (88/20), (8/20)
İşitmedikleri halde işittik diyenler gibi olmayın. (88/21), (8/21)
Şüphesiz Allah katında yürüyen canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir. (88/22), (8/22)
Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara işittirirdi, fakat işittirseydi bile yine onlar yüz çevirerek dönerlerdi. (88/23), (8/23)
Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resulüne uyun ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız. (88/24), (8/24)
Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir. (88/25), (8/25)
Hatırlayın ki, bir zaman siz yeryüzünde âciz tanınan az idiniz; insanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz da şükredesiniz diye Allah size yer yurt verdi; yardımıyla sizi destekledi ve size temizinden rızıklar verdi. (88/26), (8/26)
Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamber'e hainlik etmeyin; bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz. (88/27), (8/27)
Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat Allah'ın katındadır. (88/28), (8/28)
Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir. (88/29), (8/29)
Allah "inananları", sonradan yanlış yaparak inançlarını zayıflatmalarını veya kaybetmelerini önlemek üzere, kendilerini doğru yola ulaştıracak (hayat" verecek) şeylere "çağırdıklarında" Allah'a ve Allah'ın bütün insanlara gönderdiği gerçekleri (Kur'an) kendilerine ileten Hz.Muhammed'e uyulmasını önermektedir. Aynı zamanda Allah'ın kişi ile onun kalbi arasına girdiği ve bütün insanların mutlaka Allah'ın huzurunda toplanacaklarını belirterek insanlara "akıllarını kullanmalarını" istemektedir. Bu konuda Muhammed Esed tefsirinde benzer açıklamalar yapılmaktadır.
"insanı, çarpık yahut sapık arzuların eliyle yanlış yollara düşmekten ve dolayısıyla, aklını kullanmayan sağır ve dilsiz kimselerden olmaktan ancak Allah'tan yana diri tutulan bir bilinç ve duyarlığın alıkoyabileceği ancak böyle bir bilinç ve duyarlığın, insanı "hayat veren çağrıya" yani, eğriyle doğrunun ne olduğu konusundaki derin idrake ve buna göre davranma iradesine bağlı tutabileceği dile getiriliyor.”
Enfal suresi | Enfal oku Enfal arapça türkçe (kuran.gen.tr)
İman etmiş olanları "arzularının" etkisi altında kalarak "yanlış yollara" düşmekten ancak Allah'a olan inançlarının ve imanlarının "diri tutulmasının alıkoyabileceği ve "müminlerin" bu bilinç ve duyarlıkta olmalarına dikkat etmeleri önerilmektedir. Zira böyle bir bilinç ve duyarlığın zayıflaması durumunda insanların "çıkarlarını" gözeterek toplum düzenine "zarar verebilecek" düzeyde bozgunculuk ve bölücülük yapmaya (fitneye) yönelebilecekleri veya toplumda çıkarılan fitnenin etkisi altında kalabilecekleri hatırlatılmakta ve bütün "Akıllı" insanlar fitneden sakınmaları için uyarılmaktadır. Yüce Allah toplum düzeninin bu şekilde kargaşa ve bozgunculuk çıkarılarak bölünmesine neden olunması ile zarar görmesi durumunda, sadece "fitneyi" çıkaranlara (zulmedenlere) erişmekle kalmayacağını fakat bütün topluma sıçrayarak toplum düzeninin bozulacağına önemle işaret etmektedir.
Bu nedenle insanlara aralarında fitne çıkaranlar için Allah'ın azabının şiddetli olacağı bildirilmekte ve özellikle "iman etmiş" olanlar bu "tehlikeye" dikkat etmeleri için uyarılmaktadır.
Bunlarla birlikte Müminlere zorluk ve sıkıntı çektikleri "ilk zamanları" hatırlatılarak, insanların onları hüküm ve zulümleri altına almasından (kapıp götürmesinden) korkan çaresiz, güçsüz (âciz) ve hemen kimsenin "tanımadığı" bir topluluk iken, Allah'ın onları sıkıntılarını gidererek "yurt sahibi" yaptığını, yardımı ile desteklediğini ve "temizinden" rızıklar (geçimlikler) verdiğini görüp "anlamaları" ve bütün bunlar için Allah'a "şükretmeleri" gerektiğine işaret edilmektedir. Böylece o zamanlardan itibaren geçen bütün çağlarda Müslümanların hem sayıca hem de etkinlik olarak güçlenmelerinin, Yüce Allah'ın bütün insanlara "doğru yolu" göstermek üzere ve son olarak Hz.Muhammed ile ilettiği uyarı, öğüt ve önerilerin (Kur'an) dikkate almaları, anlamaları ve onlara göre davranmalarının sonucunda gerçekleştiğine dikkat çekilmektedir.
Buna göre İman edenlerin bundan sonra da karşılaşılacak her türlü olumsuzluk ve sıkıntılara karşı Allah'a olan iman ve güvenleri ile direnmeleri ve elde ettikleri "varlıklarla" sağladıkları "üstünlükler" için de "sınanmakta" olduklarını idrak ederek şükür, iman ve inançlarında gevşememeleri özellikle hatırlatılmaktadır.
Yüce Allah kendilerine bildirilenlere inanıp "iman edenlere", daha sonra bu "inançlarını" terk ederek onları "doğru yola" yönlendiren Allah'a ve Peygamber'ine "hainlik" etmemelerini bildirmektedir. Bu "ihtar" ile "ihanetlerine" ancak Allah'ın onlara "emanet" olarak lütfettiği "akıl, irade ve muhakeme" kabiliyetlerini gerektiği gibi kullanmamalarının neden olduğu, fakat böylece aslında kendi "Akıllarına" ihanet ettiklerine dikkat çekilmektedir. Zira bu durumda "doğru yola" ulaşmış olanlar (iman edenler), çeşitli etkenler karşısında akıllarını kullanmamalarının sonucunda "imanlarını" bile bile kaybettiklerinde, sahip oldukları çok değerli "kendi emanetlerine" yani akıl, irade ve muhakeme "emanetlerine" hainlik etmiş olacaklardır. Ayrıca böylece hainlik ederek imanından vaz geçip inkârı tercih edenlerin Allah'a hiçbir zarar veremeyecekleri ve onlar için özellikle ölümleri sonrasında elim bir azap bulunduğu hatırlatılmakta ve önemle uyarılmaktadırlar.
Şurası muhakkak ki, imanı verip inkarı alanlar, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Onlar için elîm bir azap vardır. (89/177), (3/177)
Öte yandan, insanların imanlarını zayıflatabilecek ve doğru yoldan ayrılmalarına neden olabilecek etkenlere örnek olarak bu ortamda elde ettikleri mallarına ve sahip oldukları çocuklarına da işaret edilmekte ve bunların aslında birer "imtihan" sebebi olduğu hatırlatılmaktadır. Buna göre sahip olunan varlık veya çocuklar ile "kibirlenilmemesi" gerektiği bildirilmekte ve asıl olanın Allah'a, Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğuna, bu gerçeklerin kendilerine Hz.Muhammed tarafından iletildiğine ve büyük mükâfatın (ödülün) Allah'ın katında bulunduğuna iman edilmesi olduğu bildirilmektedir.
Bu uyarılar kıyasen toplumun yönetimi kendilerine "emanet" edilen her düzeydeki "yöneticiler" açısından da sahip oldukları "hükmetme" gücüne güvenerek bu "gerçekleri" inkâr ederek "sapıklığa" yönelmemeleri, "kibre" kapılmamaları ve insanlar üzerinde "zulme" varan uygulamalar yapmamaları özellikle de bunlara kişisel çıkarları nedeniyle yeltenmemeleri gerektiğini daima göz önünde bulundurmaları gerekmektedir. Aksi halde toplumun huzur ve düzeni açısından son derece tehlikeli ve kötü durumlara sebebiyet verileceği unutulmamalıdır.
İnsanların Allah'a yönelip O'nu hissetmeleri ve O'na karşı gelmekten kaçınmaları, diğer bir ifade ile "Allah'tan korkmaları" gerektiğini "Akıllarını" kullanarak "idrak edebilmeleri" halinde, Allah'ın insanlara iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış vereceği ve bu Dünya ortamındaki yaşamlarında işledikleri suçlarını örterek affedeceği (bağışlar) ifade edilmektedir. Yüce Allah insanlara karşı büyük "lütuf" sahibi olduğunu hatırlatmakta ve İnsanların "akıllarını kullanarak" Allah'a yaklaşmalarının onlardan beklendiği gibi "İnsan Olmalarını" sağlayacağı açıklamakta ve insanlardan bu "uyarıları" dikkate alarak davranışlarını bu gerçeklere göre düzenlemeleri ve her durum ve koşulda iradelerini yürütürken "Akıllarını " kullanmaları gerektiğini unutmamaları beklenmektedir.
Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir. (92/115), (4/115)
Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkar ederse tam manasıyla sapıtmıştır. (92/136), (4/136)
İman edip sonra inkar edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkar edenleri, sonra da inkarlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir. (92/137), (4/137)
Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! (92/138), (4/138)
Müminleri bırakıp da kafirleri dost edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir. (92/139), (4/139)
O, Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kafirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kafirleri cehennemde bir araya getirecektir. (92/140), (4/140)
Sizi gözetleyip duranlar, eğer size Allah'tan bir zafer olursa, "Sizinle beraber değil miydik?" derler. Kafirlerin bir nasipleri olursa, "Sizi yenip müminlerden korumadık mı? derler. Artık Allah kıyamet gününde aranızda hükmedecektir ve kafirler için müminler aleyhine asla bir yol vermeyecektir. (92/141), (4/141)
Şüphesiz münafıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar; halbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az hatıra getirirler. (92/142), (4/142)
Bunların arasında bocalayıp durmaktalar, ne onlara ne bunlara. Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir yol bulamazsın. (92/143), (4/143)
Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin; Allah'a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz? (92/144), (4/144)
Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar, artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın. (92/145), (4/140)
Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılıp dinlerini yalnız onun için yapanlar başkadır. İşte bunlar müminlerle beraberdirler ve Allah müminlere yakında büyük mükâfat verecektir. (92/146), (4/146)
Eğer siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin! Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir. (92/147), (4/147)
Bütün insanlara kendisi için doğru yol belli olduktan (doğru yola ulaştıktan) sonra, Peygamber'e (ve onun bildirdiği Kur'an Ayetlerine) karşı çıkarak müminlerin yolundan başka bir yola gidenlerin artık seçmiş oldukları "o yönde" bırakılacakları ve onların sonunda "ne kötü bir yer" olarak tanımlanan "Cehenneme" sokulacakları hatırlatılmakta ve insanlardan bu gerçekleri dikkate alarak durumlarını gözden geçirmeleri ve Allah'a "iman ettikten" sonra "doğru yoldan" ayrılmamaları gerektiği hatırlatılmaktadır.
Bu nedenle bütün insanlara Allah'a, Peygamberine (Hz.Muhammed'e), Peygamberine indirdiği Kitap'a (Kur'an’a) ve daha önce indirdiği kitaplara da inanıp iman etmeleri (gerçekliklerini kabul etmeleri) öğütlenmekte ve özellikle de iman edenlerden, bu kitaplarda açıklanmış olmasına rağmen, yani kendisi için doğru yol belli olduktan sonra Peygamber'e (Hz.Muhammed'e) karşı çıkarak Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkar ederek müminlerin (iman etmişlerin) yolundan başka bir yola gidenlerin tam manasıyla "sapıtmış" oldukları bildirilmektedir. Yüce Allah "sapıtmış" olarak tanımladığı önce iman edip sonra inkâr edenleri veya inkarlarından sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri ve böylece inkarlarını "arttıranları" artık bağışlamayacağını ve onları doğru yola iletmeyeceğini açıkça ihtar etmektedir. Buna göre İbrahim Peygamber ve sonrasında kendilerine kitap indirilen peygamberler tarafından bütün insanlara bildirilen ve ilgili Ayetlerde Allah'ın Gerçek Din (İslam) olarak adlandırdığı "gerçeklerin" aslında bütün insanların bu ortamda "bulunmalarının" nedeni olduğu ve insanların kendilerine iletilen bu "gerçekleri" inkar etmelerinin ancak "sapıklık" olarak tanımlanabileceği açıklanmaktadır.
Yüce Allah böyle davrananları "münafık" olarak tanımlamakta ve Hz.Muhammed'e münafıklar için "acı bir azap olduğunu" bildirmesini istemektedir. Diğer bazı Ayetlerde de Allah'a inanmış görünmek kendisi açısından bir yarar sağlıyorsa, asıl düşüncesi ve niyeti o yönde olmasa da inanmış görünerek (ikiyüzlülük yaparak) inanmış görünen ancak aslında kendi çıkarlarını gözetenler, hatta hiç çekinmeden samimiyetlerini belirtmek üzere Allah'ı dahi kendilerine "şahit" tutanlar ve içlerinden "inkar" edip "çıkarları" için müminlere karşı iman etmiş gibi görünenler "münafık" olarak adlandırılmaktadır.
Kendilerine iletilen "gerçekleri" anlayıp kabul ettikten (iman ettikten) sonra "Müminleri" bırakıp da bu gerçekleri inkâr edenleri (kafirleri) dost edinerek onların yanında güç ve şeref sahibi (izzet) olacaklarını düşünenlere "bütün izzetin" yalnızca Allah'a ait olduğu bildirilmekte ve ihtar edilmektedir. Bu nedenle inananlara, inkâr edenlerle (kafirlerle) ve münafıklık yapanlarla aynı ortamlarda iken Allah'ın Ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiklerinde, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar beraber oturmamaları öğüt verilmektedir. Zira münafıkların diğer insanlar ile birlikte bulunduklarında "çıkarlarını" korumak ve sürdürmek için onların değer verdikleri şeylerden bahsederek onlara değer verdiklerini gösterdikleri ve manevi açıdan da onlar üzerinde etkili oldukları belirtilerek iman edenleri de kendileri gibi düşünmeye ve inkara veya münafıklığa yönlendirmeye çalışacakları açıklanmaktadır. Ayrıca bu gibilerin iman edenleri üzerinde devamlı olarak ilgilerinin bulunduğu, onları "gözetleyip" durduklarına işaret edilmektedir. Örneğin iman edenler Allah'ın yardım ve desteği ile (Allah'tan) bir galibiyet, başarı veya kazanç elde ettiklerinde, onlarla "beraber" olduklarını ileri sürerek bunlardan hisse almaya çalıştıkları fakat kendileri bir galibiyet aldıklarında veya başarılı olduklarında, iman edenlerin müminleri bırakıp kendileri ile beraber olmalarını sağlamak üzere, bu galibiyet ile onları iman edenlerden gelecek kötülüklerden kurtardıklarını ileri sürdükleri belirtilmektedir.
Yüce Allah "kıyamet gününde" iman edenler ile inkarda olanlar veya münafıklık yapanlar arasında hükmedeceğini ve kafirler için müminler aleyhine asla bir yol vermeyeceğini hatırlatmaktadır. Ayrıca kafirlerin ve münafıkların Allah'a bu şekilde "oyun" etmeye kalkıştıklarını halbuki onların oyunlarını başlarına çevirmekte olduğunu açıklamaktadır. Bir örnek olarak iman edenlerle birlikte olan münafıkların sadece "gösteriş" için kendilerini zorlamaları yüzünden Allah'ı tesbih edip yüceltmek üzere duaya (namaza) üşenerek kalktıkları, aslında bu gösterilerinde Allah'ı hatırlamadıkları ve müminlerle birlikte olmaları yüzünden inkarları ve gösterileri arasında bocalayıp durdukları, bu yüzden Allah'ın onları şaşırttığı belirtilerek bunların "imana" dönmeleri için asla bir yol bulamayacaklarını Hz.Muhammed'e açıkladığı belirtilmektedir.
Bu ve benzer nedenlerle münafıklar Allah'ın yaptıklarından haberi bulunduğunu düşünmeyen "sağırlar ve dilsizler" olarak nitelendirilmekte, Allah katında yürüyen canlıların en kötüsü olduklarına işaret edilmekte ve Allah'ın elbette münafıkları ve kafirleri cehennemde bir araya getireceği bildirilmektedir. Böylece "İman Edenlerden" ve kendilerine "Akıl" verilmiş olan bütün insanlardan yapılan bu uyarıları önemle "dikkate almaları", onlara uyularak "doğru yolda" olmaları, doğru yolu (müminleri) bırakıp da kafirleri "dost" edinmemeleri; aksi halde Allah'a kendilerinin aleyhine apaçık bir "delil" vermiş olacakları hatırlatılarak doğru yoldan (İman Etmekten) ayrılmamalarının beklendiği bildirilmektedir.
Bunun yanında münafıklara ve inkâr edenlere de ölümleri sonrasındaki "ahiret" ortamında yapılacak "değerlendirmeler" sonucunda Cehennemin en alt atında bulunarak cezalandırılacakları ve kurtulmak için artık asla bir yardımcı bulamayacakları açıklanarak, bu Dünya ortamında hayatta iken "tövbe" edip hallerini düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılıp kendilerine bildirilen "gerçeklere" inanarak kendilerinden beklenenleri (dinlerini) yalnız O’nun için yapanların müminlerle beraber olacakları ve Allah'ın bütün müminlere yakında gerçekleşecek olan ölümleri sonrasında büyük mükâfat vereceği bildirilmektedir.
Buna göre Yüce Allah, inkâr etmiş veya münafıklığa yönelmiş olanlara, bu durumları nedeniyle ahiret ortamında karşılaşacakları "cezalardan" ancak "yaşarken" kendilerine yapılan uyarıları dikkate alarak "iman etmeleri ve bunun için "şükretmeleri" durumunda "azap etmeyeceğini", çünkü Allah'ın her şeyi bilen ve kendisine yapılan teşekkürlere (Şükre) karşılık veren olduğunu hatırlatmakta ve bütün insanlardan "gerçekleri" görüp anlamalarının ve "Doğru Yola" dönmelerinin beklediğini açıklamaktadır.
Münafıklık konusunda yapılan bütün bu açıklama ve uyarılar, toplumun yönetimi "emanet" edilen "yöneticiler" açısından çok daha fazla önem taşımaktadır. Çünkü her düzeydeki yöneticilerin ve bu arada insanlar arasındaki işlerle ilgili olarak "adaleti" sağlamak üzere görevlendirilen "hukuk insanlarının" doğru yolu bırakıp "münafıklık" yapması durumunda verdikleri hükümlerin toplum bireyleri üzerinde doğrudan etkisi bulunmaktadır. Bu yüzden münafık davranışlar sonucunda verilecek her karar insanların "hak" kayıplarına veya "zulme" uğramalarına neden olacaktır. Bu durum bütün toplum açısından üzerinde durulması, dikkatli olunması ve gerçekleşmesini önleyici kural ve koşulların oluşturulmasını zorunlu hale getirmektedir. Buna göre, toplum bireylerinin görüş alışverişinde bulunarak bu gibi uygulamaları önleyici kural ve koşulları önceden hazırlamasının ve aralarından insanlara "yönetim emaneti" verilmesinde bunların uygulanmasının gerekli ve kaçınılmaz bir durum olduğu unutulmamalıdır.
Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah'ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar; işte lânet onlar içindir ve kötü yurt onlarındır. (96/25), 13(25)
Allah dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar, oysa ahiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir. (96/26), 13(26)
Allah'a iman etmiş olan insanlara, iman etmekle Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanların (iman ettikten sonra inkara yönelenlerin), Allah'ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri ve akrabalık bağlarını terk edenlerin ve yeryüzünde kendi çıkarları uğruna veya çıkar elde etmek için onları kullananlar adına bozgunculuk (fesat) çıkaranların Allah'ın merhametinden uzak tutulacakları (Allah'ın onlara lanet edeceği) ve "kötü yurdun" da (Cehennemin de) onlar için olduğu bildirilmektedir.
Yüce Allah "dilediğine" rızkını bollaştırdığını ya da daralttığını bildirmektedir. Kur'an’da yer alan Ayetlerin bir "bütün" olarak yorumlanması halinde, bu ve benzer Ayetlerde belirtilen "dilediğine" ifadesi ile, Allah ve Allah'ın "Yaratıcılığı" konusunda "Akıllarını" kullanarak kendilerine bildirilen "Gerçekleri" anlamayı amaçlayan ve "Bilimsel" araştırmalar ve çalışmalar yaparak bu konuda gayret gösteren insanlara işaret edildiği anlaşılmaktadır. Buna göre insanların Allah'ın "olumlu" veya "olumsuz" yönde olmak üzere "Diledikleri" arasında olabilmelerinin de kendilerine bildirilen Evren ve Dünya ortamının yaratılmasını ve sürdürülmesini sağlayan ve "Allah'ın Kanunları" olarak belirtilen "gerçeklere" olan ilgisine ve "Yaratıcı Tek Güç" olan Allah'a inanıp inanmaması ile ilgili olabileceği söylenebilir. Bu durumda insanların yararlarına olan şeyleri (rızıkları) bolca elde etmeleri veya gerektiği gibi gayret göstermemeleri sonucunda yeterli rızık elde edememeleri, bulundukları ortamın kural ve koşulları çerçevesinde yapacakları çalışmalar ile bağlantılı olmakta ve her halde Allah'ın "dilediği" sonuç gerçekleşmiş olmaktadırlar.
Buna göre, etrafında "iman etmemiş" olan fakat bolluk ve zenginlik içinde bulunanları görüp Allah'a iman etmiş olmanın bu anlamda bir faydasının olmadığını düşünerek "Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra "bozanlara" aslında onların dünya hayatıyla şımardıkları belirtilmekte ve bu ortamda "varlık" içinde olanların Allah katında "değerli" olduklarını göstermediği gibi, darlık içinde bulunanların da Allah katında "sevilmediğini" göstermediği açıklanmaktadır. Bu nedenle iman edenlere ve bütün insanlara, Dünya varlığının insanlar katında bir değeri olmakla birlikte, Allah'ın rızasına uygun olarak kullanılmadığı takdirde Allah katında bir değer ifade etmediği ve dünyanın nimet ve varlıklarının "cennette olanlarla" karşılaştırıldığında bir değerinin olmadığı hatırlatılmaktadır. Buna göre iman edenlerin sahip olduğu "Allah" inancının Ahiret ortamındaki "değerlendirilmesinde" onlar için son derecede "önemli" olduğunun bilincinde olmaları gerektiği ve Dünya'da elde ettiklerinin bunun yanında geçici bir faydadan başka bir şey olmadığı bildirilerek bütün insanlara iman ettikten sonra inkara yönelmemeleri ihtar edilmektedir.
"Allah'a ve Peygamber'e inandık ve itaat ettik" diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir. (102/47), (24/47)
Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. (102/48), (24/48)
Ama, eğer hak kendi lehlerine ise, ona boyun eğip gelirler. (102/49), (24/49)
Kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüphe içinde midirler yahut Allah ve Resûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? hayır, asıl zalimler kendileridir! (102/50), (24/50)
Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resûlüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak "İşittik ve itaat ettik" demeleridir, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. (102/51), (24/51)
Her kim Allah'a ve Resûlüne itaat eder, Allah'a saygı duyar ve O'ndan sakınırsa, işte asıl bunlar mutluluğa erenlerdir. (102/52), (24/52)
Sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah'a yemin ettiler. De ki: “Yemin etmeyin. İtaatiniz malumdur! Bilin ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (102/53), (24/53)
De ki: “Allah'a itaat edin; Peygamber'e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamber'in sorumluluğu kendisine yüklenen, sizin sorumluluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber'e düşen, sadece açık-seçik duyurmaktır.” (102/54), (24/54)
Yüce Allah, Hz.Muhammed'in aldığı vahiyleri halkına bildirdiği sırada inanmış olanların giderek güç kazanması ve çoğalması karşısında bir kısım insanların özellikle toplumdaki durumlarının ve çıkarlarının zarar görmesinden endişe ettiklerine ve onun bildirdiklerine inanmamakla birlikte Allah'a ve Peygamber'e inandıklarını ve itaat ettiklerini söyleyerek inananlarla beraber olduklarını göstermeye gayret ettiklerine ve bunların aslında "inanmadıklarına" işaret etmektedir. Bir çok Ayette de açıklandığı gibi, bunlara davranışlarının doğruluğunun Hz.Muhammed'in Allah'ın "vahiy" olarak bildirdiği "hükümlerle" karşılaştırmaları onlara göre aralarında hüküm vermeleri söylendiğinde (çağırıldıklarında), içlerinden bir kısmının yüz çevirip döndükleri, ancak bu "hükümler" kendi lehlerine ise onu kabul ettikleri belirtilmekte ve böyle davranışlarda olanlar "münafık" olarak tanımlanmaktadır.
Münafıkların bu davranışlarının kalplerinde bir hastalıktan veya bildirilenlerin gerçekliğinden şüphe içinde kalmalarından yahut Allah'ın ve Resulünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden korkmalarından kaynaklanmadığı belirtilmektedir. Zira çok sayıdaki Ayetlerde de açıklandığı gibi, Allah'ın bütün insanlara üflediği Ruhunda "Halifesi" olarak yeryüzünde faaliyette bulunmak üzere "Akıl" bulunduğu düşünüldüğünde bunların akıllarını kendi "seçimlerine" göre çalıştırdıkları ve bu nedenle de asıl zalimlerin "kendileri" olduğu bildirilmektedir.
Yapılan bu "uyarılar" daha önce de belirtildiği gibi, özellikle kendilerine toplumun "yönetilmesi" görevi emanet edilen insanlar açısından çok daha fazla önem taşımaktadır. Zira toplumun her kademesindeki yönetimini emanet olarak alanların verecekleri hüküm ve kararlar sadece kendilerinin sorumluluklarını ilgilendirmemektedir. Çünkü bu hüküm ve kararların bütün insanlar üzerinde haklılık veya haksızlık olarak etkileri olacaktır. Bu nedenle kendilerinden beklendiği gibi değil de "münafıklık" yaparak, Allah'ın "vahiy" olarak bildirdiklerini özellikle siyasi veya maddi çıkarları doğrultusunda yorumlayıp hüküm vermeleri halinde, kendilerine ve topluma "zulüm" ettiklerini ve toplum düzeninin bozulmasına neden olacaklarını unutmamaları ve verecekleri her karar ve hükümde bu nedenle taşıyacakları "vebali" düşünmeleri gerekmektedir.
Buna karşılık aralarında Hz.Muhammed'in Allah'ın "vahiy" olarak bildirdikleri ile hüküm vermeye davet edildiklerinde "İşittik ve itaat ettik" diyenlerin iman ettikleri ve "müminler" olarak "kurtuluşa" erenlerden oldukları bildirilmekte ve "münafıklıkta" devam edenlere, asıl "mutluluğa erenlerin", Allah'a ve Resulüne itaat edenler, Allah'a saygı duyanlar ve Allah'tan sakınanlar oldukları, düşünmeleri ve doğru yola yönelmeleri için ihtar edilmektedir.
Münafıkların bir diğer özelliği olarak, Hz.Muhammed'in doğru yola yönelebilmeleri için mutlaka içinde bulundukları yanlışlıklardan çıkmalarını kendilerine emrettiğinde bu emre uyacaklarına dair en ağır yeminleri ile Allah'a yemin ettikleri belirtilmektedir. Yüce Allah onlara yemin etmemelerini, onlardan sadece Allah'ın ilettiklerine ve "Peygambere" Ayetlerde belirtildiği (bilindiği) gibi itaat edilmesinin beklendiğini, zira Allah'ın bütün düşüncelerinden ve yaptıklarından "haberdar" olduğunu onlara iletmesini Hz.Mukammed'e bildirdiğini açıklamaktadır. Ayrıca münafıklık yapanlara ve dolayısı ile bütün insanlara, Allah'a ve Peygambere (Hz.Muhammed'e) itaat edilmesini, eğer yüz çevirirlerse Peygamber'in sorumluluğunun yalnızca kendisine yüklenen "tebliğ görevini" yapmak, insanların sorumluluğunun da onlardan beklenenler olduğunu "bilmeleri" gerektiğini iletmesini Hz.Muhammed'den istediğini bildirmektedir.
Münafıklar sana geldiklerinde: “Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın Peygamberisin” derler, Allah da bilir ki sen elbette O'nun Peygamberisin. Allah münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir. (104/1), (63/1)
Yeminlerini kalkan yapıp Allah yolundan yan çizdiler, gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür! (104/2), (63/2)
Bunun sebebi, onların önce iman edip sonra inkar etmeleridir bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir artık onlar hiç anlamazlar. (104/3), (63/3)
Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin, onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar, düşman onlardır onlardan sakın; Allah onların canlarını alsın! nasıl bu hale geliyorlar? (104/4), (63/4)
Onlara: “Gelin, Allah'ın Peygamberi sizin için mağfiret dilesin” denildiği zaman başlarını çevirirler ve sen onların, büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün. (104/5), (63/5)
Onlara mağfiret dilesen de, dilemesen de birdir, Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır, çünkü Allah, yoldan çıkmış topluluğu doğru yola iletmez. (104/6), (63/6)
Onlar Allah'ın elçisinin yanında bulunanlar için ''hiçbir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler!'', diyenlerdir, oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır fakat münafıklar bunu anlamazlar. (104/7), (63/7)
Onlar: “Andolsun, eğer Medine'ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır” diyorlardı halbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın, Peygamberinin ve müminlerindir fakat münafıklar bunu bilmezler. (104/8), (63/8)
Allah'a gerçekten ve samimiyetle inanmayan, kendi düşüncelerinin doğru olduğuna inanan ve bundan vaz geçmeyen fakat toplumdaki yeri ve "çıkarları" açısından Allah'a ve Hz.Muhammed ile insanlara bildirdiklerine inanan ve iman eden toplumun çoğunluğuna uyduğunu göstermek için "inanmış gibi davrananlar Ayetlerde "münafık" olarak tanımlanmaktadır. Bunların iman edenler gibi İslam'ı kabul ettiklerine delil olmak üzere Hz.Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna "şahit olduklarını" bildirdikleri belirtilmekte ancak Allah'ın bunların kesinlikle "yalancı" olduklarını bildiği Hz.Muhammed'e açıklanmaktadır.
Burada belirtilen "şahit olma" ile ilgili sözler ile, insanların "Allah'ın Dini" olan "İslam Dininin" kabul ettiklerini ve Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğuna, Hz.Muhammed'in Allah'ın "kulu" ve "peygamberi" olduğuna "Şahitlik" ettiklerini belirten "Şahitlik Sözüne" işaret edilmektedir.
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. (83/19; (3/19)
Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. (112/3), (5/3)
Hz.Muhammed döneminden beri İslam Dinini kabul edenler tamamen "Hür İradeleri" ile ve "Akıllarını Kullanarak" yaptıkları "seçim" sonucunda “İnanırım ve şahitlik ederim ki tanrı yoktur yalnız Allah vardır ve inanırım ve şahitlik ederim ki Hz.Muhammed Allah’ın bir insanıdır (Kuludur) ve elçisidir.” diyerek öncelikle "kendi nefislerine" hitaben bir "Söz" vermektedir. Böylece insanlar inanarak, samimiyetle, bilerek ve isteyerek "İslam Dinini" kabul ettiklerini verdikleri bu "söz" ile açıklamış olmaktadırlar. Bu söz, Arapça olarak "Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü en le Muhammeden Abduhü Reslulullah" şeklinde okunmakta ve "Kelime-i Şahadet" olarak bilinmektedir.
Buna göre Ayette belirtildiği gibi Allah'a ve bildirdiklerine inanmamakla birlikte "inanmış" gibi davranan "münafık" insanların yeminlerini (Şahitlik Sözü) kalkan yapıp Allah yolundan yan çizdikleri ve önce iman edip sonra inkâr etmeleri ile bu yaptıklarının "gerçekten" ne kadar "kötü" olduğu ve bu yüzden kalplerinin mühürlendiği, artık onların kendilerine anlatılan "gerçekleri" anlayamayacakları açıklanmaktadır.
Yüce Allah çoğunluğu "iman etmiş" olan toplumda kendilerine "münafıklık" yaparak yer edinenlerin tavır ve hareketlerinin "gösterişli" olduğu, görünüşlerinin (kalıpları) insanların hoşuna gittiğini, konuştuklarında sözlerinin ilgi uyandırdığını (dinlersin) ancak aslında onların, sanki duvara dayanmış kütükler gibi, söylenen "doğru fikirleri" ve "gerçekleri" gösteren her sözden (her gürültüyü) tedirgin oldukları ve kendi aleyhlerine sandıkları belirtilerek bütün insanlar bu duruma düşmemeleri için "uyarılmaktadır". Yüce Allah ayrıca "münafık" insanlara "beddua" ettiğini, onların iman edenlere "düşman" olduklarını ve müminlerin onlardan sakınmaları gerektiğini açıklamakta ve Hz.Muhammed'e, "Allah onların canlarını alsın! nasıl bu hale geliyorlar" diye vahiy ederek onlara "beddua" ettiğini bildirmektedir.
Böylece inanmadıkları halde İslam Dinini kabul ettiklerine dair yaptıkları yeminleri (Şahitlik Sözü), art niyetlerini gizlemek için "kalkan" yapanların (münafıkların), af edilmeleri (mağfiret dilemesi) için çağrıldıklarında başlarını çevirdiklerini ve büyüklük taslayarak (kibirle) uzaklaştıklarını göreceği, bu nedenle onlara "mağfiret" dilese de, dilemese de bir fark etmeyeceği, Allah'ın onları kesinlikle bağışlamayacağı çünkü Allah'ın yoldan çıkmış topluluğu (insanları) doğru yola iletmeyeceği Hz.Muhammed'e bildirilmektedir.
Münafıkların yapısı ve niteliklerinin anlaşılabilmesi açısından, Hz.Muhammed'in göç etmesi (hicret) sonrasında Allah'ın "Elçisi" olarak Allah'ın "Dini" olan "İslam’ı" insanlara bildirmeye devam ettiği Medine döneminden örnek verilmekte ve orada "iman etmiş gibi" görünmekle birlikte aslında Allah'ı inkar eden münafıkların oradaki toplum bireylerine, Allah'ın elçisinin yanında bulunanlar (iman edenler) için hiçbir şey harcamamalarını böylece dağılıp gideceklerini söyledikleri belirtilmektedir. Yüce Allah, oysa göklerin ve yerin hazinelerinin Allah'ın olduğunu fakat "münafıkların" bunu anlamadıklarını, bu tür "fitne" ve "bozgunculuk" faaliyetine karşı önlem almasını ve güçlü olmasını Hz.Muhammed'e bildirilmektedir. Ayrıca bu münafıkların eğer Medine'ye dönerlerse üstün olanın (kendilerinin) zayıf olanı (müminleri) oradan mutlaka çıkaracağına yemin ettiklerine, halbuki asıl "üstünlüğün" ancak Allah'ın Peygamberinin ve müminlerinin olduğu, fakat münafıkların bunu bilmediklerine de işaret edilmektedir.
Ayetlerde açıklanan bu durumun, bütün insan toplumlarında ve bütün zamanlarda içinde bulunduğu topluluğun çoğunluğundan görünerek aslında her anlamda "çıkar" sağlamaya çalışan insanların bulunacağına dikkat çekilerek toplum düzeninin sağlanması ve huzurlu bir yaşama ulaşılabilmesi için, her bir toplum ferdi tarafından üzerinde durulması ve dikkate alınması gerekmektedir. Zira Ayetlerdeki kesin ve keskin ifadelerden görüleceği gibi, öncelikle çıkarlarını düşünen ve uyguladığı hile ve tuzaklar ile topluma "güven" vererek toplum yönetiminin kendisine "emanet" edilmesini sağlayan art niyetli (münafık) yöneticilere toplum yönetiminin "emanet" edilmesi, bu yöneticiler tarafından verilen kararların ve yapılan uygulamaların toplumun tamamını etkilemesi nedeniyle, o toplum açısından büyük bir felakete yol açabilmektedir.
Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? onlar ne sizdendirler ne de onlardan, bilerek yalan yere yemin ediyorlar. (105/14), (58/14)
Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır, gerçekten onların yaptıkları şey çok kötüdür! (105/15), (58/15)
Onlar yeminlerini kalkan yapıp Allah'ın yolundan alıkoydular, bu yüzden onlara küçük düşürücü bir azap vardır. (105/16), (58/16)
Onların malları da oğulları da Allah'a karşı kendilerine bir fayda vermez, onlar cehennem ehlidirler orada ebedi kalacaklardır. (105/17), (58/17)
O gün Allah onların hepsini yeniden diriltecek, onlar da dünyada size yemin ettikleri gibi, O'na yemin edeceklerdir, kendilerinin bir şey üzerinde olduklarını sanırlar; iyi bilin ki onlar gerçekten yalancıdırlar. (105/18), (58/18)
Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allah'ı anmayı unutturdu, işte onlar şeytanın yandaşlarıdır; iyi bilin ki şeytanın yandaşları hep kayıptadırlar. (105/19), (58/19)
Allah'a ve bütün insanlara bildirdiği “gerçeklere” inanmadıkları için Allah’ın “gazap ettiği” bir topluluğu dost edinenlerin ne "iman edenler" ile (sizdendirler) ne de inkâr edenler ile beraber olmadıklarına işaret edilmektedir. Bu gerçeği bilmelerine rağmen "münafıklık" yaparak her iki taraftan olduklarına yalan yere yemin edenlerin bu yaptıkları şeyin çok kötü olduğu ve onlar için ölümleri sonrasında çetin bir azabın hazırlandığı bildirilmektedir. Çünkü münafıkların çıkar elde etmek ve çıkarlarını korumak için her tarafa onlardan olduklarını göstermek amacıyla ettikleri yeminleri asıl niyet ve düşüncelerini saklayacak bir "kalkan" olarak kullandıkları, kendilerine inananları da Allah'ın yolundan alıkoydukları, bu yüzden onlara ahiret ortamlarında küçük düşürücü bir azap bulunduğu, onların mallarının ve oğullarının da Allah'a karşı kendilerine bir fayda vermeyeceği onların "cehennem ehli" oldukları ve orada ebedi kalacakları "ihtar" edilerek açıklanmakta ve gerçekleri dikkate alarak Allah'ın Yolu olan "Doğru Yola" yönelmeleri istenmektedir.
Yüce Allah böyle münafıklık yapanların ölümleri sonrasında yeniden diriltildiklerinde, Dünya'da yaşarken iman edenlerden olduklarına inandırmak yemin ettikleri gibi Allah'a yemin edeceklerini bildirmektedir. Böylece İman edenlere, onlardan olduklarına yemin eden bu münafıkların kendilerinin "doğru" bir şey üzerinde olduklarını sandıkları ancak onların gerçekten yalancı olduklarını iyi bilmeleri ve Şeytan'ın onları etkisi alarak kendilerine Allah'ı anmayı unutturduğunu, böylece onların şeytanın yandaşı olduklarını ve şeytanın yandaşlarının hep kayıpta olduklarını hatırlayıp ilişkilerinde dikkatli olmaları öğüt verilmekte ve bütün insanlardan Ayetlerde açıklanan gerçekleri dikkate alarak Allah'ın Yolu olan "Doğru Yola" yönelmeleri istenmektedir.
O bir kulaktır” diyerek Peygamberi incitenler de vardır. De ki: “O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü o Allah'a inanır, müminlere güvenir ve o, sizden iman edenler için de bir rahmettir. Allah'ın Resûlüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır.” (113/61), (9/61)
Rızanızı almak için size Allah'a and içerler, eğer mümin iseler Allah ve Resûlünü razı etmeleri daha doğrudur. (113/62), (9/62)
Bilmediler mi ki, kim Allah ve Resûlüne karşı koyarsa elbette onun için, içinde ebedi kalacağı cehennem ateşi vardır, işte bu büyük rüsvaylıktır. (113/63), (9/63)
Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin müminlere indirilmesinden çekinirler. De ki: “Siz alay edin! Allah o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır.” (113/64), (9/64)
Eğer onlara, sorarsan, elbette, biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk, derler. De ki: “Allah ile, O'nun ayetleriyle ve O'nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz?” (113/65), (9/65)
Özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kafir oldunuz, sizden bir gurubu bağışlasak bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz. (113/66), (9/66)
Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah'ı unuttular. Allah da onları unuttu! çünkü münafıklar fâsıkların kendileridir. (113/67), (9/67)
Allah erkek münafıklara da kadın münafıklara da kafirlere de içinde ebedi kalacakları cehennem ateşini vadetti. o, onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir! onlar için devamlı bir azap vardır. (113/68), (9/68)
Sizden öncekiler gibi. Onlar sizden kuvvetçe daha üstün, mal ve evlatça daha çok idiler, onlar paylarına düşenden faydalandılar. İşte sizden öncekiler nasıl paylarına düşenden faydalandıysalar, siz de payınıza düşenden faydalandınız ve dalanlar gibi siz de daldınız, işte onların amelleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir ve onlar ziyana uğrayanların kendileridir. (113/69), (9/69)
Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Ad ve Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberi onlara apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler. (113/70), (9/70)
Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir, onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resûlüne itaat ederler, işte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azîzdir, hikmet sahibidir. (113/71), (9/71)
Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vadetti, Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür, işte büyük kurtuluş da budur. (113/72), (9/72)
Ey Peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran, onların varacakları yer cehennemdir, o ne kötü bir varış yeridir! (113/73), (9/73)
Söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar, halbuki o küfür sözünü elbette söylediler ve müslüman olduktan sonra kafir oldular. Başaramadıkları bir şeye de yeltendiler ve sırf Allah ve Resûlü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar, eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur, yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da ahirette de elem verici bir azaba çarptıracaktır, yeryüzünde onların ne dostu ne de yardımcısı vardır. (113/74), (9/74)
Onlardan kimi de Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz salihlerden olacağız! diye Allah'a and içti. (113/75), (9/75)
Fakat Allah lütfundan onlara verince, onda cimrilik edip yüz çevirerek sözlerinden döndüler. (113/76), (9/76)
Nihayet, Allah'a verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak soktu. (113/77), (9/77)
Allah'ın, onların sırrını da fısıltılarını da bildiğini ve gaybları çok iyi bilen olduğunu hâla anlamadılar mı? (113/78), (9/78)
Sadakalar hususunda, müminlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip onlarla alay edenler var ya, Allah işte onları maskaraya çevirmiştir ve onlar için elem verici azap vardır. (113/79), (9/79)
Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek; bu, onların Allah ve Resûlünü inkar etmelerinden ötürüdür. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez. (113/80), (9/80)
Allah'ın Resûlüne muhalefet etmek için geri kalanlar oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; "Bu sıcakta sefere çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır!" keşke anlasalardı! (113/81), (9/81)
Artık kazanmakta olduklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar! (113/82), (9/82)
Eğer Allah seni onlardan bir gurubun yanına döndürür de çıkmak için senden izin isterlerse de ki: “Benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle beraber asla savaşmayacaksınız. Çünkü siz birinci defa yerinizde kalmaya razı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla beraber oturun!” (113/83), (9/83)
Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkar ettiler ve fâsık olarak öldüler. (113/84), (9/84)
Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin, çünkü Allah, bunlarla ancak dünyada onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kafir olarak canlarının güçlükle çıkmasını istiyor. (113/85), (9/85)
"Allah'a inanın, Resûlü ile beraber cihad edin" diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve: “Bizi bırak oturanlarla beraber olalım” dediler. (113/86), (9/86)
Geride kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular, onların kalplerine mühür vuruldu, bu yüzden onlar anlamazlar. (113/87), (9/87)
Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler, işte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir. (113/88), (9/88)
Allah, onlara içinde ebedi kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır, işte büyük kazanç budur. (113/89), (9/89)
Bedevîlerden iddia edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler, Allah ve Resûlüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar; onlardan kafir olanlara elem verici bir azap erişecektir. (113/90), (9/90)
Allah ve Resûlü için öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur, zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur.
Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir. (113/91), (9/91)
Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: "Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum" deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de. (113/92), (9/92)
Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde senden izin isteyenleredir, çünkü onlar geri kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular; Allah da onların kalplerini mühürledi, artık onlar bilmezler. (113/93), (9/93)
Onlara döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: “(Boşuna) özür dilemeyin! Size asla inanmayız; çünkü Allah, haberlerinizi bize bildirmiştir. Amelinizi Allah da görecektir, Resûlü de. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilene döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı size haber verecektir.” (113/94), (9/94)
Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden vazgeçmeniz için Allah adına and içecekler; artık onlardan yüz çevirin, çünkü onlar murdardır, kazanmakta olduklarına karşılık ceza olarak varacakları yer cehennemdir. (113/95), (9/95)
Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler, fakat siz onlardan razı olsanız bile Allah fâsıklar topluluğundan asla razı olmaz. (113/96), (9/96)
Bedevîler, kafirlik ve münafıklık bakımından hem daha beter hem de Allah'ın Resûlüne indirdiği kanunları tanımamaya daha yatkındır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir. (113/97), (9/97)
Bedevîlerden öylesi vardır ki harcayacağını angarya sayar ve sizin başınıza belalar gelmesini bekler, o kötü bela kendi başlarına gelmiştir. Allah pek iyi işiten, çok iyi bilendir. (113/98), (9/98)
Bedevîlerden öylesi de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır, harcayacağını Allah katında yakınlığa ve Peygamber'in dualarını almaya vesile edinir, bilesiniz ki o, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmetine koyacaktır. Şüphesiz Allah bağışlayan, esirgeyendir. (113/99), (9/99)
Çevrenizdeki bedevî Araplardan ve Medine halkından birtakım münafıklar vardır ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır. Sen onları bilmezsin, biz biliriz onları. Onlara iki kez azap edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azaba itileceklerdir. (113/101), (9/101)
Diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler, iyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar, umulur ki Allah onların tevbesini kabul eder, çünkü Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir. (113/102), (9/102)
Onların mallarından sadaka al; bununla onları temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin ve onlar için dua et çünkü senin duan onlar için sükûnettir Allah işitendir, bilendir. (113/103), (9/103)
Allah'ın, kullarının tevbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah'ın tevbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hâla bilmezler mi? (113/104), (9/104)
De ki: “Yapın! Amelinizi Allah da Resûlü de müminler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (113/105), (9/105)
Diğer bir gurup da Allah'ın emrine bırakılmışlardır. O, bunlara ya azap eder veya tevbelerini kabul eder. Allah çok bilendir, hikmet sahibidir.” (113/106), (9/106)
Bir de zarar vermek, inkar etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescit kuranlar ve: “İyilikten başka birşey istemedik” diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır; halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder. (113/107), (9/107)
Onun içinde asla namaz kılma! ilk günden takvâ üzerine kurulan mescit içinde namaz kılman elbette daha doğrudur, onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever. (113/108), (9/108)
Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. (113/109), (9/109)
Yaptıkları bina, kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerine devamlı olarak bir kuşku olacaktır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir. (113/110), (9/110)
Yüce Allah, iman edenlerle birlikte olarak iman etmiş gibi görünmelerine rağmen aslında daima "çıkarlarına" ve "nefislerinin dürtülerine" göre davranan "münafıkların", birde Hz.Muhammed'in insanların her söylediklerine kandığını ve her işittiğine inandığını (kulak) belirterek iman edenler arasına "nifak" soktukları ve mümin toplumun zarar görebileceği söylentiler yaydıklarına işaret etmektedir. Münafıkların böyle davranarak Hz.Muhammed'i incittiklerini, fakat onun insanlar için bir "hayır kulağı" olduğunu, çünkü Allah'a inandığını, müminlere güvendiğini ve aslında onun Allah'ın tüm yarattıkları (Alemlere) ve iman edenler için de Allah'ın sevgisine, merhametine ve yardımlarına aracı (bir rahmet) olduğunu bildirmektedir. Bu nedenle Allah'ın "Resulüne" eziyet edenler için (Dünya'da ve Ahiret ortamında) mutlaka elem verici bir azap olduğu belirtilerek, o zaman yaşayan münafıklar uyarılmakta ve "Kıyamet" zamanına kadar yaşayacak olan tüm insanlara da böyle davranışlardan kaçınmaları gerektiği "ihtar "edilmektedir.
Münafıkların genel bir özelliği olarak asıl niyetlerini gizleyip yardımlarından ve sağladıkları olanaklardan yararlanmak üzere iman edenlerin onaylarını (rızasını) almak için Allah'a yemin ettikleri (ant içerler) açıklanmaktadır. Müminlerin böyle bir davranışta bulunmadıklarına, sadece Allah ve Resulünün "rızasını" istediklerine işaret edilerek eğer mümin iseler onların da Allah ve Resulünü razı etmelerinin daha doğru olacağı belirtilmekte ve böyle davranmayanların ancak "münafıklardan" olacağı hatırlatılarak istemedikleri durumlarla (kandırılmak gibi) karşılaşmamaları için müminler uyarılmaktadır.
Münafıkların kim Allah ve Resulüne karşı koyarsa elbette onun için içinde ebedi kalacağı cehennem ateşinin (elem verici bir azap) bulunduğu, işte bunun utanç verici "büyük rüsvaylık" olduğu kendilerine defalarca iletilmiş olmasına rağmen bu "gerçeği" hala bilmediklerine işaret edilmekte ve onların asıl niyetlerini (kalplerinde olanı) kendilerine haber verecek bir surenin "müminlere" indirilmesinden çekindikleri, zira böylece kendi aralarında Hz.Muhammed ve müminlerle "alay" etmelerinden herkesin haberdar edileceğinden endişe ettikleri belirtilmektedir. Gerçekten de Yüce Allah, alay etmeyi sürdürmelerini çünkü Allah'ın o çekindikleri şeyi ortaya çıkaracağını onlara söylemesini Hz.Muhammed'e bildirmekte, ancak onlara, niçin alay ettikleri sorulursa elbette sadece lafa dalmış şakalaştıklarını söyleyerek bahane uyduracakları belirtilmektedir. Allah, böylece yapılan bir çeşit "özür" açıklamalarının doğru olmadığını göstermek üzere onlara “Allah ile, O'nun Ayetleriyle ve O'nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz?” diye sormasını ve boşuna özür dilememelerini; çünkü onların iman ettikten sonra tekrar kafir (münafık) olduklarını, Allah'ın "tövbe edenleri" bağışlasa bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğini onlara açıkça iletmesini Hz.Muhammed'e bildirmektedir.
Öte yandan, Münafık erkekler ve münafık kadınların iman edenlerden olmadığı (birbirlerindendir), çünkü onların ancak "kötülüğü" düşünüp kötülük yaptıklarını ve insanlara da kötülük emrederek iyilikten alıkoydukları ve cimrilik ettikleri, böylece Allah'ı "unuttukları" belirtilmektedir. Buna göre münafıkların esasen birçok konuda Allah'a itaat etmekten vazgeçmek suretiyle günaha giren "fâsıklar" oldukları için Allah'ın da onları unuttuğu, bu nedenle de Allah'ın erkek münafıklara da kadın münafıklara da kafirlere de içinde ebedi kalacakları cehennem ateşini vadettiği, Allah'ın onları merhametinden uzak tuttuğu (lânet etmiştir), onlar için devamlı bir azap bulunduğu ve onların bu "cezayı" hak ettikleri (onlara yeter) bildirilmektedir.
Münafıkların anlayışlarına, yaşam tarzlarına ve davranışlarına dair yapılan açıklamalara devam edilerek, Allah, Hz.Muhammed ve Müslümanlarla alay eden münafıklara kendilerinden önce yaşamış olan inkârcı (münafık) toplumların acı sonları hatırlatılmaktadır. Buna göre, münafıkların durumunun onlardan öncekilerin durumuna benzediği, üstelik onların mal ve evlatça daha güçlü oldukları, Dünya yaşamlarında elde ettiklerinden (nasiplerinden) haz duyup yararlandıkları (paylarına düşenden faydalandılar) belirtilerek, Allah, Hz.Muhammed ve Müslümanlarla alay eden "münafıkların" da öncekiler gibikendi "nasiplerini" elde edip yararlandıkları ve onların daldıkları gibi boş şeylere daldıkları, bu nedenle de onların yaptıklarının hem dünyada hem ahire boşa gittiği ve asıl ziyana uğrayanların da "kendileri" olduğu bildirilmektedir. Ayrıca onlara kendilerinden önceki toplumların ve Nuh, Ad ve Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmış olduğuna ve o toplumlara peygamberlerinin Allah ile ilgili apaçık "delillerle" geldiğine işaret edilerek, başlarına gelenlerden dolayı Allah'ın onlara "zulmetmediği", asıl onların inkâr ederek ve münafıklık yaparak kendilerine zulmetmiş oldukları açıklanmaktadır. Bu yüzden onların ne Allah’a ne kendilerine ne de başka insanlara karşı verdikleri söze güvenilemeyeceği iman edenlere ve bütün insanara bir defa daha hatırlatılmaktadır. Yapılan bu hatırlatmalarla müminler de özel olarak "münafıklar" ile olan ilişkilerinde onların "görünen yüzlerine" aldanmamaları için uyarılmaktadır.
Bu bağlamda iman edenlere mümin erkeklerle mümin kadınların birbirlerinin yardımcısı ve koruyanı (velileri) olduğu, onların "iyiliği emrettikleri, kötülükten alıkoydukları, namazı "dosdoğru" kıldıkları, zekâtı verdikleri, Allah'a ve Hz.Muhammed'e (Resulüne) itaat ettikleri, Allah'ın işte onlara "rahmet edeceği" belirtilmektedir. Ayrıca Allah'ın "şüphesiz" her şeye gücü yeten tek yaratıcı güç (azîz) ve eşsiz ilmi ile bütün "yaratılışı" ve bütün "gerçeği" bilen (hikmet sahibi) olduğuna işaret edilerek, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler (huzurlu bir yaşam) vadettiği açıklanmaktadır. Ancak bunun da ötesinde olmak üzere, Allah'ın iman edip itaat eden insanlardan "hoşnut" olmasının (Allah'ın Rızasının) ise, hepsinden büyük olmak üzere kurtuluş olduğu hatırlatılmakta ve münafıklarla ilişkilerinde bu durumu daima göz önünde tutmaları öğüt verilmektedir.
Ayetlerde münafıklar hakkında verilen bu bilgilerden onların iman eden müminler üzerinde etkili olabilecekleri anlaşılmaktadır. Gerçekten Yüce Allah "mümin toplumun" birlikte yaşadıkları insanlar hakkında kesin ve doğru bir "kanaat" oluşturmalarında "örnek" ve "yardımcı" olması açısından ve "münafıkların" ve "kafirlerin" varacakları yerin en kötü bir varış yeri ile olan "Cehennem" olduğunu hatırlatarak, onlara karşı sert davranmasını ve onlarla "mücadele" etmesini (cihat) Hz.Muhammed'e öğüt vermektedir. Çünkü onların iman ettikleri izlenimi vermelerine rağmen, davranışları ile bunu "inkar" ettiklerini "söyledikleri" belirtilmekte ve münafıklığın bir özelliği olarak bunu söylemediklerine dair Allah'a yemin ettikleri bildirilmektedir. Halbuki Müslüman olduktan sonra kafir olmakla o küfür sözünü (inkar) elbette söyledikleri ve Hz.Muhammed'e karşı gelerek "başaramadıkları" bir şeye de yeltendikleri belirtilmektedir. Bu ifade ile münafıkların Allah'ın "vahiy ederek" Hz.Muhammed'e bildirdiği Ayetlerde açıklanan "gerçeklerin" ancak akıl kullanılarak anlaşılması ile ulaşılabilecek olan Allah'a "İmana" erişememiş olmasına, bunun sonucu olarak da “Allah’a teslim olmak” konusunda "kararsız" kaldıklarına işaret edildiği ve bunun münafıklığın bir göstergesi olduğu anlaşılmaktadır.
Diğer bir husus olarak münafıkların Allah’ın ve "lütfu" ile Hz.Muhammed'in onları zenginleştirmesinden başka bir sebep olmamasına rağmen, Hz.Muhammed'e ve müminlere düşmanca bir tavır takındıkları ve bunun "İslam'ın" onlara sağladığı maddî manevi nimet ve erdemlere karşı "nankör" olmalarından kaynaklandığına işaret edilmektedir. Buna göre müminlerden de münafıkların ilişkilerinde "samimi" olmadıklarını ve "gerçek yüzlerini" göstermediklerini dikkate almaları ve kendilerine yapacakları "dayatmalara" karşı mücadele etmeleri (Cihat) beklenmektedir.
Yüce Allah bütün bunlara rağmen bütün insanlara olan lütfu ve merhameti ile eğer tövbe ederlerse onlar için daha hayırlı olacağını, ancak yüz çevirirlerse onları dünyada da ahirette de elem verici bir azaba çarptıracağını ve yeryüzünde onların ne dostu ne de yardımcısının bulunmayacağını hatırlatarak yine de onları bulundukları kötü durumu fark etmeye ve doğru yola yönelmeye özendirmektedir.
Ayrıca münafıkların eğer Allah lütuf ve kereminden onlara verirse mutlaka sadaka vereceklerine ve elbette "Salihlerden" olacaklarına Allah'a yemin ettikleri belirtilmekte ve buna göre onların ancak kendi çıkarının söz konusu olduğu durumda Allah’a yöneldikleri ve beklentilerine kavuştuklarında ise hemen cimrileşerek imandan yüz çeviren kimseler oldukları bildirilmektedir.
Yüce Allah, verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı ölümleri sonrasında "Kendisiyle" karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak (iki yüzlülük) soktuğunu, onların sırlarını ve fısıldadıklarını da bildiğini ve Allah'ın gaybları (gizli şeyleri) çok iyi bilen olduğunu hala anlamadıklarını açıklamaktadır. Bunun yanında yemin etmiş olsalar da "sadaka" verilmesi konusunda hemen cimrileşerek imandan yüz çeviren münafıklar arasında müminlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip onlarla alay edenler olduğuna işaret edilmekte ve Allah'ın onları Dünya yaşamlarında gülünç duruma düşürdüğü (maskaraya çevirdiği) ve Ahiret ortamlarında onlar için elem verici azap bulunduğu bildirilmektedir.
Nitekim münafıkların "iyilik" olarak gösterdikleri "bonkörlük" ya da "hayırlı girişimleri" destekleme tavırlarının, görünüşte "iyilik" ve ahlaki değerler uğruna yapılmış gibi gösterilse de, aslında sadece gösterişe ve insanların katında övgü ve saygınlık elde etme amacına dayandığı belirtilmekte ve bu nedenle gönüllü veya gönülsüz olarak verdikleri "sadakaların" asla onlardan kabul edilmeyeceği, çünkü onların münafıklık yaparak gerçekte "yoldan çıkmış" bir topluluk olduğu açıklanmaktadır. Onların Allah'ı ve Hz.Muhammed'i (Resulünü) inkar etmeleri, namaza da (duaya) ancak isteksiz ve üşenerek gelmeleri ve bu harcamaları istemeyerek yapmaları, "iyilik" ve ahlaki değerler uğruna yapıldığını gösterdikleri harcamalarının kabul edilmesini engelleyen en önemli unsurlar olarak belirtilmektedir.
De ki: “İster gönüllü verin ister gönülsüz, sizden asla kabul olunmayacaktır. Çünkü siz yoldan çıkan bir topluluk oldunuz.” (113/53), (9/53)
Onların harcamalarının kabul edilmesini engelleyen, onların Allah ve Resûlünü inkar etmeleri, namaza ancak üşenerek gelmeleri ve istemeyerek harcamalarından başka bir şey değildir. (113/54), (9/54)
Bu nedenlerle Yüce Allah Hz.Muhammed'e, "münafıklar" için af dilemesinin veya dilememesinin onlar için hiçbir şey fark etmeyeceğini, onlar için yetmiş kez (defalarca) af dilese de onların Allah'ı ve Allah'ın Elçisi'ni inkar etmelerinden ötürü onları asla affetmeyeceğini, çünkü haksızlıkta ve günahkar davranışlarında ileri giden (fâsıklar) topluluğu doğru yola (hidayete) erdirmeyeceğini bildirmektedir. Bu ihtar ile bütün insanlar münafıklık yapmamaları için açık bir şekilde "uyarılmaktadır".
Bu itibarla Hz.Muhammed'e onların malları ve çocuklarının kendisini imrendirmemesini, çünkü Allah'ın bunlarla ancak dünya hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kafir olarak canlarının çıkmasını istediğini açıklamaktadır. Gerçekten bir diğer Ayette de bu durum tekrarlanmakta ve böylece Hz.Muhammed'in "gerçekleri" tebliğ görevini huzur içinde yürütmesinde bu tür olayların ancak Allah'ın takdiri olduğunu unutmamasını öğüt vermektedir.
Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin, çünkü Allah, bunlarla ancak dünyada onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kafir olarak canlarının güçlükle çıkmasını istiyor. (113/85), (9/85)
Buradaki "uyarı" aslında tüm insanlara da yapılmaktadır. Zira tüm insanlar kendilerinin durumu ile diğer insanları kıyaslamadan vaz geçememektedir. Bunun temelinde daima doğru yolda olmalarına inananların sahip oldukları şeylerin Allah'a "imanlarının" bir karşılığı olarak kendilerine "verildiği" düşüncesi bulunmaktadır.
Bu durumda insanların, diğerlerinin münafıklık yaptıklarını veya inkâr ettiklerini gördükleri yaşam tarzları ile elde ettikleri varlıkları gördüklerinde, onları kendileri ile kıyasladıklarında ve neden onların varlıkların çok daha "fazla" olduğunu düşündüklerine işaret etmektedir. Bu nedenle Yüce Allah "münafıkların" mutlaka "iman edenlerden" olduklarına dair Allah'a yemin ettiklerini, böylece kendilerini "masum" ve elde ettiklerini "meşru" göstermeye çalıştıklarını, halbuki onların iman edenlerden olmadıklarını, fakat daima "korku" ile yaşayan bir toplum olduklarını ve eğer sığınacak ve barınabilecek bir yer (mağaralar veya bir delik) bulsalardı, koşarak o tarafa yönelip gideceklerini açıklamaktadır. Böylece ikiyüzlülüğün (münafıklığın) nedeninin aslında "korku" olduğu bildirilmektedir. Bu durum Muhammed Esed tefsirinde benzer bir yorumla özetlenmektedir.
"Böylece Kur'an, nifak ve ikiyüzlülüğün temelinde en derin, en köklü saik olarak korkunun yer aldığını gösteriyor: ahlaken bağlanma, taahhüt altına girmiş olma korku ya da endişesinin; mevcut toplumsal çevreden açıkça kopmanın yol açacağı yoksunluklardan yana duyulan korkunun vb. Toplumsal statü ve saygınlık için duydukları alt edilmesi zor, bayağı, ahlak dışı tutkuları içinde "münafıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar, Oysa onları [kendi kendilerini] aldatma tuzağı içinde bırakan O'dur" (4:142); ve yine "onlar Allah'a karşı umursamaz davranırlar, bu yüzden Allah da onları gözden çıkarır" (9:67). Bu bakımdan belirtmek yerinde olacaktır ki, daha uygun bir karşılık bulunamadığı için "ikiyüzlü" (hypocrite) sözcüğüyle çevirdiğimiz Arapça münâfık terimi hem çevresindekileri bilerek aldatmaya çalışan deyim yerindeyse bilinçli mürailer için, hem de zihin karışıklığı, ruh boğuntusu ya da irade eksikliği yüzünden kendi kendilerini aldatma zaafı içindeki kararsız insanlar için kullanılır."
Tevbe suresi | Tevbe oku Tevbe arapça türkçe (kuran.gen.tr)
Bu nedenle tüm insanlara, her insanın elde ettiklerinin "doğrudan" yaptıklarının bir "sonucu" olmadığı, sadece insanların Allah'a olan "iman ve inançlarına" bağlı bulunmadığı ve mutlaka "Allah'ın Kanunları" çerçevesinde bir "nedeninin" bulunduğunu dikkate alarak, daima "kendi" durumlarını "daha iyi düzeye" çıkarmaya yönelmelerinin daha doğru olduğu bildirilmektedir.
Yapılan bu açıklamalar ile, Hz.Muhammed'e "vahiy edilen" ve Allah'ın tüm "Yaratılışı" gerçekleştiren "Tek Yaratıcı Güç" olduğu "gerçeğini" açıklayan Allah'ın Ayetlerinin önceki peygamberlerin ilettiklerinin değiştirilmiş veya yok edilmiş olmaları yüzünden bilgisiz (cahil) kalmış olan toplumlara (tüm insanlara) bildirilmesi gibi çok zorlu ve o kadar da tehlikeli görevi yerine getirmekte olan Hz.Muhammed'in, bu "gerçekleri" ilk olarak bildirdiği "kendi toplumu" içerisinde bile nasıl direniş ve zorluklarla mücadele ettiğine bütün insanların dikkatleri çekilmektedir. Öte yandan, insanların elde ettikleri "bilgi birikimlerinin" ve "akıllarını kullanmadaki" deneyimlerinin gelişmekte olmasına bağlı olarak artık belli bir anlayış düzeyine ulaşmaları nedeniyle, bu gerçeklerin "son defa" olarak bildirildiği de Ayetlerde yer alan ifadelerden anlaşılmaktadır. Buna göre insanlardan kendilerine "son olarak" iletilen "gerçekleri" öncelikle kendilerine karşı "ikiyüzlülük" yapmadan, yani peşin fikirli olmadan ve daima "akıllarını" kullanarak anlamaya çalışmaları beklenmektedir.
Münafıklığın bir diğer boyutu olarak, kendilerini iman edenlerden gösterdikleri halde, "Allah'a inanın, Resûlü ile beraber cihat edin" diye bir sure indirildiği zaman onlardan savaşa çıkmalarını (savaş için toplanmalarını) istemesine rağmen, onlardan "servet sahibi olanların" mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihat etmeyi çirkin gördüklerini ve sefere çıkmak için çok sıcak olduğunu bahane ederek Hz.Muhammed'den geride kalıp evde" oturanlarla beraber olmak üzere onları bırakması için "izin" istediklerine işaret edilmektedir. Sefere çıkmaktan geri kalan münafıkların buna ilaveten bu çağrıya uymaları halinde günaha girmekten (fitneye düşmekten) sakındıkları için "izin" istediklerini bahane olarak ileri sürdükleri belirtilmektedir.
Onlardan öylesi de var ki: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" der, bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kafirleri mutlaka kuşatacaktır. (113/49), (9/40)
Yüce Allah geride kalarak evdekilerle (kadınlarla) beraber olmaya razı olan ve asıl niyetlerini gizleyip Allah'ın Resulüne muhalefet ettikleri belirtilen münafıklara, hayatta iken yaptıkları "münafıklık" nedeniyle hak ettiklerinin (kazanmakta olduklarının) cezası olarak kalplerine mühür vurulduğu için onları beklemekte olan "cehennem ateşinin" şikayet ettiklerinden daha "sıcak" olduğunu (çok azap verici) anlamadıklarını açıklamakta ve anladıklarında da artık az gülüp çok ağlayacaklarını bildirmekte ve bu davranışları nedeniyle münafıkların sefere katılmaları halinde müminler gibi davranmayacaklarını da itiraf ettiklerini (fitneye düşmüş olduklarını) belirtmektedir. Zira müminlerle birlikte Allah yolunda savaşamayacaklarını bile bile, sanki onlar gibi iman ve inançlı olduklarını (takva) göstermek için sahte bir "iman ve sakınma" gösterisi yaparak zaten fitneye düştüklerini (münafıklık yaptıklarını) açıklamakta ve onlara Cehennemin mutlaka "kafirleri" kuşatacağını (azap çekerek cezalandırılacaklarını) hatırlatmaktadır.
Bununla birlikte Peygamber (Hz.Muhammed) ve onunla beraber inananların mallarıyla, canlarıyla cihat ettikleri için bütün iyi şeylerin ve güzelliklerin (hayırlar) onların olduğu ve kurtuluşa erdikleri, Allah'ın onlara içinde ebedi kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetler hazırladığı, sonuçta büyük kazanca ulaştıkları örnek olarak gösterilerek, münafıkların "tövbe" edip doğru yola yönelmeleri için bir fırsatları olduğu da hatırlatılmaktadır.
Bu konuda bir "örnek" olarak, Ayetlerde Hz.Muhammed'in Bizanslıların büyük bir kuvvet ile Medine'ye doğru yürüdükleri haberi üzerine Müslümanlardan "güçlü" bir kuvvet topladığı ve Medine ile Şam arasında yarı yolda bulunan Tebük'e varınca Bizanslıların bu niyetinden vazgeçmiş olmaları üzerine onlarla herhangi bir çatışmaya girmeden Medine'ye döndüklerini açıklayan “Tebük Seferi” olayına işaret edilmektedir. Buna göre bu sefer için gerekli hazırlıklar yapılırken "mümin" gibi görünmelerine rağmen gerçek amaçlarını gizleyerek karşılaşılacak güçlükleri bahane eden küçük bir "Münafık" grubun Bizans'la savaşa girilmesine karşı direndikleri ve Hz.Muhammed'den izin alarak bu sefere katılmadıkları, ancak Medine halkına ve onların çevresinde bulunan bedevî Araplara böyle "bahanelerle" Allah'ın Resulünden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarını düşünmelerinin yakışmadığı belirtilmektedir. Bu nedenle onların Allah yolunda bir susuzluğa, bir yorgunluğa ve bir açlığa duçar olmalarının veya kafirleri öfkelendirecek bir yere girerek düşmana karşı bir başarı kazanmalarının, ancak bunların karşılığında kendilerine salih bir amel (sevap) yazılması ile ilgili olduğu, çünkü Allah'ın iyilik yapanların mükâfatını zayi etmediği ve böylece onları yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlandırmak için küçük büyük yaptıkları her masraf, geçtikleri yolları (vadiyi) mutlaka onların "lehine" olarak yazıldığını bildirilmektedir.
Medine halkına ve onların çevresinde bulunan bedevî Araplara Allah'ın Resulünden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz; işte onların Allah yolunda bir susuzluğa, bir yorgunluğa ve bir açlığa duçar olmaları, kafirleri öfkelendirecek bir yere basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması içindir.
Çünkü Allah iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez. (113/120), (9/120)
Allah onları, yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlandırmak için küçük büyük yaptıkları her masraf, geçtikleri her vadi mutlaka onların lehine yazılır. (113/121), (9/121)
Nitekim Muhammed Esed tefsirinde bu durumun, her ne kadar Peygamber Şehri'nin (Medine) halkıyla ve bir de onların çevresinde yaşayan bedevîlerle ilgili görünse de bütün çağları ve bütün mümin topluluklarını kuşatacak mahiyette genel ve sürekli olduğu ve Ayetin cümle kuruluşunun, aslında "Lehlerinde makbul bir eylem olarak yazılmadıkça" iman edenlere ne susuzluk çatacağı, ne kafirleri çileden çıkaran bir adım atacakları ve ne de başlarına gelecek olanın "düşman eliyle" onlara ulaşacağı şeklinde olduğu belirtilmektedir.
Tevbe suresi | Tevbe oku Tevbe arapça türkçe (kuran.gen.tr)
Yani iman edenlerin başlarına gelenlerin aslında onların lehine "iyi işlere" neden olmasını sağladığına işaret edilmektedir.
Öte yandan, böylece bir savaşa girilmesi gerekmeden geri dönülmesinden sonra bu "münafıklardan" bir grubun başka bir savaşa Hz.Muhammed ile "beraber çıkmak" için izin isteyeceklerini, bu durumda kendisi ile beraber asla sefere çıkmayacaklarını ve düşmana karşı kendisi ile beraber asla savaşmayacaklarını, çünkü onların daha önce yerlerinde kalmaya razı olduklarını, şimdi de geri kalanlarla beraber oturmalarını onlara bildirmesini Hz.Muhammed'e öğüt vermektedir. Yüce Allah ayrıca bu yaptıkları "iki yüzlülük" ile (münafıklık) Allah'ı ve "Resulünü" inkâr ettikleri belirtilerek onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılmamasını ve onun kabri başında da durmamasını Hz.Muhammed'den istemektedir. Yüce Allah Hz.Muhammed'e ayrıca onların boşuna özür dilememelerini, müminlerin onlara asla inanmayacaklarını, çünkü Allah'ın onların niyetlerini (haberlerinizi) kendilerine bildirdiğini, Allah'ın ve Hz.Muhammed'in (iman edenlerin) bundan sonraki davranışlarını da göreceklerini, ölüm sonrasında (Sonra) görüleni ve görülmeyeni bilene (Allah'a) döndürüleceklerini ve Allah'ın yapmakta olduklarını onlara haber vereceğini ihtar etmesini Hz.Muhammed'e bildirmektedir. Bunlara ilaveten münafıklık yapanlara ne isterlerse yapmalarını (yapacağınızı yapın), yaptıkların Allah'ın da Resulünün de, müminler de göreceği, sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceklerin ve Allah'ın onlara yapmakta olduklarınızı haber vereceğini de iletmesini Hz.Muhammed'den istemektedir.
Buna göre bütün insanlara da "istediklerini" yaparken yaptıklarının asla "gizli" kalmayacağı, yaptıklarından sorumlu olacakları ve yaptıklarının sonucunu düşünmelerinin gerektiği açıkça bildirilmekte ve onlardan "gerçeklere" yönelmeleri istenmektedir.
Aslında samimi olarak Allah'a ve Hz.Muhammed'e inanmayan ve toplumda iman edenlerle birlikte yaşayan münafıkların söz konusu sefere (Tebük) çıkılmaması üzerine Hz.Muhammed'in kendilerine karşı sert tavır alması yüzünden toplumdaki itibarlarının ve çıkarlarının zarar görmesinden endişe ettikleri ve Hz.Muhammed'den "özür" dilemek istedikleri belirtilmektedir. Ayrıca onların Hz.Muhammed’in yanına döndüklerinde "iman edenlerden" olduklarını söyleyerek Allah’ın onlardan razı olması ve cezalandırmaması için Allah adına ant içecekleri bildirilmektedir. Bu nedenle Yüce Allah iman edenlere artık onlardan yüz çevirmelerini, çünkü onların bu yaptıkları nedeniyle kirli ve pis olduklarını (murdardır), böylece "kazanmakta" olduklarına (kötü işlere) karşılık ceza olarak cehenneme varacaklarını açıklamakta ve şayet iman edenler onlardan razı olsalar bile, böyle davranan günahkârlar (fasıklar) topluluğundan asla razı olmayacağını açıklamaktadır.
Yüce Allah, bu bağlamda Allah ve Resulüne itaat edilmesi için insanlara öğüt verdikleri (Allah'a ve Hz.Muhammed'e iman ettikleri) takdirde, Allah yolunda göreve (cihada) çağrıldıklarında zayıflara, hastalara ve harcayacak bir şey bulamayanlara günah ve sorumluluk olmadığını bildirmektedir. Ancak zengin oldukları halde sefere (cihada) çıkmamak için izin isteyenlere sorumluluk bulunduğu, çünkü onların geri kalanlarla (kadınlarla) beraber olmaya razı oldukları ve Allah'ın da onların kalplerini mühürlediği ve artık onların neyin doğru olduğunu bilemeyecekleri açıklanmaktadır.
Buna göre sadece rahatını düşünerek tembellik yapanların anlamı ve doğruluğu olmayan bahane ve mazeretler ileri sürmemeleri gerektiğine işaret edilmekte, iyi bir insan ve "mümin" olabilmeleri için bütün insanlardan Ayetlerde belirtilen açıklamalardan ilham alarak Dünya hayatında üstlendikleri görev ve sorumluluklarını, onlardan beklendiği gibi, eksiksiz ve dürüstçe yerine getirmeleri istenmektedir.
Öte yandan, çölde yaşayan, su ve otlak bulmak için göç eden topluluk olan bedevilerden bir bölümünün Allah'a imanında ve davranışlarında samimi olduğuna dikkat çekilerek bazıları bu sefere katılmaya karar vermekle beraber, diğerlerinin "bazı mazeretler" ileri sürüp sefere çıkmamaları için izin istedikleri, hatta daha sonra da özür dileme ihtiyacı bile duymadıkları (münafıklık yaptıkları) açıklanmaktadır. Böylece Allah ve Resulüne yalan söyleyerek "kafir" olanların oturup kaldıkları ve onlara (ahiret ortamlarında) elem verici bir azabın erişeceği bildirilmektedir.
Yüce Allah bütün gizliliklerin ve bilinmeyenlerin sırlarını bilen olduğunu hatırlatarak bedevilerin kafirlik ve münafıklık bakımından hem daha beter hem de Allah'ın Resulüne indirdiği uyarı, öğüt ve önerilerini (kanunları) tanımamaya daha yatkın olduklarını çok iyi bildiğine işaret etmektedir. Bu itibarla, Bedevî Araplardan ve Medine halkından birtakım münafıkların insanları aldatıp çıkarlarını sürdürmelerinde maharet kazandıkları, Hz.Muhammed'in bile onları insanlardan ayırt edemeyeceği belirtilerek (bilmezsin) Allah'ın onları bildiği, onlara daha çok (iki kez) azap edeceği ve sonra da onların aşağılanarak "büyük bir azaba" itilecekleri bildirilmektedir.
Bu anlamda bir örnek olarak bedevîlerden bazılarının Allah yolunda harcayacağını "angarya" saydıkları ve müminlerin başına "belalar" gelmesini bekledikleri belirtilmekte ve böyle düşünmeleri yüzünden aslında o kötü belanın kendi başlarına geldiği belirtilerek Allah'ın pek iyi işiten ve çok iyi bilen olduğu yeniden hatırlatılmaktadır.
Ancak Bedevîlerden Allah'a ve ahiret gününe inananların, bu ortamdaki yaşamlarında ellerindekilerden iyilik (hayır) için harcayan ve bunları Allah katında yakınlığa ve Peygamber'in (Hz.Muhammed) dualarını almaya vesile edinenlerin de bulunduğu belirtilmektedir. Yüce Allah onlardan günahlarının farkına varıp kötü işlerini "iyi" işlerle karıştırdıkları için "tövbe" edenlerin tövbelerini kabul edeceğini bildirmektedir.
Bunun yanında onların iyilik olarak ve hayır için (Allah Yolunda) o harcadıkları malın onları Allah'a yakınlaştıracağını ve böylece onları rahmetine (cennetine) koyacağını bildirmekte ve Allah'ın şüphesiz bütün insanları af eden (bağışlayan) ve (esirgeyen) olduğu bir defa daha hatırlatılmaktadır. Nitekim Yüce Allah Hz.Muhammed'e de, onların mallarından sadaka almasını, zira bununla onların günahlardan temizlemiş ve "arınıp" yüceltmiş olacaklarını bildirmekte ve ayrıca Allah'a yönelmelerinde ve imanlarını güçlendirmelerinde onlara huzur vereceğine işaret ederek (sükûnettir) onlar için dua etmesini istemektedir.
Yüce Allah Ayetlerinde daha önce de insanların (kullarının) tövbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah'ın tövbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu açıkladığını özellikle ve ayrıca belirterek hala bilmeyenleri uyarmakta, böylece insanların doğru yola yönelmelerini beklediğini hatırlatmaktadır.
Ayetlerdeki bu açıklamalar ile Allah bütün insanlara mallarından ihtiyaç sahiplerine vermeleri, ayrıca hatalarını ve günahlarını fark ederek pişman olup "tövbe" etmelerini öğütlemekte, işiten ve bilen olduğunu, yani insanların "niyetlerini" ve "yaptıklarını" işittiğini ve bildiğini ve yaptıkları bu "hayır" işlerinin hiç bir şekilde boşa gitmeyeceğini, ayrıca böylelikle Hz.Muhammed'in dualarında yer alacaklarını, huzurlu bir yaşama ve "sükunete" ulaşacaklarını bildirmektedir. (Bu durum çok sayıdaki Ayetlerde sadaka, infak ve zekât olarak değinilmektedir. Böylece yapılan hayır işlerinin önemi ayrıntıları ile "Sadaka, Zekât, İnfak, Hayır İşleri" bölümünde açıklanmaktadır.)
Yüce Allah bu durum ile ilgili olarak Hz.Muhammed'in gördüğü zulüm ve yaşadığı zorluklar nedeniyle en yakın arkadaşı olan Ebubekir ile Medine'ye göç ettiğinde (Hicret Olayı) oradaki iman etmiş olanların (Ensar) kendilerini ve daha önce hicret etmiş olan müminleri (Muhacirleri) en iyi şekilde karşıladıklarına ve onlara yardımcı olduklarına işaret etmekte ve muhacirlerden, Ensar’dan imanları ve iyi davranışlarını örnek alan müminlerden "Razı" olduğunu, onların da Allah'tan razı olduklarını, Allah'ın onlara içinde ebedi kalacakları zemininden ırmaklar akan cennetler hazırladığını, işte bunun "büyük kurtuluş" olduğunu bildirmektedir.
Öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır, Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır, işte bu büyük kurtuluştur. (113/100), (9/100)
Böylece doğru yola yönelmek üzere yapılan uyarılar üzerinde düşünmeleri ve hatalarından ve günahlarından "tövbe" edebilmeleri için, sözü edilen Tebük seferine katılmayıp izin isteyen iman edenlerden ve Bedevilerden olan münafıklar ile birlikte, esasen ikiyüzlülüğü bir "maharet" haline getirmiş olan münafık insanlar, inkâr edenler ve genelde bütün insanlar uyarılmaktadır. Nitekim Allah'ın günahlarının farkına varıp "tövbe" ederek kötü işlerini "iyi" işlerle karıştıranların tövbesini kabul edeceği belirtilmekte ve Allah'ın bütün insanları çok affedici (bağışlayan) olduğu ve kötülüklerden koruduğu tekrar hatırlatılmaktadır.
Ayrıca Bizanslıların büyük bir kuvvet ile Medine'ye doğru yürüdükleri haberi üzerine Hz.Muhammed'in "sefere çıkma" çağırısına karşı gelerek kendilerini iman edenlerden gösterdikleri halde samimi olarak Allah'a ve Hz.Muhammed'e inanmayan ve toplumda iman edenlerle birlikte yaşayan ve söz konusu sefere (Tebük) çıkmayan münafıkların dışında sefer sırasındaki güçlüklerden ötürü
Hz.Muhammed’in sefer kararını tereddüt ve olumsuz düşüncelerle karşılayan ve geri dönmeyi akıllarından geçirmeye başlayanların da (kalpleri eğrilmeye yüz tutanların) Müslümanlardan bir grubun bulunduğuna işaret edilmektedir.
Yüce Allah bu sefer ile ilgili "güçlükler" nedeniyle Hz.Muhammed'i ve ona "bağlılıklarını" koruyan muhacirler ve Ensar ile birlikte kalpleri eğrilmeye yüz tutan Müslümanları bağışladığını, sonra da "tövbelerini" kabul ederek onları imanları hakkında kuşku duymaktan kurtardığını, çünkü Allah'ın "tövbe" edenlere karşı çok şefkatli, pek merhametli olduğunu belirtmektedir.
Andolsun ki Allah, müslümanlardan bir gurubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamberi ve güçlük zamanında muhacirlerle ensarı affetti, sonra da onların tevbelerini kabul etti; çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir. (113/117), (9/117)
Böylece çok zorlu koşullarda Hz.Muhammed'in yanında yer alan ve ona "bağlılıklarını" koruyan muhacirlerin, ensarın ve tövbe eden Müslümanların Allah'ın rızasına daha fazla yaklaşmalarını sağlandığı belirtilerek tüm insanlara karşılaştıkları her türlü güçlük veya zor koşullar karşısında işlerinden ve imanlarını korumaktan vaz geçmemeleri gerektiği açıklanmaktadır. Çünkü sabreden, imanından vaz geçmeyen ve yaptıkları hata ve yanlışlıklar için "tövbe" edip tekrarlamaktan sakınanlara karşı çok şefkatli, pek merhametli olan Allah'ın onlara "yardımcı" olacağı hatırlatılmaktadır.
Bu arada öncelikle Tebük seferine katılmayan münafıklar grubuna işaret edilerek zımnen, henüz "öz eleştiri" ve tövbe aşamasına varmamış olmanın sonucu olarak doğruyla eğri arasında kararsız kalan bütün insanların Allah'ın "emrine" bırakılmış oldukları belirtilmektedir. Buna göre Allah'ın "Yaratılışın" ve bütün bilinmeyenlerin sırlarını "çok" bilen olarak, onlara azap edeceği veya af edeceği bildirilmektedir.
Diğer bir Ayette de, bu münafıklar grubunun sağlıklı ve varlıklı oldukları halde sefere katılmayan ve hemen günahlarını itiraf edip tövbeye yönelmeyen "üç kişi" olduğu, Hz.Muhammed'in ve ona uyan Müslümanların onlarla ilişkilerini kestikleri, ancak daha sonra bunların bu yaptıkları nedeniyle vicdani sıkıntıya düştükleri, Allah'ın azabından yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlayıp "tövbe" ettikleri, Allah'ın onların imana dönmeleri için tövbelerini kabul ettiği açıklanmaktadır.
Ve geri bırakılan üç kişinin de, yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı, nihayet Allah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı, sonra dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir. Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun. (113/119), (9/119)
Yüce Allah bu açıklamaları ile tüm insanlara ve iman edenlere, "Ahiret" ortamlarında karşılaşacaklarını belirttiği "kötü" durumlara düşmemeleri için, daima Allah'ı anarak onlara yaptığı uyarı, öğüt ve önerilerini dikkate almalarını, diğer bir ifade ile "Allah'tan Korkmalarını" ve daima "doğrular" ile beraber olmalarını özellikle hatırlatmaktadır.
Hicret sonrasında Hz.Muhammed'in karşılaştığı güçlüklere işaret edilirken "münafık" insanlar arasında bir de müminlere zarar vermek, Allah'ı inkar etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resulüne karşı savaşmış olan "adamı" beklemek için bir toplanma yeri olarak "mescit" kuranların ve :bu yaptıkları ile iyilikten başka bir şey istemediklerine inanmaları için müminlere yemin edecek olanların da bulunduğu belirtilmektedir. Yüce Allah onların kesinlikle "yalancı" olduklarına şahitlik ettiğini açıklamakta ve Hz.Muhammed'e o "mescidin" içinde asla namaz kılmamasını, buna karşılık Hz.Muhammed ve yanındaki müminler ile Medine Müslümanlarınca ilk günden Allah'a iman (takvâ) üzerine kurulan ve onda temizlenmeyi seven adamların olduğu mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kılınmasının elbette daha doğru olduğunu, çok temizlenenleri sevdiğine işaret ederek bildirmektedir. Burada örnek olarak binasını kurallara uyarak "gerektiği" şekilde ve "sağlam bir yerde yükselten ile yapısını kaygan bir yar (uçurum) kenarına kuran ve sonra da içinde onunla beraber yuvarlanan iki insandan hangisinin yaptığının daha iyi (hayırlı) olduğu sorulmaktadır.
Bu durumda Hz.Muhammed ve yanındaki müminler ile Medine Müslümanlarınca kurulan "Kuba Mescidi" ile münafıkların toplanma yeri olarak kurduğu mescid karşılaştırılarak doğru ve sağlam yerde binasını yükseltenin Allah'a karşı sağlam bir sorumluluk bilinci (Allah korkusu) ve Allah'ın hoşnutluğunu (rızasını) kazanmaya çabalayanın "Müminler" olduğuna ve yapısını kaygan bir yar kenarına kuran ve sonra da içinde onunla beraber yuvarlananın ise Cehennem ateşine giden "Zalimler" olduğuna işaret edilmektedir. Buna göre insanlardan bu örnek üzerinde düşünmeleri ve Allah'ın bile bile kötülük yapan (zalimler) topluluğunu doğru yola iletmeyeceğini dikkate alarak "münafıklık" yapmamaları ve doğru yola yönelmeleri: beklenmektedir. Çünkü böylelerinin kurduğu mescidin ölünceye kadar kalplerinde bir şüphe ve huzursuzluk kaynağı olmaktan öteye gitmeyeceği, böylece "gerçeği" açıklayan Allah'ın her hükmüyle derin bir gerçeğe işaret eden, mutlak ve sınırsız bilgi sahibi olduğu hatırlatılmaktadır.
Muhammed Esed tefsirinde Ayette "Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı" olarak değinilen kişi ile, hicret olayından itibaren Hz.Muhammed'e şiddetle karşı gelen ve Suriyeli Hristiyan topluluklar arasında ün salmış olan Ebû Âmir'in kasdedildiği, bu kişinin Bizans İmparatoru Heraklius'u, Medine'yi istila edip Müslüman toplumunu bir daha kendini toparlayamayacak biçimde çökertmesi yönünde kışkırtmak için elinden geleni yaptığı belirtilmektedir. Medine'nin istilasını hedefleyen bu askerî harekât gerçekleştiği takdirde yandaşları için bir toplanma yerine/bir ileri karakola ya da karargâha ihtiyaç duyulacağı düşüncesiyle, onlara Medine'nin hemen yakınında bulunan Kubâ yerleşim bölgesinde kendilerine bir mabet kurmalarını ve böylece Hz. Peygamber'in Medine'ye vardığı günlerde aynı semtte yaptırdığı mescitte toplanma mecburiyetini ortadan kaldırmaya çalışmalarını önerdiği açıklanmaktadır.
Tevbe suresi | Tevbe oku Tevbe arapça türkçe (kuran.gen.tr)
Yüce Allah münafıkların kalplerinde "hastalık" olduğuna işaret ederek Hz.Muhammed'e herhangi bir sure indirildiği zaman onlardan bir kısmının, iman edenleri alaya almak amacı ile bu surenin hangisinin imanını artırdığını sorduklarını belirtmekte ve indirdiği "surenin" iman edenlerin imanlarını artırdığını ve onları sevindirdiğini, una karşılık münafıkların da inkarlarını büsbütün artırdığını ve onların artık kafir olarak öleceklerini açıklamaktadır. Zira onların her yıl bir veya iki kez çeşitli belalarla imtihan edildiklerini görüp anlayacak durumda olmalarına rağmen tövbe etmediklerini ve ibret de almadıklarını münafıklara hatırlatmaktadır. Nitekim münafıkların alaycı tavırlarında daha da ileri giderek bir sure indirildiği zaman birbirlerine bakıp "sizi birisi görüyor mu?" diye sordukları, sonra da dönüp gittikleri, böylece Allah'ın var olmadığını ima ettikleri belirtilmekte ve kendilerine iletilen "gerçekleri" anlamamakta ısrar ettikleri için Allah'ın onların kalplerini imandan çevirmiş olduğu bildirilmektedir.
Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: "Bu sizin hanginizin imanını artırdı?" İman edenlere gelince onların imanlarını artırır ve onlar sevinirler. (113/124), (9/124)
Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da inkarlarını büsbütün artırır ve onlar artık kafir olarak ölürler. (113/125), (9/125)
Onlar, her yıl bir veya iki kez imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? sonra da ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar. (113/126), (9/126)
Bir sûre indirildiği zaman birbirlerine bakar, sizi birisi görüyor mu? diye sorarlar, sonra da giderler, anlamayan bir kavim oldukları için Allah onların kalplerini çevirmiştir. (113/127), (9/127)
Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir; O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir. (113/128), (9/128)
Yüz çevirirlerse de ki: “Allah bana yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O yüce Arş'ın sahibidir.” (113/129), (9/129)
Yine de Yüce Yaratan bütün insanlara olan sevgisi ve merhameti ile münafık olanlara, Hz.Muhammed'in onların içinden bir "insan" olarak gönderildiğini ve onun herhangi bir "olağan üstü" güçlerle donatılmadığını, ancak onu iradesinin ve gerçeklerin tüm "insanlara" iletmesi için "vahiy" alma yeteneğini vererek seçtiğini ve peygamberlerin sonuncusu olmakla onurlandırdığını, onun çok şefkatli ve merhametli olduğunu belirterek ondan yüz çevirenlerin ne büyük ziyanda olduklarını düşünmeye yönlendirmektedir. Böylece münafıkların "tövbe" edip doğru yola yönelmeleri için bir fırsatları olduğu hatırlatılmaktadır.
Bütün bu uyarı ve açıklamalara rağmen münafıkların kendisinden yüz çevirmesi halinde onlara “Allah bana yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O yüce Arş'ın sahibidir.” diyerek onlara son bir uyarı yapması Hz.Muhammed'e bildirilmektedir.
Ayetlerde yapılan bütün bu "uyarılar", Bedevilerden, iman etmekle birlikte sonradan dönerek "münafık" olanlardan ve özellikle bütün insanlardan durumlarını görebilmeleri için bir "misal" olarak açıklamaktadır.
Verilen örneklerin Ayetlerin daha iyi anlaşılabilmesinde, insanların doğru yola ulaşabilmelerinde ve doğru yolda olmayı sürdürmelerinde ne kadar "önemli" olduklarına dikkat çekilmektedir. Buna göre Allah'ın, Hz.Muhammed'in toplumunda iman edenlerden, Bedevilerden ve buna kıyasen aslında bütün insanlardan, yapılan uyarı ve açıklamaları dikkate alarak, "doğru yola" yönelmelerin veya "İnsan Olmak" için gayret göstermeleri beklediği açıkça bildirilmektedir.
Görüldüğü gibi Yüce Yaratan münafıklığın "Allah ve Resulünü inkâr" olduğunu açıklamakta ve bundan "tövbe" ederek vaz geçmeyenlerin "özürlerinin" asla kabul edilmeyeceğini, Allah'ın ve iman edenlerin onlardan asla "razı" olmayacaklarını, ancak bu günahla (fâsık olarak) öleceklerini bildirmektedir. Buna göre bütün insanlara niyetleri ile davranışlarının "tutarlı" ve "dürüst" olmasını öğüt vermekte, aksi halde ölüm sonrasında "ceza" olarak onları asla düşünemeyecekleri bir azabın beklediği hatırlatılmaktadır.
Münafılık ile ilgili olarak yapılan bu açıklamalar ve uyarılar ile, daha önce de belirtildiği gibi, özellikle toplumun yönetimi "emanetinin" verileceği "yöneticilerin" belirlenmesinde bu konunun ne kadar "hayati" bir önem taşıdığına bütün insanların dikkatleri çekilmektedir. Çünkü Allah bu yöneticilerin "ehil" olmalarının “gerektiğini” öğüt vermektedir. Buna göre Yüce Allah, kimlerin "ehil" olduklarının belirlenmesinde Ayetlerinde "iyi" ve dürüst" insanları tanımlayan "niteliklerinin" dikkate alınması gerektiğine işaret etmektedir. Çünkü burada açıklanan özelliklerden, "münafık" insanların herhangi bir "yöneticilik" açısından "ehil" olmalarının "mümkün olmadığı" son derece açık olarak anlaşılmaktadır. Bu durumda toplum yönetiminin "emanet" edileceği yöneticiler belirlenirken, örneğin Ülkemiz dikkate alındığında genel ve yerel seçimlerin yapılması sırasında, her düzeydeki yönetici "adayların" mutlaka "doğru" bilgilere dayanan değerlendirilmeler yapılarak toplumun huzuru, refahı ve güvenliği açılarından "münafık" olmayan "ehil" ve "dürüst" insanlardan seçilmeleri gerekmektedir. Aksi halde tüm toplumun bu "yanlış" seçimden dolayı zarar görmesi yanında, toplum düzeninin de bozulması kaçınılmaz olacaktır.
İsrailoğulları, Yahudilik, Hristiyanlık (Ehli Kitap) ile İlgili Açıklamalar
Kur'an Ayetlerinde geçen İsrailoğulları olarak tanımlanan toplum veya insanların İbrahim Peygamberin torunu olan Yakup Peygamberin soyundan gelenler olduğu, Yahudiliğin Musa Peygamber zamanında başladığı ve Hristiyanlığın ise İsa Peygamberden sonra takipçileri tarafından başlatıldığı çeşitli kaynaklarda açıklanmaktadır.
“İbrahim'in iki oğul vardı, İsmail ve İshak. Babası İbrahim tarafından Hicaz bölgesine yerleştirilmiş olan İsmail Peygamber, yerli Arap kabilesi Cürhümlülerden bir kızla evlendi. İşte bu ikisinden Kureyş boyu Arapları türedi. Filistin'de yetişen İshak'ın ise on iki oğlu oldu. İshak'in oğullarından olan Yakup, İsrail (Allah'ın kulu) unvanını taşır. Yakup soyundan gelenlere İsrailoğulları denilir. İbrahim hem Kureyş boyu Araplarının hem de İsrailoğullarının atasıdır. Araplarla İsrailoğulları (Yahudiler) köken itibariyle kardeştirler. İki dilin son derece yakınlığı da bunu gösterir. Gerek İsrailoğulları içinde yetişmiş olan peygamberler gerek Kureyş Arapları içinde yetişmiş olan Hz.Muhammed, İbrahim soyundan gelir. Onun için İbrahim'den itibaren Ortadoğu'da yetişen peygamberler İbrahim neslinden geldiği için hem Yahudiliğin hem Hristiyanlığın hem de Müslümanlığın temeli İbrahim'e dayanır. Bundan dolayı bu üç dine İbrahimi dinler denilir.”
http://www.gazetevatan.com/suleyman-ates-72351-yazar-yazisi-israilogullari-hangi-soydan-geliyor-/
“İshak’ın soyundan gelen insanların kendilerine İsrailoğulları demelerinin sebebi, İshak’ın oğlu Yakub’un bir diğer isminin İsrail olmasıdır. Yakub’un 12 oğlundan çoğalan halk kendilerini İsrailoğlu olarak tanıtmaktadır. Kendilerine Yahudi kimliğini almaları ise Musa’nın peygamberliği zamanında başlamıştır.”
https://www.tesadernegi.org/ibrahim-ve-uc-irk-araplar-yahudiler-ve-turkler.html
Kur'an Ayetlerinden Adem ve eşinin bu ortamda yaşamaya başlamalarından itibaren bu ortamda "çoğalmakta" olan insanlara "Yaratılış" ve "Tek Yaratıcı Güç" ile ilgili bilgilerin (gerçeklerin) öğretildiği, bu bilgilerin zamanla insanların yapılarındaki niteliklerin (Nefslerinin) etkisi ile değişip bozulması nedeniyle "Yüce Yaratan" tarafından bazı insanlara (Peygamberlere) bu "Gerçekleri" yeniden hatırlatmaları görevinin verildiği, onların da aldıkları “Vahiylere" ve apaçık "delillere" dayanarak toplumlarına bu "Gerçekleri" iletildikleri ve bazı peygamberlerin ve etrafında bulunanların bu "öğretileri" unutmamak ve kalıcı olmalarını sağlamak üzere, "yazılı" hale (Kitap) getirdikleri, geçmiş dönemlere ait elde edilen bilgilerden anlaşılmaktadır. Böylece Peygamberlerin "öğretilerini" bir şekilde "yazılı metin" haline getiren toplumlar Kur'an Ayetlerinde "Kendilerine Kitap Verilenler" ve "Ehl-i Kitap" olarak tanımlanmaktadır. Ayrıca çok sayıdaki Ayetlerde önceden gönderilmiş olan peygamberlere de "Ayetlerin" vahiy edildiği, onlara ilim (kitap) verildiği veya indirildiği şeklinde bildirilmektedir. Bu durumda bütün peygamberlerin ve onlara inanan "müminlerin" Ehl-i Kitap oldukları söylenebilir.
Şüphesiz bu önceki kitaplarda vardır. (8/18), (87/18)
İbrahim ve Musa'nın kitaplarında da. (8/19), (87/19)
O, şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır. (47/196), (26/196)
De ki: “Siz ona ister inanın ister inanmayın; şu bir gerçek ki, bundan önce kendilerine ilim verilen kimselere o okununca, derhal yüz üstü secdeye kapanırlar.” (50/107), (17/107)
Kendilerine bilgi verilenler, Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilir; onun, mutlak galip ve övgüye lâyık olan yoluna ilettiğini görürler. (58/6), (34/6)
"Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve esbâta indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk" deyin. (87/136), (2/136)
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. (89/19), (3/19)
Kendilerine Kitap'tan bir pay verilenleri görmez misin ki, aralarında hükmetmesi için Allah'ın Kitabına çağırılıyorlar da sonra içlerinden bir gurup cayarak geri dönüyor. (89/23), (3/23)
Kendilerine Kitap'tan nasip verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar! (92/44), (4/44)
Oysa İbrahim soyuna Kitabı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik. (92/54), (4/54)
Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik ve İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya'kub'a, esbâta, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik. (92/163), (4/163)
Andolsun ki biz, Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik, onlardan kimi doğru yoldadır; içlerinden birçoğu da yoldan çıkmışlardır. (94/26), (57/26)
Ehl-i Kitap konusunda İslam Ansiklopedisinde kapsamlı ve açıklayıcı bilgiler yer almaktadır.
EHL-i KİTAP - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Buna göre sözü edilen geçmişteki bütün "peygamberlere" verilen ilim ve bilgilerin "asıl" hallerinin "değişmediği" ve tamamının ana konusunun Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğu ve O'na ortak koşulmamasının gerektiği, bu itibarla aslında bütün bu peygamberlere aynı anlamda ilim ve bilgilerin (Kitap) verildiği görülmektedir.
Bu nedenle geçmişteki peygamberlerin insanlara ilettiklerinin Hz.Muhammed'e "vahyedilenler" ile aynı "ana konuları" açıkladıkları, bütün bu konuların “Din” olarak tanımlandığı, bu Dinin Allah yanında doğru (Hak) Din olduğu ve Allah’ın bu Dine "İslam" adını verdiği Kur'an’da bildirilmektedir. Bu durumda Hz.Muhammed'e ve onun insanlara ilettiği Kur’an’a inanan "Müslüman" toplumlar da "Ehl-i Kitap" olmaktadır.
Buna rağmen, daha önce kendilerine "kitap" verilmiş olan Yahudi ya da Hristiyan toplumlarının, Allah’ın insanlara daha sonra Hz.Muhammed ile geçmişteki bütün "peygamberlere" verilen ilim ve bilgileri “teyit eden” ve “Hak Din” olarak isimlendirip gönderdiği “İslam’ı” tanımadıkları ve insanlara doğru yolu bulmalarının ancak Yahudi veya Hristiyan olmaları ile mümkün olacağını Kur’an Ayetinde belirtilmektedir.
Yahudi ya da Hristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi. (87/135), (2/135)
Bu nedenle Yüce Allah Kur’an Ayetlerinde "özellikle" Hz.Muhammed'in ilettiklerine iman edenlerin, "Allah'a dosdoğru inanan" ve "vahiyleri değiştirerek Allah'a ortak koşanlardan" olmayan İbrahim Peygamberin "Dinine" uyduklarını ve Allah'a ve Allah tarafından görevlendirilen peygamberlere ve bu peygamberler aracılığı ile insanlara gönderilen tüm bilgi ve belgelere hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandıklarını açıklamaktadır.
Buna göre Hz.Muhammed'e ve onun bildirdiklerine inanan "Müslüman" toplumlar da "Ehl-i Kitap" olmaktadır.
Bu duruma rağmen geçmiş dönemlerde yaşamış peygamberlerden sonra gelen nesiller tarafından bu yazılı metinlerin önemli bir bölümünün "kayıp" oldukları veya zamanla "nefslerinin" etkisi ile geçmişteki bu bilgilerin ve "kitapların" bütün insanlara "bildirdiği" ana konularını da büyük ölçüde "değiştirdikleri” görülmektedir. Bu nedenle halen yaşamakta olan bütün insanlara “ayrıldıkları doğru yola" dönmelerinin gerektiği belirtilmekte, böylece isyan ve inkâr edenler ile aynı durumlara düşmemeleri için "uyarılar" yapılmaktadır. İnsanların bu uyarıları dikkate alıp “ayrıldıkları” doğru yola dönmelerinde tek ve en doğru kaynağın Kur’an olduğu çok sayıdaki Ayetlerde ifade edilmektedir. Çünkü Allah’ın "Bütün İnsanlara" bildirdiği en son "uyarıları, öğütleri ve önerileri" olan Kur’an’ın herhangi bir şekilde "değişikliğe uğramadığı” yapılan bilimsel araştırmalar ve çalışmalarla da teyit edilerek “kesinlik kazandığı” bilimsel araştırmalarda açıklanmaktadır.
Nitekim “Kur’an” bölümlerde açıklandığı gibi Yüce Allah Kur’an’ı kesin olarak Hz.Muhammed'e “İndirdiğini” ve onu “koruyacağını” özel bir Ayetinde bildirmektedir.
Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız. (54/9), (15/9)
Bu durumda bütün insanlara en son olarak “iletilen" Kur'an Ayetlerinin “Allah’ın Sözü” olduğu ve Yüce Allah’ın “koruması altında” bulunduğu bildirilmektedir.
Bu nedenle Kur'an Ayetlerinde bilgi ve ilim (Kitap) verildiği açıkça belirtilen İsrailoğulları, Yahudilik ve Hristiyanlık inancını kabul etmiş olan insanlar ve toplumlar yanında, isimleri açıkça belirtilmemekle birlikte, bilgi ve ilim (Kitap) verildiğine işaret edilen geçmişte yaşamış veya bir kısmı halen günümüzde de varlıklarını sürdüren diğer insanların ve toplumların, kendilerine "Kitap" verilmesine rağmen bu bilgilerin asıllarını kaybedip "değiştirdikleri" ve böylece onlara iletilen "Kitapta" açıklanan "ana konuları" saptırdıkları, sonuçta "kendilerince" inanç geliştirdikleri ve “gerçeklerden" ayrıldıkları belirtilmektedir.
Yüce Allah Kur'an’ın bu şekilde "hataya" düşerek "yanlış yollara" saptıklarına işaret ettiği bütün insanların ve toplumların "doğru yola" yönelmeleri için en son olarak Hz.Muhammed'e "vahiy ettiği" Ayetlerinde yaptığı "uyarılar" ve "ihtarlar" ile, "Yaratılış" gerçeklerini, "Tek Yaratıcı Güç" olduğunu ve "Kendi" nezdinde en "doğru" inanış (Din) olarak İslam'ı açıkladığını, "Aklını" kullanan "Bütün İnsanlara" açıklamaktadır.
Buna göre bütün "Akıllı" insanlardan bu Ayetlerin ilgili olduğu konuları, yapılan uyarıları, öğütleri ve önerileri anlamaya çalışmaları ve yaşamlarını gözden geçirerek "Gerçeklere", diğer bir ifade ile "İslam’a" ulaşmaları için "doğru yola" yönelmeleri beklenmektedir.
İsrailoğullarının durumu ile ilgili Ayette Musa Peygamberin önderliğinde Firavun beldesinden çıkarılarak onun "Zulmünden" kurtarıldıktan sonra "Güzel" bir yurda yerleştirildikleri, orada temiz "nimetlerden" yararlandırıldıkları ancak kendilerine "İlim" gelince aralarında "Ayrılığa" düştüklerini açıklamakta ve Allah’’ın "Kıyamet" zamanında aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında hükmedeceğini bildirilmektedir.
Andolsun biz İsrailoğullarını güzel bir yurda yerleştirdik ve onlara temiz nimetlerden rızık verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa düşmediler.
Şüphesiz ki Rabbin, kıyamet günü onların, aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında hükmedecektir. (51/93), (10/93)
Burada bahsedilen "İlim" ifadesi ile, Peygamberler tarafından “Vahiylere" dayanarak toplumlarına iletilen "Yaratılış" ve "Tek Yaratıcı Güç" ile ilgili "İlahi Gerçeklere" işaret edildiği anlaşılmaktadır. Buna göre “İsrailoğullarından” ve aslında bütün "İnsanlardan" apaçık "Delillere” dayalı olan bu "gerçekleri" anlayarak kendilerinden beklenen "yükümlülükleri" yerine getirmeleri beklenmektedir.
https://kuran-ikerim.org/143-ders-yunus-suresi-93-109-gecmisten-ders-almak
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Âl-i%20İmrân-suresi/312/19-ayet-tefsiri
https://kurantefsir.wordpress.com/2011/11/11/islamoglu-tef-ders-yunus-078-10970/
http://www.kuran.gen.tr/?x=s_main&y=s_middle&kid=31&sid=10
Yüce Allah kendilerine iletilen öğretilerin farklı biçimlerde yorumlanması yüzünden Musa toplumu arasında ihtilaf çıktığını, ihtilaf konusu olan "Şeyler" hakkında Kıyamet zamanında "Hüküm" vereceğini bildirmektedir. Buna göre İsrailoğullarının (Museviler veya Yahudiler) muhtemelen Musa tarafından bildirilen öğüt ve önerileri çıkarları ve kibirleri açısından kabul etmekte zorlandıkları ve bunları "Tevil" etmek için bir takım "Bahaneleri ileri sürüp "Tahrif" etmiş olmaları nedeniyle aralarında çeşitli konularda görüş ayrılıkları ortaya çıktığı ve bu ihtilafların Dünya ortamının sona ereceği Kıyamet zamanına kadar devam edeceği anlaşılmaktadır.
Bu konuda Tevrat'ın elde edilebilen en "Eski" nüshaları ve geçmişi ile ilgili araştırmalardan "Asıl" halinin bir bütün olarak bulunamadığı, ancak en eski "El Yazması" belge olarak günümüzden yaklaşık 4000 yıl öncesinde Mısır'da bulunan ve "Nash Papyrus" olarak adlandırılan belgede Musa'ya gönderilen "On Emir" in de yer aldığı belirtilmektedir.
“The Nash Papyrus; The fragment includes the Ten Commandments (Exodus 20:2-17) and the Sh'ma (Deuteronomy 5:6-21) and is dated to the 2nd Century B.C.”
http://www.mechanical-translation.org/history.html
Daha sonraki zamanlarda da benzer belgelerin ortaya çıkarıldıkları ancak ve bunların "Vahiy" olarak Musa'ya iletilen ifadeler olmadığı ve o zaman yaşamış olanlar tarafından "Yazıldıkları" anlaşılmaktadır. Yüce Allah söz vermiş olmasaydı o sırada onların işlerini derhal bitirilmesine hükmedeceğine işaret etmekte ve onların Kur'an hakkında da derin bir şüphe içinde olduklarını Hz.Muhammed'e bildirmektedir.
Andolsun biz Musa'ya Kitab'ı verdik, onda da ayrılığa düşüldü; eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında derhal hükmedilirdi, onlar Kur'an hakkında derin bir şüphe içindedirler. (61/45), (41/45)
Tevrat ve İncil konularında yapılan araştırmalar ve incelemelere bu durumu teyit etmektedir. Nitekim Britannica Ansiklopedisinde Yahudilerin kutsal kitabı olan Torah'ın (Tevrat) bilinen en eski tarihli ve İbranice "derlemesinin" Milattan önce 1200-100 yılları arasında yazıldığı ve Milattan sonra 2nci yüzyılda son şeklini aldığı belirtilmektedir.
"Hebrew Bible, collection of writings that was first compiled and preserved as the sacred books of the Jewish people. It also constitutes a large portion of the Christian Bible, known as the Old Testament. Except for a few passages in Aramaic, appearing mainly in the apocalyptic Book of Daniel, these scriptures were written originally in Hebrew during the period from 1200 to 100 bce. The Hebrew Bible probably reached its current form about the 2nd century ce.”
Hebrew Bible | Definition, Books, & History | Britannica
Buna göre “Hebrew Bible” olarak tanımlanan söz konusu “derlemenin” Musa Peygamberden yaklaşık 100 yıl sonrasında yazıldığı anlaşılmaktadır. (Musa Peygamber Doğum MÖ:1440, Ölüm MÖ:1320)
Bunun yanında başka bir kaynaktaki bilgilerden bilinen en eski Totah "tomarının" tamamlanmış olarak "bütün" halinde 1250 yılında "yazıldığı" anlaşılmaktadır.
"The oldest complete Torah scroll still in use has been carbon-dated to around 1250 and is owned by the Jewish community of the northern Italian town of Biella"
List of Hebrew Bible manuscripts - Wikipedia
Bu durumda Tevrat'ın Musa tarafından kendisine iletilen "Vahiylere" göre yazılmış olduğuna dair herhangi bir "Delil" bulunmadığı ve Tevrat'ın Musa tarafından yazılmasının yanında ikinci bir olasılık olarak sonraki nesillere aktarılan hikayelere ve olaylara dair rivayetlerin bunlara aşina olanlar tarafından yazılmış olması ihtimalinin bulunduğu ileri sürülmektedir.
“It is widely believed that the Torah was written by Moses. While this is the traditional origins of the Judeo-Christian religions, there is no record in the Torah of its author. Whether the Torah was written by Moses or another author, how did he know about the events of creation, the flood, and the history of the Hebrew people? Two possibilities exist to explain this knowledge. One possibility is that God had revealed the facts to him through divine inspiration. The other possibility is that the stories and events were handed down from generation to generation and the author would have been very familiar with these traditional stories and could have simply written them down.”
http://www.mechanical-translation.org/history.html
Böylece sonradan "insanlarca" yazılan ve bu nedenle Kur'an'da "Tahrifata" uğradığı belirtilen Tevrat'ın halen belirli zamanlarda "Yetkili" bazı "Din Adamları" tarafından bazı hükümlerinin yeniden "Düzenlenerek" bir diğer ifade ile eklemeler veya değiştirmeler ya da çıkarmalar yapılarak kendi bilgi düzeyleri çerçevesinde "Çağdaş" düşüncelere ve uygulamalara göre yazımının sürdürüldüğü anlaşılmaktadır.
Bu durumun Tevrat'ın "Asıl" kitabının daima bir felsefe, reform ve ilahiyat çalışma "Süreci" olduğu düşüncesinden kaynaklandığı açıklanmaktadır.
“Torah has always been a process. In previous generations, that fact was sometimes downplayed in favor of the myth of an unchanging Torah that “Moses received at Sinai and passed on to Joshua, and Joshua to the elders,” and so on. (Mishna Pirkey Avot 1:1) But it was truly a dynamic process that bequeathed to us the Torah in the narrow sense of the Five Books of Moses.Therefore, in order for Jewish civilization to function and provide a framework of meaning and godly living, we need to value the specificity of Jewish forms and traditions, while insisting on change when those forms no longer function to support our values. This methodological contribution of Reconstructionism to the Torah process, a civilizational, functional view of tradition, has been a major driving force in Reconstructionist Jewish life and creativity. Finally, a Reconstructionist Torah process explicitly learns from contemporary, non-Jewish wisdom and values. Examples of such learning include an embrace of democracy and contemporary science.”
https://www.reconstructingjudaism.org/article/torah-process-how-jews-make-decisions
Yüce Allah gönderdiği bütün peygamberleri ile "Allah'ın Sözü" olduğunu belirterek açıkladığı ve "Din" olarak tanımladığı "gerçekleri" anlamaları ve ona göre davranmaları için bütün insanlara bildirdiğini açıklamaktadır. Ancak insanlardan bir kısmının bu gerçekleri (Allah'ın Sözünü) söylenenden başkasıyla değiştirdiklerini ve böylece "zulmedenlerden" olmalarından ötürü üzerlerine gökten bir azap gönderdiği bildirilmektedir.
Fakat onlardan zalim olanlar, sözü, kendilerine söylenenden başkasıyla değiştirdiler. Biz de zulmetmelerinden ötürü üzerlerine gökten bir azap gönderdik. (39/162), (7/162)
Öte yandan Allah insanlara bildirdiği ve "nezdinde" geçerli ve doğru (Hak) olan bu dinin adının "İslâm" olduğunu bildirmektedir. Böylece "Gerçekleri" açıklayan "İslam Dini" ile bilgilendirilenlerin (Kitap Verilenlerin) kendilerine bu bilgiler (ilim) geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştükleri belirtilmektedir.
Ayete göre bu durumun Kıyamet zamanına kadar devam edeceği ve Allah'ın "Zalimler" olarak tanımladığı bu işleri yapanlara geçmiş zamanlarda "Azap" gönderdiği ve "Kıyamet günü onların aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında hükmedeceği" dikkate alınması gereken bir "uyarı" olarak açıklanmaktadır.
Yüce Allah, Musevilerin (Yahudilerin) inançlarında kendilerine iletilenler üzerinde yaptıkları bu tür uygulamalara işaret edilerek, onların da "Uyarılmaları" için Hz.Muhammed'e önerilerde bulunduğunu açıklamaktadır.
Allah'ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi" dediler. De ki: “Öyle ise Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği Kitab'ı kim indirdi? Siz onu kâğıtlara yazıp açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın da bilemediği şeyler size öğretilmiştir.” Sen "Allah" de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar! (55/91), (6/91)
Bu, Ümmü'l-kurâ ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır. Ahirete inananlar buna da inanırlar ve onlar namazlarını hakkıyla kılmaya devam ederler. (55/92), (6/92)
Buna göre Allah'ın, Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği Kitap’ı indirdiğini, onların da kendilerine iletilenlerden istediklerini kâğıtlara yazıp açıkladıklarını ve çoğunu da gizlediklerini, onların da atalarının da bilemediği şeylerin Kur'an'da onlara öğretildiğini, Allah'ın hiçbir beşere bir şey indirmediğini iddia eden Musevilere Hz.Muhammed'in hatırlatmasını istediği bildirmektedir.
Bu hatırlatmalara rağmen kendisine ve insanlara ilettiği "Kur'an’a" inanmayanları daldıkları "Bataklıkta" kendi hallerinde bırakması ve sadece Allah'a "Sığınması" Hz.Muhammed'e telkin edilmektedir.
Hz.Muhammed'e yapılan bu telkin dikkate alındığında, günümüz insanlarından da diğerleri üzerinde onları "Kendi İnançlarına" göre düşünmeleri ve davranmaları için "Zorlamamaları gerektiğini "Anlamaları" beklenmektedir. Yüce Yaratan Kur'an’ı daha önceki Peygamberler aracılığı ile insanlara iletmiş olduğu bütün öğüt ve önerileri "Doğrulayan" bir "Mübarek" kitap olarak kendisine "İndirdiğini" ve ölüm sonrasındaki geleceklerinde sonsuz yaşam süreçlerine iman edenlerin Yaratan'a olan dualarına (Salâtlarına) devam ederek "Kur'an’a" da iman edecekleri Hz.Muhammed'e bildirilmektedir. Buna göre bu Ayetleri insanlara iletirken özellikle ölüm ötesindeki "Sonsuz" yaşam sürecine dikkat çekmesinin Hz.Muhammed'e hatırlatıldığı söylenebilir.
Ayrıca, Kur'an’ın o sırada Hz.Muhammed'in içinde yaşadığı toplumda en önemli bir şehir olan ve Ayette "Ana Kent" şeklinde (Ümmül-Kura) tanımlanan Mekke şehrindekileri ve çevresindekileri "Uyarması" için kendisine indirildiğine de işaret edilmektedir. Bu anlatımda yapılacak "Uyarı" görevinin insanların çoğunlukla bulunduğu kalabalık şehirden başlatılmasının ve böylece özellikle ilk zamanlarda çok sayıda insana ulaşılmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Bu durum, bugün çeşitli amaçlara yönelik olarak kullanıldığı gibi, insanların yönlendirilmesinde ve bilgilendirilmesinde öncelikle "Büyük" yerleşim merkezlerinde iletişime geçilmesinin daha etkili olacağını göstermektedir.
Allah'a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahiy edilmemişken "Bana da vahyolundu" diyenden ve "Ben de Allah'ın indirdiği ayetlerin benzerini indireceğim" diyenden daha zalim kim vardır! O zalimler, ölümün dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: "Haydi canlarınızı kurtarın! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve Allah'ın âyetlerine karşı kibirlilik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız!" derken onların halini bir görsen! (55/93), (6/93)
Yüce Allah, kendilerine iletilenlerden istediklerini kâğıtlara yazıp açıkladıklarına ve çoğunu da gizlediklerine işaret ettiği Musevi (Yahudi) toplumunda veya günümüzdeki toplumlarda daha da ileri gidip, kendisine hiçbir şey vahiy edilmemişken "Bana da vahyolundu" ve "Ben de Allah'ın indirdiği Ayetlerin benzerini indireceğim" diyerek Allah'a karşı yalan uyduranların "Zalim" olduklarını ve onlardan daha "Zalim" kimse olamayacağını bildirmektedir. Bu şekilde insanlara zulmeden "Zalimlerin" ölümleri sırasında kendilerine "Haydi canlarınızı kurtarın! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve Allah'ın Ayetlerine karşı kibirlilik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız!" denileceği belirtilmekte ve bu duruma düşenlerin ölümle pençeleşirken yaşayacakları derin ve korkunç pişmanlığa bütün insanların dikkatleri çekilmektedir.
Görüldüğü gibi Allah'a karşı hiçbir bilgisi olmadan diğer insanlar üzerinde etkili olmak ve onları yönetmek amacı ile kendilerini "Kutsallaştıran" insanların ancak "Zalim" oldukları, çünkü bu davranışları ile diğer insanların "Hakları" üzerinde etkili olarak onlara "Zulüm" ettikleri açık bir şekilde bildirilmektedir. İnsanlara bu tür davranışlarda bulunanları bu açıdan değerlendirmeleri için bu ve diğer tüm Ayetler üzerinde düşünmeleri ve ona göre davranmaları önerilmektedir.
Bugünkü koşullarda hangi dili konuşursa konuşsun ve nerede olursa olsun her insan kendisine iletilmiş olan Allah'ın Sözlerine (Ayetlerine) ulaşabilmektedir. Bu nedenle birbirleri ile olan ilişkilerinde, İnsanların Allah'ın Sözü olan bu Ayetlerini okuyabildiklerinin ve "Akıllarını" kullanarak onları "Anlayacak" kabiliyetlerinin bulunduğunun ve herkesin bu kabiliyetleri doğrultusunda inanışlarından "Yaratan'a" karşı sadece "Kendisinin" sorumlu olacağının dikkate alınması, huzurlu bir toplum yaşamı açısından önem taşımaktadır.
Allah, peygamberlerin çoğunun geldiği İsrailoğullarına özel bir yer vermiştir. Bu açıdan bu kavmin insanlarının Allah konusunda defalarca ve en iyi biçimde bilgilendirilmiş olması gerektiği sonucuna varılmaktadır. Yüce Allah, bu hususu açık bir şekilde belirtmektedir.
Andolsun ki biz, İsrailoğullarına Kitap, hüküm ve peygamberlik verdik, onları güzel rızıklarla besledik ve onları dünyalara üstün kıldık. (65/16), (45/16)
Din konusunda onlara açık deliller verdik ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler; şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir. (65/17), (45/17)
Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık, sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma. (65/18), (45/18)
Çünkü onlar, Allah'a karşı sana hiçbir fayda vermezler. Doğrusu zalimler birbirlerinin dostlarıdır; Allah da takvâ sahiplerinin dostudur. (65/19), (45/19)
Andolsun biz Musa'ya Kitap verdik. Sen ona kavuşacağından şüphe etme ve onu İsrailoğullarına hidayet rehberi kıldık.(75/23), (32/23)
Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik. (75/24), (32/24)
Muhakkak ki Rabbin, ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında kıyamet günü onların aralarında hükmedecektir. (75/25), (32/25)
Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: “Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim” demişti. Fakat o, kendilerine açık deliller getirince: "Bu apaçık bir büyüdür" dediler. (109/6), (61/6)
Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. (110/5), (62/5)
De ki: “Ey Yahudiler! Bütün insanlar değil de yalnız, kendinizin Allah'ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimi iseniz, haydi ölümü temenni edin” (110/6), (62/6)
Ama onlar, önceden yaptıklarından dolayı ölümü asla temenni etmezler. Allah, zalimleri çok iyi bilir. (110/7), (62/7)
De ki: “Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz de O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.” (110/8), (62/8)
Buna göre İsrailoğulları olarak tanımlanan toplum da o sırada Dünya üzerinde yaşayan diğer toplumlardan bu anlamda, yani “Tek Yaratıcı” ve “Her Şeyin Sahibi” Allah fikrinin gelecek nesillere iletilmesi görevini üstlenmesi nedeniyle çok farklı ve Kur'an’ın ifadesi ile "Üstün Kılınan" bir konumda bulunmaktadır. Zira, İsa ve daha sonra Hz.Muhammed gönderilinceye kadar, "Tek Yaratıcı” ve Her Şeyin Sahibi” Allah fikrinin en geniş anlamda bu toplumda yaşatıldığı anlaşılmaktadır. Ancak, tüm bunlara rağmen bu kavim nefslerine sürekli olarak mağlup olmuş ve aralarında çekememezlik meydana gelmiştir.
Bunun sonucunda kendilerine gelmiş olan ve ilk detaylı kitap olan Tevrat metinlerinde, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştükleri için, değiştirme ve eklemelere kadar varan işlemlere kadar tevessül etmişler ve Allah'ın gönderdiği yazılı metin üzerinde menfaatleri ve politikaları doğrultusunda oynayarak tahrifat yaptıkları belirtilmektedir. Yüce Allah, bu duruma çok uzun bir süre müdahale etmemiş sonunda yine aynı soydan olan İsa ile birlikte “Kitabını” yenilemiştir.
Ayetlerde bu toplumun çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüğü şeyler hakkında "Kıyamet" zamanında hüküm vereceğini bildirilmekte böylece bu topluma özel olarak "Uyarı" yapılmaktadır. Bu nedenle İsrailoğulları, "Doğru Yola" ulaşabilmeleri için, bu uyarıları dikkate alarak İncil ve Kur'an üzerinde önemle durmaya ve Musa Peygambere iletilenler üzerinde yapılan değişiklikleri bu anlamda yeniden gözden geçirmeye davet edilmektedir. Ayrıca kendilerine Musa Peygamber tarafından iletilen Tevrat hükümlerine uymayıp üzerinde ayrılığa düşen ve onunla amel etmeyenlerin durumu ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumuna benzetilmektedir.
Buradaki benzetme tüm insanlar açısından önemli bir uyarı niteliğindedir. Buna göre insanlara peygamberler tarafından "yaratılış" ve yaratılışa ait ip uçlarının yer aldığı "vahiylerdeki" bilgileri (Kitap) akıllarını işleterek incelemeleri halinde her şeyin yaratıcısı olan "Tek Yaratıcı Güç" hakkında fikir sahibi olacakları belirtilmekte, aksi halde bu ortamdaki yaşamlarını kendilerine verilen (taşıdıkları) bu "bilgi hazinesinden" ve kendilerine Allah'ın lütfettiği "Akıldan" haberleri olmadan harcayacakları hatırlatılmaktadır. Bu nedenle bütün insanlardan peygamberlerin vahiy olarak alıp bildirdiklerinde ve en son olarak "indirilmiş olan" Kur'an Ayetlerinde belirtilen olay ve açıklamaları önemle incelemeleri ve böylece yaratılış ve "Yaratan" ile ilgili gerçeklere ulaşmaları beklenmektedir.
Yüce Allah Musa'ya "Kitap" verdiğini yeniden hatırlatarak onu İsrailoğullarına bir "kurtuluş" rehberi olarak görevlendirdiğini ayrıca "sabrederek" Ayetlerine "kesinlikle inandıkları" zamanlarda onların içinden onları doğru yola ileten başka rehberler de tayin ettiğini bildirmekte ve kendilerine iletilenler ile ilgili olarak "ihtilaf" etmekte oldukları şeyler hakkında kıyamet günü onların aralarında "mutlaka" hükmedeceğini açıklamaktadır.
Buna göre Yahudilerin aralarındaki ihtilafın, Tevrat'taki hükümlere "inanmış" olanlar ile bunları "yeniden yazanlar" arasında olduğu düşünülebilir. Bu açıklamalara göre Allah'ın Ayetlerini yalanlayan, değiştiren ve böylece zalimler topluluğu haline dönen kavmin durumunun ne kötü olduğuna işaret edilmekte ve Allah'ın zalimler topluluğunu doğru yola iletmeyeceği açıkça ihtar edilmektedir.
İsrailoğulları'nın bir diğer ayrılığa düştüğü konu olarak bütün insanlar değil de yalnız kendilerinin Allah'ın dostları olduklarını iddia ettikleri belirtilmektedir. Yüce Allah Hz.Muhammed'e bunda samimi iseler onlardan ölümü temenni etmelerini iletmesini, ama onların önceden yaptıklarından dolayı ölümü asla temenni etmeyeceklerini, ayrıca işin "gerçeği" olarak kendisinden kaçtıkları ölümün muhakkak onları bulacağını, sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceklerini ve de Allah'ın bütün yaptıklarını kendilerine haber vereceğini bildirmesini öğüt vermektedir.
Sonuç olarak Yüce Allah, Hz.Muhammed'e ve bütün insanlara indirdiği Kur'an hükümleri ile "gerçekleri" ve "Doğru Yolu" göstermiş olduğunu hatırlatarak sadece ona uyulmasını kendilerine iletilenler konusunda ayrılığa düşen ve gerçekleri bilmeyenlerin isteklerine uyulmamasını çünkü onların Allah'a karşı hiçbir fayda veremeyeceklerini bildirmektedir. Böylece Kur'an hükümleri ile bütün insanlara iletilen "Doğru Yolu" araştırıp anlamaya çalışmadıkları için "gerçekleri" bilmeyenlerin Allah'a karşı zulmederek "Zalim" olduklarına işaret edilmekte ve onların ancak birbirlerinin "Dostu" oldukları, Allah'ın ise Allah’a samimiyetle inananların (Takva Sahiplerinin) dostu olduğu bildirilmektedir.
Yüce Allah ayrıca Hz.Muhammed'e gerçek ortama geri döndüğünde (Allah'a Döndürüldüğünde) Musa ile buluşacağını (kavuşacağını), bundan şüphe etmemesini özel olarak bildirmekte ve böylece görevini yapmasında ona yardımcı ve destek olmaktadır.
Öte yandan, İsa Peygamberin İsrailoğulları'na kendisinin "Allah'ın Elçisi" olduğunu ve kendisinden önce Musa Peygamber ile insanlara iletilen Tevrat'ı doğrulayıcı ve kendisinden sonra gelecek "Ahmed" adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak gönderildiğini bildirdiği açık bir şekilde bütün insanlara açıklanmaktadır. Buna göre Ayette İsa tarafından geleceği açıklanan Ahmed isimli peygamberin Hz.Muhammed olduğu anlaşılmaktadır. Zira Hz.Muhammed Peygamberin aynı zamanda "Ahmed" ismi ile tanımlandığı, Hz.Muhammed'in isminin “çok övülen, yüksek ahlâk sahibi” anlamında olduğu ve Ahmed isim ya da sıfatının da aynı anlamı taşıdığı tefsirlerde belirtilmektedir. Bu konuda Elmalılı tefsirinde özet açıklama yapılmaktadır.
"Nitekim kalplerinin eğriliklerinden dolayı İsa'yı da kabul etmediler, kabul ettik diyenler de sözlerini tutmadılar. O vakti düşünün ki: Meryem oğlu İsa şöyle demişti: (Musa (a.s) baba tarafından İsrail oğullarından olduğu için onlara, ey kavmim diye hitab etmişti. İsa (a.s.)'nın ise babası olmadığı için ey İsrail oğulları dedi.) Ey İsrailoğulları, Haberiniz olsun ki ben size Allah'ın elçisiyim önümdeki Tevrat'ı tasdikçi ve benden sonra gelecek bir Resul'ün müjdecisi olarak gönderildim ki o Resul'ün ismi, Ahmed'dir. Burada Ahmed isminin özel bir isim olması da mânâsı da kasdedilmiş olabilir. Yani adı son derece övgüye layık ve pek güzel demek de olabilir. Zira İsa'nın müjdelemekle emredildiği Peygamber (s.a.v)'in bir ismi de Ahmed'dir. OnunHz.Muhammed ismi de Ahmed ismi gibi, aynı hamd maddesinden olarak en güzel ve övülecek ismidir. Mamafih burada Ahmed isminin bizzat kendisinin kasdedilmiş olması daha doğrudur. Nitekim İmam Mâlik, Buhârî, Müslim, Darimî, Tirmizî ve Nesaî Cübeyr b. Mut'im (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Benim çeşitli isimlerim vardır. Ben Hz.Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben toplayıcıyım, insanlar benim ayaklarım üzere toplanacaklardır. Ben mahvediciyim ki, Allah benimle küfrü mahvedecektir. Ve ben sonuncuyum." Âyette belirtildiği üzere Îsâ kendisinden sonra gelecek elçinin adının Ahmed olduğunu haber vermişti. Bazı hadislerdeki ifadeye göre de Hz.Muhammed’in diğer bir adı Ahmed’dir; fakat Hz.Muhammed ismiyle aynı kökten gelen Ahmed kelimesinin onun sıfatı olduğu görüşü de vardır. Her iki ihtimale göre bu kelime, “çok hamdeden” veya “çok övülen, yüksek ahlâk sahibi” mânalarına gelmektedir veHz.Muhammed kelimesiyle yakın anlamdadır."
KUR'AN-I KERİM,ELMALILI TEFSİRİ: SAF SURESİ (kuranikerim.com)
Bu durumda Hz.Muhammed'e bütün insanlara bildirilmek üzere vahiy edilen Kur'an Ayetlerinin de işaret edilen "açık deliller" oldukları anlaşılmaktadır. Zira İsrailoğulları'nın Hz.Muhammed'in Kur'an Ayetleri ile bildirdiği "gerçeklerin", Tevrat'ta kendilerine bildirilmiş olan "nitelikleri" taşıyan Peygamber (Ahmed) olduğuna dair "açık deliller" olması karşısında Hz.Muhammed'in Tevrat'ta bahsedilen "Peygamber" olduğunu anlamış olmalarına rağmen, kendi bildiklerinden dönmemek için kibirlerine yenik düşerek ona inanmadıkları ve onun ilettiklerinin de "büyü" olduğunu ileri sürdükleri bildirilmektedir.
Bu anlayış günümüzde de devam etmekte ve özellikle Yahudi toplumu yalnız kendilerinin "Allah'ın Dostları" olduklarını iddia etmektedirler. Yüce Allah Ayetlerini yalanlamış olan toplumların durumu ne kadar kötü olduğuna dikkat çekmekte ve böylece inkâr ederek "zalim" olan topluluklarını doğru yola iletmediğini ve zalimleri çok iyi bildiğini ihtar etmektedir.
Bu nedenle Kur'an Ayetlerinin hiçbir ön yargı taşımadan ve tamamen "Akıl" ile derlenerek incelenmeleri gerekmekte ve insanlardan Ayetlerin bildirdikleri "gerçekleri" anlamaya çalışmaları beklenmektedir.
Yüce Allah Yahudilerin ve Hristiyanların kendilerine yakıştırdıkları "üstünlük" nedeniyle doğru yoldan ayrıldıklarına bazı örnekler vererek işaret etmektedir.
Yahudiler yahut Hristiyanlar hariç hiç kimse cennete giremeyecek, dediler. Bu onların kuruntusudur. Sen de onlara: Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin de. (87/111), (2/111)
Bilakis, kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır ne de üzüntü çekerler. (87/112), (2/112)
Hepsi de kitabı okumakta oldukları halde Yahudiler: hristiyanlar doğru yolda değillerdir, dediler. hristiyanlar da: Yahudiler doğru yolda değillerdir, dediler. bilmeyenler'de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah, ihtilafa düştükleri hususlarda kıyamet günü onlar hakkında hükmünü verecektir. (87/113), (2/113)
Allah'ın mescitlerinde Allah'ın adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır!
Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır. (87/114), (2/114)
Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir ayet gelmeli değil miydi?
Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik. (87/118), (2/118)
Ayetlerdeki ifadelere göre Yahudiler yahut Hristiyanlar hariç hiç kimsenin cennete giremeyeceğini iddia ettiklerini açıklamaktadır. Ancak sadece Yahudilerin ve Hristiyanların Cennet'e gireceklerine dair olan inanışların hiçbir delil veya dayanağın bulunmadığı belirtilmekte ve aksine Yüce Allah'ın kim iyilikte bulunan ve her işi layıkıyla yapan (muhsin) olarak yüzünü Allah'a döndürürse onun karşılığının (ecri) Allah (Rabbi) katında olduğu belirtilmekte ve öyleleri için bir korku bulunmadığı ve üzüntü de çekmeyecekleri açıklanmaktadır.
Böylece her türlü inanışta olan insanlara son olarak Hz.Muhammed'e vahiy edilen Kur'an Ayetlerini ve Allah'ın öteden beri Peygamberleri ile ilettiği ve Kur'an Ayetleri ile çatışmayan uyarı ve öğütlerini "Akıllarını" işleterek anlamaya çalışmaları önerilmektedir.
Kur'an'ın indirilmesinden önceki toplumlardan olan Yahudiler ile Hıristiyanların Peygamberlerinin kendilerine ilettiği kitaplarda "bildirilenleri" okudukları halde "kendilerine" göre yorumlamaları sonucunda birbirlerini doğru yolda olmamakla itham ederek aralarında ayrılığa ve ihtilafa düştükleri örnek olarak bildirilmektedir. Bu toplumlarda Peygamberlerinin ilettiği kitaplar hakkında bilgileri bulunmayanların da onlara katıldıkları, onların söylediklerini tekrarladıkları açıklanmakta ve Yüce Allah'ın ölümleri sonrasında (Kıyamet Günü) ihtilafa düştükleri hususlarda "hüküm vereceği" bir defa daha ihtar edilmektedir.
Tevrat ve İncil'i bir kenara bırakarak yani sadece kendi düşünce ve görüşlerinin en "doğru" olduğunu ve bunun dışındakilerin doğru yolda olmayacaklarını ileri sürüp birbirleri ile tartışan Yahudiler ve Hristiyanlar ile her şeyi "inkar" ederek "Kitabı" bilmeyenlerin aralarından bir bölümünün, iman edenleri Allah'ın anıldığı yerlere (mescitlerine) girmelerine engel olanların ve onların harap olmasına çalışanların ancak "zalim" oldukları belirtilmekte ve mescitlerin Allah'ın olduğunu hatırlayarak buralara (mescitlere) ancak "korkarak" girmeleri gerektiği belirtilmektedir.
Yüce Allah tüm insanlara, Ayetlerinin "Kendisinin ve Yaratıcılığının Delili" olduğuna ve "gerçekleri" iyice bilmek isteyenlere "gerçeklerin" Ayetlerde apaçık gösterildiğine işaret etmektedir.
Bu günkü Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu'nun himayesinde "İnsanlar" tarafından geliştirilmiş bir "İnanç Sistemi" niteliğindedir. Kutsal Kitap olarak adlandırılan "İncilin” çok sayıda değişik nüshaları bulunmaktadır. İncil'de yer alan Ayetlerin, Allah'ın İsa'ya "vahiy ettiği" mesajlar olduğunu söylemek çok zordur. Zira bu Ayetlerin hangilerinin "Sahih" oldukları konusunda hiçbir somut bilgi mevcut değildir. Nitekim Musevilik ve Hristiyanlık ortak geçmişi olarak adlandırabileceğimiz "Kutsal Kitaplar" ile ilgili olarak yapılan genel bir değerlendirmeye göre "Tevrat" ve "İncil" birbirlerinin devamı olarak ele alınmakta ancak bu konuda çok sayıda "Derlenmiş" Kitaplar bulunduğu ve bunların içeriklerinde diğerleri ile çelişen ve ayrışan yorumlar yapıldığı görülmektedir.
https://en.wikipedia.org/wiki/Biblical_canon#Canons_of_various_Christian_traditions
Buna göre, halen kullanılan dört İncil'den Matthew'e ait olanının daha çok "Doğru" unsurlara sahip olduğu düşünülebilir. Öte yandan bu konuda "Nosdic" olarak adlandırılan inanış, İsa tarafından insanlara öğretilen "Asıl" iletilere daha yakın durmaktadır.
Daha ziyade akıl ve bilginin ön planda tutulduğu ve herhangi bir "Dini Hiyerarşinin" bulunmadığı bu inanç yapısı o sırada en önemli yönetim gücü olan Roma İmparatorluğu açısından riskli bulunmuş ve bu inanışta olanlar "Kafir" olarak dışlamış ve kurulan "Hristiyan İnanç Sistemi" dışında bırakılmıştır. Böylece İsa Peygamberin Allah tarafından kendisine vahyedilen Ayetlerin büyük bir bölümünün, sonradan Roma İmparatorluğu Politikalarının yürütülmesinde sorun olmayacak şekilde düzenlendikleri sonucuna varılabilir.
“The word Gnostic is formed from the Greek word for knowledge. Gnosticism claimed to give a particular knowledge of the mysteries of the unseen world. Greek philosophy merged into Oriental mysticism. In its early years the great danger to which Christianity was exposed arose from Gnostic Heresy by which Christian doctrines were corrupted.
“The Gnostics were a sect of philosophers that arose in the first ages of christianity, who pretended they were the only men who had a true knowledge of the christian religion. They formed for themselves a system of theology, agreeable to the philosophy of Pythagoras and Plato, to which they accommodated their interpretations of scripture. They held that all natures, intelligible, intellectualand material, are derived by successive emanations from the infinite fountain of deity. These emanations they called oeons. These doctrines were derived from the oriental philosophy.”
http://www.angelfire.com/la/prophet1/gnosticism.html
“The defining difference between gnostic Christianity (the word gnosis means ‘knowledge' or ‘insight') and what came to be known as Orthodox Christianity is a controversy over the meaning of ‘salvation'. In what became orthodox thought the world is to be understood in terms of sin and punishment or redemption and reward. To the Gnostics what was important was knowledge, insight and understanding which then led to enlightenment. Their Gnosis (knowledge or insight) was not of the scientific sort but rather consisted of an intuitive, very personal way of knowing something, in the same way that through personal experience you might know another person (and one of the highest goals is to know yourself, since if you knew yourself you gained an understanding of human nature that resulted in prophetic insights into the course of the future as well as an understanding of the nature of God, since your nature was a product of the working of God, and thus to know oneself was to know God).
As orthodox Christianity developed as a patriarchal hierarchy, there was an emphasis placed on the authority of certain sources of ‘divine revelation' which were located outside the individual (situated then in some authority figure) while to Gnostics the most important source of revelation was to be found by each person embarking on a search for enlightenment within themselves (in this way Gnosticism developed in a way which was not hierarchical). It can then be understood that the Gnostics were persecuted, and eliminated, not because their doctrine was ‘heresy', but rather because the political implications of the doctrine of ‘enlightenment' was that this would result in a challenge to the class structure of Roman society and would also result in the loss of influence of religious authorities."
http://www.awitness.org/journal/gnostic_enlightenment.html
“The Christian Church is composed of some twenty splinter sects with a fundamental division between the Nostics who believed God's intent is acquired through knowledge (a Greek tradition) versus the Orthodox who believed its a matter of faith based upon the Churches interpretation of scripture. The Nostic Christians live by the oldest surviving Gospel called the Gospel of Thomas that includes some 114 sayings of Jesus. The Nostic Christians had some 13 books in their Bible. The Roman Paulist Christians considered the Nostic Christians as heretics. The longstanding pagan tradition of religious monopoly is adopted in the Roman Paulist Sect Church as a result of this debate."
http://www.agt.net/public/dgarneau/euro36.htm
Burada ilginç olan bir diğer konu da İsa'dan yaklaşık 1400 yıl önce insanlara uyarıcı Peygamber olarak gönderilen Musa Peygambere Allah tarafından vahiy edilen mesajların çok daha sağlıklı olarak bugüne ulaşabilmiş olmasına rağmen, İsa Peygambere vahiy edilen mesajların gerçekliğinin daha belirsiz olabilmesidir. Bu anlamda günümüzdeki İncil içeriklerinde, İsa'nın hayatı ile ilgili olaylar "Anlatılmaktadır". Allah'ın İsa'ya "Vahiy" ettiği öğüt ve önerilerin, aslında tüm insanlara Allah fikrinin gerçekliğini açıklayıcı ve insanlar arasındaki ilişkilerin düzgün olmasını sağlayıcı olmak üzere ve Allah Sözü olması gerektiği düşünüldüğünde, bugünkü İncillerde İsa ile ilgili çok sayıda "Hikaye" şeklinde anlatımların bulunması ve bu anlatımların bazılarında insanların fikir yürüterek ders veya öğüt almalarını sağlayıcı unsurları taşımalarına rağmen, "Yaratıcılık" ve "Tek Yaratıcı Güç" ile ilgili olarak insanları "düşünmeye" yöneltecek "gerçeklerin" bulunmaması nedeniyle, Allah'ın İsa'ya vahiy ettiği "Ayetlerinde" bazı değiştirmelerin yapıldığını ve İncil'in "asıl" nüshasının da bir şekilde yok edildiğini ya da saklandığını düşündürmektedir.
Tarih kayıtları ile de teyit edilen gerçeklere göre, Tevrat ve İncil'in Asıl nüshaları bir şekilde ortadan kaybolmuş veya kasıtlı olarak kaybedilmiş, daha sonra o dönemlerde yaşayan insanların Musa ve İsa'nın yaşamları ile ilgili olayları hikaye eden ve onların söyledikleri olarak tanımlanan konular, ile Tevrat ve İncil'in Asıl nüshalarından hatırda kalanlar birlikte "İnsanlar" tarafından derlenerek birden fazla "Kutsal Kitaplar” meydana getirilmiştir. Her kutsal kitapta, onu yazanların görüşlerine göre cümlelerin yer almış olabileceği ihtimali, bu kitapların Asıl nüshalarının olmamaları nedeniyle, kimsenin inkâr edemeyeceği bir olgudur.
Böyle bir durumun Hz.Muhammed ve Kur'an açısından da benzer şekilde gerçekleşmiş olduğunu varsayarsak Hz.Muhammed'in Kur'an’ı insanlara iletmesinden sonra yazılan ve Hz.Muhammed'in hayatını anlatan "Siyer" kitapları ile Hz.Muhammed'in etrafında olan ve aynı zamanda birlikte yaşayan inanan kişilerin (Sahabilerin) yazdıkları ve Hz.Muhammed'in yaşayış tarzı, yaptıkları ve söylediklerini derleyen "Hadis" kitaplarının tamamının "Kutsal Kitap" olarak düşünülmesi gerecektir. Bu durumda söz konusu “derleme” kutsal kitapta Allah’ın vahiylerinin yanında insanlarca yapılan yorumların birlikte yer aldığı, buna karşılık bu derleme sırasında Kur'an içeriği olan Ayetlerin bir bölümünün bu düzenlemede herhangi bir nedenle veya kasıt ile yer almayacağı gibi bir sonuç ortaya çıkabilecektir. Ancak, Kur'anın Hz.Muhammed'e indirilişi ve yazılması ile ilgili tarihi kayıtlar, Kur'an açısından böyle bir durumun kesin olarak söz konusu olmadığını ve Kur'anın Hz.Muhammed'e "Vahiy" edilerek yani hafızasına sindirilerek 23,5 yıl boyunca sayısız defa okunup yazılı hale getirildiğini, dolayısı ile içeriğindeki Ayetlerin “Allah'ın Sözleri” olduğunu, bunların “Asıl” halinden hiçbir değişikliğe uğramadığını kesin olarak teyit etmektedir. Dolayısı ile Kur'an tüm insanlara gönderilmiş olan "Asıl" ve "Son" Allah Sözü olmaktadır ve önceki Allah Sözü kitapları kabul ve teyit ettiğine göre, bu kitapların bugünkü nüshalarında Kur'an Ayetleri ile aynı olan veya Kur'an Ayetlerine ters düşmeyen Ayetlerinin doğru ve Allah Sözü olduğunu, bunların dışında kalanların o kutsal kitabı yazanların kendi görüşleri olduğunu kabul etmek gerekmektedir.
Musevi toplumu, İsa tarafından iletilen Ayetleri kabullenmemiştir. Bu nedenle İsa Peygamber tarafından insanlara iletilen Ayetlerin "Bilinçli" bir şekilde insanlar arasındaki dolaşımının engellendiği düşünülebilir. Nitekim, Nosdic olarak tanımlanan inanışa ait "İncil" içeriğinin çok daha "İlahi" olduğu şeklindeki açıklamalar da bu düşünceyi destekler niteliktedir.
Yine Musevi toplumunun dini liderleri tarafından derlenen bilgilerden Musa ve Davud ile ilgili olarak günümüzde yayınlanan kitaplarda, bu Peygamberlerin "Allah'ın elçileri olmaları ve Allah'ın onlara vahiy ettiği öğretileri bir tarafa bırakılarak bu iki büyük Peygamberin çok özel yaşantıları ile ilgili olağanüstü detaylara yer verildiği görülmektedir. Bu durum Yahudi toplumunun İsa'dan 1.500-2.000 yıl önce yaşayan Peygamberlerine ait tüm hatta gereksiz detayları saklarken ve kuşaktan kuşağa aktarırken, İsa Peygamber ile ilgili bilgileri ve ona Allah tarafından vahiy edilen İncil Ayetlerini "Bilinçli" bir şekilde ortadan kaldırıldıklarını düşündürmektedir. Böyle davranmakla Musa toplumunun dini liderlerinin, kendileri tarafından değiştirilmiş ve hatta bazı bölümlerinin kendileri tarafından yazılmış olan ellerindeki Kutsal(!) kitabı korumayı böylece “İsrailoğulları” toplumunun daima “bu kurallara” göre ve kendi "Dini" otoriteleri altında yaşamasını amaçlamış olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim “İsrailoğulları” toplumundan olan İsa Peygambere Allah tarafından indirilmiş olan "Asıl" İncil nüshaları ortadan kaldırılmış böylece İsa Peygamberin öğretilerine dayanan "Hristiyanlık" inanış sisteminin “zaten” bu fanatik Musevi Önderleri tarafından tahrif edilmiş olan Musa ve Davud inanış sistemine etkisi kendi kontrollerinde olarak önlenmiş olmaktadır.
Bu duruma göre, Yahudi toplumunun kendi toplumundan yetişmiş olmasına rağmen, İsa'nın öğüt ve öğretilerini kabul etmedikleri ve bu fikirlerin kendi inançlarına bir etki veya zarar vermesini de önlemek üzere birtakım önlemler aldıkları ileri sürülebilir. Öncelikle, İsa'nın Yahudi toplumunu etkilemesini engellemek üzere Romalılara şikâyet edilerek ortadan kaldırılması sağlanmış, daha sonra da İsa'nın Allah tarafından kendisine vahiy edilmiş olan ve büyük bir olasılıkla İbrani dilinde yazılı hale getirilmiş olan öğüt ve öğretileri (-ki buna İncil'in Asıl Nüshası diyebiliriz,) yok edilmiştir.
Zira İsa'nın öğüt ve öğretilerini bildiren metinlerin, geçen zaman içerisinde Musa ve Davud tarafından bu topluma iletilmiş olan metinlerde yapılan değişiklikleri ve tahrifatları düzeltici ifadeleri içerdiği ve Kur’an’da genel anlamda “İslam” olarak adlandırılan bu “Dine” ait “asıl” unsurları yeniden teyit ettiği söylenebilir.
Bu varsayım dikkate alındığında, İsrailoğulları toplumunun “kendi kurallarını” terk edilerek İncil kurallarına uymaları ihtimali karşısında İncil'in Asıl Nüshasının “ortalıktan kaldırılması” en uygun ve kesin bir çözüm olduğundan, bu işlemin gerçekleştirildiği ve "En Büyük Sır" olarak dikkatlerden kaçırıldığı düşünülebilir.
İncil'in Asıl Nüshasının bu şekilde toplum içerisine çıkarılmamasının bir diğer çok önemli nedeninin de İsa Peygamberin öğretilerinin önceki kitapları teyit ederek onları düzeltici nitelikte olmasının yanında, Yüce Allah’ın “yanına yükselttiği” İsa Peygamberden sonra insanlara teselli eden, gerçekleri açıklayan, şefaatçi ve İsa Peygamberin söylediklerini hatırlatan başka bir elçi (paraklêtos veya paraklet) gönderileceğinin bu “asıl” nüshada belirtilmesi olduğu anlaşılmaktadır.
İslam Ansiklopedisinde özetlenen bilgilere göre bu konunun sadece Yuhanna İncilinde yer aldığı görülmektedir.
“Yuhanna İncili’ne göre Hz. Îsâ geleceğini müjdelediği paraklêtosun özelliklerini şu şekilde belirtmiştir: “Ben de babaya yalvaracağım ve o size başka bir parakleti, hakikat ruhunu verecektir, tâ ki daima sizinle beraber olsun” (14/15-16); “Fakat benim ismimle babanın göndereceği paraklet, Rûhulkudüs, o size her şeyi öğretecek ve size söylediğim her şeyi hatırınıza getirecektir” (14/26); “Babadan size göndereceğim paraklet, babadan çıkan hakikat ruhu geldiği zaman benim için o şehadet edecektir” (15/26); “Benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem paraklet size gelmez, fakat gidersem onu size gönderirim” (16/7); “Ve o geldiği zaman günah için, salâh için ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir” (16/8); “Fakat o hakikat ruhu gelince size her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemeyecektir; fakat her ne işitirse söyleyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir” (16/13); “O beni ta‘ziz edecektir; çünkü benimkinden alacak ve size bildirecektir” (16/14).”

Diğer İncillerde bulunmayan bu durum Yuhanna İncilindeki bu “ayetlerin” İncil’in asıl nüshasından aktarıldığını düşündürmektedir. Zira Kur’an Ayetlerinde Yuhanna İncil’ine göre İsa Peygamberin geleceğini müjdelediği ve paraklêtos veya paraklet olarak tanımladığı “elçinin” Hz.Muhammed olduğu bildirilmektedir.
“Kur’an’a göre Allah geçmiş peygamberlerin hepsinden ileride gelecek peygamberi müjdelemeleri, ona inanıp yardımcı olmaları hususunda ahid almıştır (Âl-i İmrân 3/81). Diğer taraftan Tevrat ve İncil’de de bu müjdenin yer aldığı (el-A‘râf 7/157), Hz. Îsâ’nın kendisinden sonra gelecek Ahmed adındaki elçiyi müjdelediği Kur’an’da belirtilmektedir (es-Saf 61/6).”
FARAKLİT - TDV İslâm Ansiklopedisi
Buna göre Yüce Allah toplumlara gönderdiği peygamberlere “gerekmesi” durumunda ileride sahip oldukları bilgileri (nezdinizdekileri) tasdik eden peygamber göndereceğini açıklamakta ve onlardan gelecek olan peygambere inanıp yardımcı olmaları için söz aldığını bildirmektedir.
Bu durumda Musa ve İsa peygamberlerden sonra gelecek peygamberlerin kabul ve yardım edilmesi için Allah’a söz verdikleri ve onların verdikleri bu “söz” gereğince özellikle Musa peygamberden sonra gelen “müjdelediği” İsa peygamberin ve İsa peygamberden sonra gelen “müjdelediği” Hz.Muhammed’in kabul edilmesi bu bütün insanlara hatırlatılmaktadır. Nitekim yanlarındaki Tevrat ve İncil'de “yazılı buldukları” okuması yazması olmayan (ümmî) o Peygamber'e inanıp ona saygı gösterenlerin, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen Kur’an’a (nur'a) uyanların kurtuluşa erecekleri bildirilmektedir.
Hani Allah, peygamberlerden: "Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz" diye söz almış, "Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?" dediğinde, "Kabul ettik" cevabını vermişler, bunun üzerine Allah:" O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim," buyurmuştu. (89/81), (3/81)
Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyanlar, işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nur'a uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır. (39/157), (7/157)
Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: “Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim” demişti. Fakat o, kendilerine açık deliller getirince: "Bu apaçık bir büyüdür" dediler. (109/6), (61/6)
Ayette Yuhanna İncilinde “paraklêtos veya paraklet” olarak yer alan elçi, Hz.Muhammed’in adlarından biri olan “Ahmed” sözcüğü ile belirtilmektedir.
FARAKLİT - TDV İslâm Ansiklopedisi AHMED - TDV İslâm Ansiklopedisi
Yahudi toplumu, esasen İncil'in kendi dini kurallarını “yenilemesini” kabul edememektedir. Bu durum kabulü son derece zor ve "Meydan Okuyan" nitelikte bulunmaktadır. Ancak, Allah bu topluma çok sayıda uyarıcı ve peygamber göndermiş olmasına rağmen, onlardan beklenen imanı tam olarak kabullenemedikleri gerçeği karşısında, (Bu husus Kur'an’da yer alan çok sayıdaki Ayetlerde tüm insanlara iletmektedir.) onlara İsa peygamber ile İncil'in Asıl Nüshasını göndermiş ve İsa peygamberi kabul edip ona inanıp ona saygı göstermelerini ve ona yardım etmelerini bildirmiştir.
Bugün, bazı İsa Peygamber takipçisi olan insanların çeşitli şekilde araştırdıkları ve aradıkları kutsal objelerin, aslında İsa döneminden beri titizlikle saklanan İncil'in Asıl Nüshası olabileceği hiç te yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. Zira günümüzde Hristiyanlık olarak tanımlanan sistem, İsa döneminden birkaç yüz yıl sonra aslında Yahudi olan bir din adamı (St.Paul) tarafından derlenen ve içeriğinde İncil'in Asıl Nüshasında yer alması muhtemel bazı unsurları da taşıyan ancak, Yahudi inanışlarını da rahatsız etmeyecek şekilde ayrı bir yapıda oluşturulmuştur. Böylece, Yahudi toplumunun "Sadece Yahudi Toplumu" için olduğuna inandıkları Tevrat ve Zebur ile çerçevelenen inanç sistemi korunmuş olacak, Yahudi olmayan toplumlar için İsa'nın Allah'ın takdiri ile tüm insanlara ilettiği öğüt ve öğretileri kapsayan İncil'in Asıl Nüshası ortadan kaldırılarak bu metinlerden ve İsa'nın kişiliğinden yararlanılarak ayrı bir inanç sistemi oluşturulacaktır. Sonuçta, Yahudi olmayan insanların kendi inanç sistemine girmeleri önlenecek ve aynı zamanda İncil'in Asıl Nüshasında yer alan bazı ilahi unsurlar da eklenerek Yahudi toplumu dışındakilerin kendi sistemlerine zarar vermeyen ayrı bir sistem içerisinde bulunmaları sağlanmış olacaktır.
Bu çalışmaların sonucunda İsa'dan yaklaşık 300 yıl sonra insanlar arasında dolaşmakta olan çok sayıdaki İsa Öğretileri yani İncil sayfaları Dört Havari tarafından yapılmış derlemeler esas alınarak ve aralarında tam bir uyum olmamasına rağmen her birinin "Asıl İncil" olduğu kabul ve ilan edilmiştir. (İznik Konseyi). Bugün Hristiyan toplumlar tarafından bir çeşit Kast sistemi halinde oluşturulan "İnanç Yönetimi Yapısı" bu İncilleri asıl kitap olarak kabul etmekte ve bu yapıda yer alan dini mertebelerdeki kişilere, insanlara öğüt verip yol göstermeye ve ibadetlerini belirleyip yönetmek üzere yetkiler verilmektedir.
Belirtilen bu dört asıl sayılan İncil içeriğindeki cümlelerin hangilerinin "Ayet" olduğu yani Allah tarafından İsa'ya "Vahiy" edilmiş olduğu konusunda herhangi bir delil veya açıklık bulunmamaktadır. Bu İncillerde yer alan konu ve cümlelerin hangilerinin "Ayet" olabileceği ancak bunların "Kur'an Ayetleri" ile karşılaştırılması ile anlaşılabilir. Yani bu İncillerde Kur'an Ayetleri paralelinde yer alan öğüt ve önerilerin Allah tarafından İsa'ya vahiy edildiği söylenebilir. Diğer hususlar, Hristiyan yapının din adamları tarafından "Bir şekilde ve bazen de bir amaçla" bu İncillere eklendikleri düşünülebilir.
Bu durum o kadar köklü bir hale gelmiştir ki, bir an için Tevrat, Zebur ve İncil'in Asıl Nüshalarının aksi inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya çıkarıldığını varsaysak bile gerek Yahudi toplumu ve gerekse Hristiyan olarak tanımlanan inanç sistemine inananlar ve hatta diğer tüm inanışlara sahip olan insanların bu Dört ana Allah Kitaplarına ilgi duymaları, incelemeleri ve onların Tek Yüce Yaratan Allah tarafından çeşitli zamanlarda yaşayan insanlara o zamanki bilgi birikimleri ve algılama düzeyleri ile tam uyum içinde olmak üzere gönderildiklerini ve buralarda yer alan öğüt ve öğreti ve önerilerin uyulması gereken "Gerçekler” olduğunu kabullenmeleri imkansız gibidir. Ancak aklını kullanan ve bulunduğu ortam ile bu ortamın, diğer ortamların ve bizzat kendisinin oluşumu ve ulaşacağı son aşamaları eriştiği bilgi birikimleri ile yorumlayıp tüm bunları “Yoktan Yaratanı” anlamaya ve idrak etmeye çalışan ve sonuçta Allah'ı algılayıp O'na teslim olan "İnsanlar” belirtilen Allah Mesajlarından hangisinin doğru ve gerçek olduğunu anlayabileceklerdir.
Benzer şekilde bir başka konu da Allah’a iman açısından İsa Peygamberin durumu ile ilgili olarak inançlar arasında görüş birliğinin bulunmamasıdır. İsa Peygamber konusunda din, tarih ve politika alanlarında çalışmalarda bulunan gazeteci, araştırmacı Aytunç Altındal'ın bazı tespitleri bulunmaktadır.
"Eleştirel İlahiyat açısından değerlendirildiğinde hristiyanlık- başta da Katoliklik-tanımsal olarak bir Din değil bir Kült'dür.
Musevilik, hristiyanlık ve İslamiyet'i karşılaştırmalı İlahiyat açısından incelersek, sadece hristiyanlık'ta var olan bir olgu bu sistematiğin diğer ikisinden özde ayrıldığını kanıtlar. Bu temel ayrılık noktası şudur: hristiyanlık'ta Birey, Tanrı karşısında kendi yetkisini kullanarak Karar Vermek zorunda bırakılmıştır. Çünkü bu sistematikte, İsa'nın Tanrı mı yoksa insan mı, yoksa aynı anda her ikisi mi ya da Tanrı'nın Oğlu mu değil mi sorusuna muhatap olan Birey'dir. Neye inanacağına Karar Vermesi gereken odur. Diğer bir deyişle, Birey İsa'nın Tanrı olduğuna İnanmak isterse İsa'yı Tanrı yapar ve böylece aldığı Karar gereğince kabul eder. İstemezse de durum değişmez. Bu kez İsa'nın İnsan olduğuna Karar verir. Kararın niteliği değişse de, Karar'ı alan değişmez. Çünkü İsa'yı Tanrı ya da Allah'ın Oğlu ya da İnsan yapıp yapmamak Birey'in alacağı Karar'la gerçekleşir -ve tabiidir ki- sadece neye inanmak ihtiyacını duyuyorsa ona inanmaya karar vermiş olan Birey için gerçeklik taşır bu Karar, o kadar. hristiyanlık'ta iman etmeye Karar vermek de, İman'dan Kuşku (şüphe) duymak da İnsan'a ait bir haktır.”
Aytunç Altındal, Üç İsa, Anahtar Kitaplar Yayınevi
Örneğin Kur'an’da İsa'nın çarmıha gerilmediği ve öylece öldürülmediği, "Allah Katına Yükseltildiği" şeklinde açıklamalar vardır.
Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkar edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kafirlerden üstün kılacağım, sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim. (89/55), (3/55)
Böylece İsa Peygamberin olağanüstü bir şekilde Meryem’in oğlu olarak Dünyaya gelen bir “insan” olduğuna işaret edilmektedir.
Aytunç Altındal'ın bazı tespitlerine göre Hristiyanlık inancında oluşturulan İsa figürü ise, yaşamış olan gerçek Peygamber'i değil ama, sonradan oluşturulmuş bir "Efsane" figürü tanımlanmaktadır.
"İsa öldüğü zaman İncil'de çok esrarengiz birinden söz edildiği ortaya çıkmıştı. Joseph Arimathea...İncil'de yazdığına göre, İsa bu adamın (Arimathea) kendisi için satın aldığı mezara gömülüyor ve daha sonra bu mezar boş bulunuyor."
"İnanca göre çarmıha gerilip ölen kişi İsa bile değil. Dolayısıyla onun kanı nasıl alınmış olabilir?Her dinin içinde masallar vardır"
‘‘İsa Mesih diye birisi hiçbir zaman var olmadı. hristiyanlığın gerçek kurucusu İsa değil, Anadolulu pagan Tianalı Apollonius'tur."
"Kilisenin sunduğu şekliyle İsa Mesih'in hayatı tamamen bir kurgudan ibarettir."
(Buradan, bugünkü Hristiyanlık tarafından tanımlanan İsa-Mesih'in, Kur'anda Peygamber olarak zikredilen İsa olmadığı ve bir Devlet Dini olarak oluşturulan Hristiyanlık ile İsa'nın ve onun öğretilerinin ilgisinin bulunmadığı sonucuna varılmaktadır.)
‘‘Tartışılmaz gerçeklik olarak kabul edilen İncil metinlerinin aslında tamamen ilk dönem Kilise babaları tarafından uydurulmuş yalanlar oldukları, önce akademik çevrelerde son yıllarda da kamuoyunda tartışılmaya başlandı. hristiyanlıkta İsa Mesih denilen kişi ancak Müslümanlara göre peygamber olan Kuran'da anlatılan kişi olabilir. Yoksa tanrının oğlu yapılmış olan kişinin hiçbir gerçeklikle ilgisi yok.''
"Bir süre sonra (Hristiyanlığı kuran ve yöneten) Vatikan'daki şebeke kaldırılacak, hristiyanlık peygamber olan İsa ile devam edecek."
http://www.aytuncaltindal.com/basin.htm
Bu durumda İsa peygamber ile ilgili olarak İncil'de geçen hükümlerinin, Tevrat ve İncil'in Asıllarını "Hak ve Gerçek Allah Kitabı" olarak kabul eden Kur'an’ın yukarıdaki Ayeti ile "düzeltilerek" aslının açıklandığı ileri sürülebilir. Zira Kur'an Ayetinde Allah'ın sözünün sonsuza kadar değişmeyeceği ve Kur'an Ayetlerinin Allah tarafından korunacağı ifade edilmektedir.
Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız. (54/9), (15/9)
Hz.Muhammed tarafından Kur'an’ın insanlara iletilerek İslam’ın insanlara “yeniden” aktarılması yürütülürken, o sırada yaklaşık olarak 3000 yıldır gündemde olan Musevi dini (Yahudilik) ile sadece 622 yıl (Hicret Tarihi esas alınmıştır) gündemde bulunan ve İsa tarafından insanlara öğretilen Hristiyanlık dini önderlerinin bu yeni oluşumu anlayıp öğrenmek yerine doğrudan reddetme yolunu seçtikleri bilinmektedir.
Bu nedenle insanların bu “yeni öğretiye” ilgi duymalarını önlemek ve mevcut durumlarını korumak amacı ile, her iki dinin ileri gelenleri, kendi inanışlarının geçerli olduğunu ve ancak onlara inananların cennete gireceklerini ileri sürmüşlerdir. Aslında gerek Tevrat ve gerekse İncil'de Hz.Muhammed ve Müslümanlık konusunun gündeme geleceği belirtilmiştir. Allah Hz.Muhammed'e vahiy ettiği ayette, onlardan iddialarının doğruluğu konusunda delil getirmelerini istemesini telkin etmiştir. Doğru olan, Kur'an’ın tamamının incelenerek İbrahim ve sonrasında insanlara açıkça işaret edilen "Yoktan Tek Yaratan" esasına dayalı inanç felsefesinin son aşamasının Kur'an ile insanlara iletildiğinin anlaşılmasıdır.
Bilindiği gibi, Kur'an’dan önce Yahudiler İsa Peygamberin insanlara bildirdiği İncil'in gerçek olmadığını ve ona inananların doğru yolda olmadıklarını ileri sürerek İncil'e inanmamışlardır. Aynı şekilde İncil'e inanan Hristiyanlar da Tevrat'ın bu şekilde (İncil ile) yenilendiğini ve Yahudilerin de bu nedenle İncil'e inanmaları gerektiğini, inanmayanların doğru yolda olmayacaklarını ileri sürmüşlerdir. Bunun nedeni her iki inanç mensupları ileri gelenlerinin kıskançlık, bencillik ve çıkar unsurlarını öne çıkararak gerekli araştırmaları yapmadan hareket etmeleri olduğu söylenebilir.
Öte yandan Tevrat ve İncil'i bilmeyenlerin de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini, yani kendi görüşlerinin en "doğru" olduğunu ve bunun dışındakilerin doğru yolda olmayacaklarını ileri sürdükleri belirtilmekte ve Allah'ın ihtilafa düştükleri hususlarda ölüm sonrasındaki "kıyamet" sürecinde (günü) onlar hakkında hükmünü vereceği bildirilmektedir. Yüce Allah bu duruma işaret ederek Hz.Muhammed'e şayet doğru iseler "delillerini" getirmelerini söylemesini istemekte ve kim "muhsin" olarak yüzünü Allah'a döndürürse onun "ecrinin" Rabbi katında olduğu, öyleleri için bir korku bulunmadığı ve üzüntü çekmeyecekleri bütün insanlara iletmek üzere Hz.Muhammed'e bildirmektedir. Buna göre yeryüzünde yaşayan ve daima iyilik düşünen, yardım eden ve iyi ve güzel işler yapanların (Muhsin Olanların), Musevi, Hristiyan veya bir "Yaratan" bulunduğunu kabul edenlerin (yüzünü Yaratan'a dönen) hangi inanışta olurlarsa olsunlar, ödüllerinin (Ecir) inandıkları Rablerinin (Allah'ın) katında bulunduğu bütün insanlara özellikle hatırlatılmaktadır. (Rab konusunda Allah bölümünde açıklama bulunmaktadır.)
Hz.Muhammed'in Kur'an’ı ilettiği zamanda yaşayan insanların, 3000 yıldır ve son 600 yıldır ellerinde bulunan ve Allah tarafından kendilerine iletildiğine inandıkları Tevrat ve İncil ile Kur'an’ı karşılaştırarak bir araştırma yapmış olsalardı, insan aklının doğruyu bulmadaki yeteneği sayesinde Kur'an’ın İslam'ın bundan sonra gelecek insanlara Yaratan ve “Yoktan Yaratılış” konularında kullanacakları tüm bilgileri içeren ve önceki kitapları tamamen teyit eden bir "Özel Yazılı Belge" olduğunu anlayabileceklerine işaret edilmektedir.
Gerçekten Kur'an’da İbrahim Peygamberin torunu olan Yakup'un soyundan gelen İsrailoğullarının hakkında ihtilaf edegeldikleri şeylerin açıklandığı ve Kur'an’ın inanan "Müminler" için "Kurtuluş" ve "Bağışlanma" olduğu belirtilmektedir. Mutlak galip ve her şeyi "Bilen" olan Allah, Kur'an’a inanmayıp ihtilafa düşenler arasında "Hükmünü" vereceğini ihtar etmekte ve Kur'an Ayetlerini tüm insanlara iletme görevi verdiği Hz.Muhammed'e "Hakikat" üzerinde olduğunu hatırlatarak bu görevi yerine getirmesinde "Kendisine" güvenip dayanmasını öğütlemektedir.
Doğrusu bu Kur'an, İsrailoğullarına, hakkında ihtilaf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır. (48/76), (27/76)
Ve o, müminler için gerçekten bir hidayet rehberi ve rahmettir. (48/77), (27///)
Rabbin şüphesiz, onlar arasında hükmünü verecektir. O, mutlak galiptir, her şeyi bilendir. (48/78), (27/78)
O halde sen Allah'a güvenip dayan, çünkü sen apaçık hakikat üzeresin. (48/79), (27/79)
Ancak, insanlarda bulunan bencillik ve menfaat hırsları bu tür bir değerlendirme için daima en büyük engeli oluşturmuştur. Esasen, önceki kitaplar da bu duygularına yenilen insanlar tarafından değiştirilmiş ve bazı özel seçilmiş toplulukların çıkarlarının sağlanması ve sürekli olarak korunması amacı ile diğer insanları etkileyecek unsurlar yerleştirilerek yeniden şekillendirilmişlerdir.
İsrailoğullarına sor ki kendilerine nice apaçık mucizeler verdik. Kim mucizeler kendisine geldikten sonra Allah'ın nimetini değiştirirse bilsin ki Allah'ın azabı şiddetlidir. (87/211), (2/211)
Bunun en önemli delili, Tevrat ve İncillerin birbirleri ile çelişen ve çeşitli tarikat ve mezheplerce benimsenen çok sayıda nüshalarının bulunmasıdır. Bu iki önemli Allah kitabının şu anda bulunan tüm farklı nüshaları ile Kur'an’ın karşılaştırılması ve Kur'an’a uymayan ayetlerinin belirlenmesi durumunda, bu kitaplara nelerin eklendiği ve hangi ayetlerinde değişiklik yapıldığı anlaşılabilecektir. Ancak, bu ayrılık ve ihtilafın kıyamet gününe kadar süreceği Allah tarafından belirtilmektedir. Yani, Allah, ehli kitabın bu tür çekişmelerine kıyamete kadar izin vermiştir, ola ki aralarında yukarıda belirtilen şekilde bir inceleme ve karşılaştırma yapmalarına vesile olur da bir kişi bile olsa doğru yolu bulur.
Yüce Yaratan, İsrailoğulları'na bildirdiği Ayetleri ile apaçık nice "mucizeler" verdiğine işaret ederek bunları "değiştirenlerin" Allah'ın şiddetli "gazabına" uğrayacaklarını bildirmektedir. Böylece Tevrat ve İncil'i bir kenara bırakarak yani sadece kendi düşünce ve görüşlerinin en "doğru" olduğunu ve bunun dışındakilerin doğru yolda olmayacaklarını ileri sürüp birbirleri ile tartışan Yahudiler ve Hristiyanların ile "Kitabı" bilmeyenlerin ve böylece Allah'ın anıldığı yerlere (mescitlerine) girilmesine mani olanların buralara ancak korkarak girmelerinin gerektiği belirtilmektedir.
Buna göre onların kendi aralarında çekişmelerine, bazılarının bu şekilde "doğru yolu" bulmalarının "muhtemel" olması nedeniyle izin verildiği anlaşılmaktadır. Ancak, onların bu çekişmeleri ve tartışmaları ile, kendilerine iletilen Allah'ın Vahiylerine (Kur'an’a) inananların cami ve mescitlerine girmelerinin, oralarda ibadet yapılmasının engellenmesi ve oraların harap olmasına vesile olunması gibi işlemlerin yapılması halinde, Allah bunlara dünyada "rezillik" ve Ahirette ise "azap" vaat etmektedir.
Burada inanan kimselerin Allah'tan bu tür insanlara "hemen" rezillik verilmesini istememeleri gerektiğine bir işaret bulunmaktadır. Zira onlara verilecek "rezillikleri" belki de "hemen" göremeyeceklerdir. Böyle bir durumda "inanan" kişilerin hayal kırıklığına düşmemeleri, zira her şeyin Allah'ın "izni" ile olduğuna iman eden bir insanın Allah'ın onların göremediği ve bilemediği bir zamanda ve yerde o rezilliği ilgiliye göstereceğini bilmesi gerekmektedir. Bu gibi durumların günümüzde yeryüzünün çeşitli bölgelerinde meydana geldiği bilinmektedir. Bu nedenle "Müminlerin" bu tür olayların engellenmesi için, günün koşulları çerçevesinde "Akıllarını" kullanarak "birlik" oluşturmaları ve onların bu davranışlarının nedenlerini ortadan kaldıracak şekil ve yöntemlerle "güçlü" fakat "şiddet ve terör" gibi aşırıya gidilmeden gereken etkili önlemleri almaları gerekmektedir.
Allah'ın Peygamberlerine vahiy ettiği uyarı, öğüt ve önerilerini içeren "Kitabını" bilmeyenlerin, inanmakta zorlandıkları Allah ve "Yaratıcılığı" konularında ancak Allah’ın onlarla konuşması ya da onlara doğrudan bir "Ayet" göndermesi veya "mucize" göstermesi halinde "ikna" olabileceklerini ifade ettikleri belirtilmektedir. Yüce Yaratan onlardan öncekilerin de aynı onların dediklerini söylediklerini ve aynı şeyleri hissettikleri (Kalplerinin Benzediğini) bildirmekte ve bu gibi düşünen bütün insanlara "gerçekleri" iyice görmek ve anlamak isterlerse Peygamberlerine bildirdiği Ayetleri ile apaçık gösterdiğini hatırlatmaktadır.
Görüldüğü gibi, insanlara en son ve "bozulmamış" olarak iletilmiş bulunan Kur'an Ayetlerinin insanların "Yoktan Yaratılış" ve "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah hakkında bilgi edinebilecekleri en "doğru" kaynak olduğu ve "Akıllarını" kullanarak buna göre davranılması halinde insanların Allah yoluna yani "doğru yola" ulaşarak ölümleri sonrasında onlara vaat edilenlere sahip olacakları önemle bildirilmekte ve ihtar edilmektedir.
Allah'ın Musa Peygambere vahiyleri olan Tevrat'a (Eski Ahit) inanmakla birlikte Yahudilerin İsa Peygambere vahiy edilen "İncil'e" inanan Hristiyanların "doğru yolda" olmadıklarını söylemelerine ve benzer şekilde İsa Peygambere vahiy edilen "İncil'e" inanan Hristiyanların da Yahudilerin "doğru yolda" olmadıklarını ileri sürmelerine rağmen, sadece Yahudilerin yahut Hristiyanların cennete gireceğini, böylece “kendi dinlerine uyanlar” haricinde hiç kimsenin cennete giremeyeceği iddiasında bulundukları Ayetlerde bildirilmektedir. Buna göre Yahudilerin ve Hristiyanların Allah’a İman açısından bir yandan birbirlerini doğru yolda olmamakla itham ederken diğer yandan bu durumu açıklayan Kur’an karşısında “birleştikleri” ve farklı görüşlerini bir tarafa bırakıp Allah’ın “iman edenlere” müjdelediği “cennetin” onlara ait olduğunu iddiasında bulundukları görülmektedir.
Yüce Allah bu duruma işaret etmekte ve Hz.Muhammed'e onların dinlerine uymadıkça asla kendisine inanmayacaklarını (razı olmayacakları) bildirilmektedir.
Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan andolsun ki Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. (87/120), (2/120)
Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu, hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler. Onu inkar edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır. (87/121), (2/121)
Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi cümle âleme üstün kılmış olduğumu hatırlayın. (87/122), (2/122)
Ve bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkası namına bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez. Onlar hiçbir yardım da görmezler. (87/123), (2/123)
Yüce Allah, Yahudilerin ve Hristiyanların bu tutumları ile ilgili olarak "doğru yolun" ancak "Allah'ın Yolu" olduğunu ve onlara ve onlardan öncekilere Peygamberleri ve uyarıcıları ile "vahiy edilerek" bildirilenlerin de "Allah’ın Yolu" olduğunu Kur'an Ayetlerinin onayladığını (tasdik ettiğini) onlara iletmesini Hz.Muhammed’e öğüt vermektedir.
Buna göre, Adem ve Eşinden sonra gelen toplumlarda Adem Peygamber ile başlayan ve Allah'ın bu ortamda bir süre yaşamalarını takdir ettiği bütün insanlara “doğru yolda" olabilmeleri için Allah'ın belirlediği "uyarıcılar" ve "peygamberler" ile iletilen uyarı, öğüt ve önerileri ile ilgili "gerçekler" bir bütün olarak "Allah'ın Yolu" olarak tanımlanmaktadır. Bu "Yol" ile ilgili olarak insanlara iletilen uyarı, öğüt ve öneriler de bir bütün olarak "Din" olmakta ve "İslam" olarak adlandırılmaktadır. Nitekim Allah "Doğru" olan (hak) Dinin İslam olduğunu açıkça bütün insanlara bildirmekte, "Kitap" verilenlerin (özellikle Yahudi ve Hristiyanların) kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştükleri belirtilerek "doğru yolun" ancak "Allah'ın yolu" olduğunu (İslam) hatırlatmaktadır.
Ayrıca Hz.Muhammed’e hitap ederek onun şahsında kim İslam’ı anlayıp kabul edilmesinden (gelen ilimden) sonra onların (Yahudilerin ve Hristiyanların) arzularına uyacak olursa, Allah’ın ona ne bir dost ne de bir yardımcı olmadığı belirtilmekte, onların Allah'ın Ayetlerini inkar edenler gibi oldukları ve Allah'ın hesabını çok çabuk gördüklerinin arasında olacakları bildirilmekte ve bütün insanlar durumlarını gözden geçirerek doğru yola ulaşmaları için "uyarılmaktadır".
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini inkar edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur. (89/19), (3/19)
Bu anlamda kendilerine "kitap verilen" kimselerden ona inanıp iman edenlerin onu (Kur'an’ı) önem vererek ve anlamaya çalışarak (hakkını gözeterek) okuduklarına işaret edilerek onların kendilerine gelen "ilimden" sonra tahrif edilmiş ve gerçekliğini yitirmiş olan başka bilgilere önem vermeyecekleri ve böylece "doğru yolda" olacakları, öte yandan onu inkâr edenlere gelince işte onların gerçekten zarara uğrayanlardan olacakları açıklanmaktadır.
Bu duruma örnek olarak İsrailoğulları'nın önceki zaman içerisinde insanlar arasında "üstün" kılındığı belirtilerek, sonradan kendilerine gelen "ilimi" değiştirmeleri nedeniyle, hiç kimsenin başkası namına bir şey ödeyemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, hiç kimsenin hiç kimseye affedilmesini dilemesinin (şefaatinin fayda) vermeyeceği Ahiret ortamında hiçbir yardım da görmeyecekleri açıklanmaktadır.
Öte yandan, Ehl-i Kitap olduğu açıkça belirtilen Hristiyan inanışında İsa Peygamberin Allah'ın “oğlu” olduğu öğretisi yapılmaktadır. Allah'ın sahip olduğu nitelikleri anlamayan insanların ve dini grupların dünyadaki çıkarlarının korunması ve sürdürülmesi için ortaya attıkları anlaşılan ancak Allah tarafından çok ağır bir şekilde kınanan bu durumun, "İslam" inancına (Dine) tamamen aykırı olduğu ilgili Ayetlerde yer alan ifadelerden anlaşılmaktadır.
"Rahman çocuk edindi" dediler. (44/88), (19/88)
Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. (44/89), (19/89)
Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir! (44/90), (19/90)
Rahman'a çocuk isnadında bulunmaları yüzünden. (44/91), (19/91)
Halbuki çocuk edinmek Rahman'ın şanına yakışmaz. (44/92), (19/92)
"Allah çocuk edindi" dediler; Hâşâ! O bundan münezzehtir, Allah'ın ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur, Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? (51/68), (10/68)
De ki: “Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler.” (51/69), (10/69)
Dünyada bir miktar geçim, sonra dönüşleri bizedir; sonra da inkar etmekte oldukları şeylerden ötürü onlara şiddetli azabı tattırırız. (51/70), (10/70)
Meryem oğlu İsa, bir misal olarak anlatılınca senin kavmin hemen bağrışmaya başladılar. (63/57), (43/57)
“Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu?” dediler, bunu sana ancak tartışmak için söylediler, doğrusu onlar kavgacı bir toplumdur. (63/58), (43/58)
O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur. (63/59), (43/59)
Eğer dileseydik, içinizden, yeryüzünde yerinize geçecek melekler yaratırdık. (63/60), (43/60)
Şüphesiz ki o (İsa), kıyametin (ne zaman kopacağının) bilgisidir, ondan hiç şüphe etmeyin ve bana uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur. (63/61), (43/61)
Sakın şeytan sizi yoldan çevirmesin, çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. (63/62), (43/62)
İsa, açık delillerle geldiği zaman demişti ki: “Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyleyse Allah'tan korkun ve bana itaat edin.” (63/63), (43/63)
“Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur.” (63/64), (43/64)
Ama aralarından çıkan guruplar, bir ihtilafa düştüler, acı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin haline! (63/65), (43/65)
Onlar farkında değillerken kıyamet gününün kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? (63/66), (43/66)
O gün, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar birbirlerine düşman kesilirler. (63/67), (43/67)
De ki: “Eğer Rahman'ın bir çocuğu olsaydı, elbette ben kulluk edenlerin ilki olurdum!” (63/81), (43/81)
Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah onların vasıflandırmalarından yücedir, münezzehtir. (63/82), (43/82)
Sen bırak onları, kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya kadar bâtıla dalsınlar, oynayadursunlar. (63/83), (43/83)
Gökteki İlâh da yerdeki İlâh da O'dur, O, hakîmdir, her şeyi bilendir. (63/84), (43/841)
Rahman evlat edindi, dediler, hâşâ! O, bundan münezzehtir. Bilakis, lütuf ve ihsana mazhar olmuş kullardır. (73/26), (21/26)
"Allah çocuk edindi" dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır, hepsi O'na boyun eğmiştir. (87/116), (2/116)
Andolsun ki biz, Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik, onlardan kimi doğru yoldadır; içlerinden birçoğu da yoldan çıkmışlardır. (94/26), (57/26)
Sonra bunların izinden art arda peygamberlerimizi gönderdik, Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik, ona İncil'i verdik; ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik, içlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır. (94/27), (57/27)
Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: “Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim" demişti, fakat o, kendilerine açık deliller getirince: “Bu apaçık bir büyüdür” dediler. (109/6), (61/6)
Allah'ı bırakıp bilginlerini da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır. (113/31), (9/31)
Ayetlerde bu konuda söylenenler "Çirkin" olarak nitelendirilmekte ve böyle bir "İthamın" Yüce Allah'ın "Şanına" yakışmadığına işaret edilmektedir. Bu inançta olanlara Allah'ın "Yaratıcılığına" uygun olmayan böyle bir "Yakıştırmadan" münezzeh olduğu (Temiz ve Uzak) olduğu, Allah'ın bir çocuğa ihtiyacı olmadığı, esasen Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ın olduğu ve bu durumun neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecek kadar dehşet veren bir "İsnat" olduğu, bu isnat ile Allah hakkında “bilmedikleri” bir şeyi söyledikleri, böylece Allah hakkında yalan uydurdukları belirtilerek asla kurtuluşa eremeyecekleri bildirilmektedir. Çünkü onların Dünyada bir miktar geçim elde edecekleri ancak “ölümü tadıp” Allah’a dönüşlerinden sonra da inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü şiddetli azabı görecekleri hatırlatılmaktadır.
Bu hatırlatmalardan sonra Yüce Allah bütün İnsanlara ve özellikle de Hristiyan toplumuna İsa'nın toplumuna açık delillerle geldiği zaman “Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyleyse Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur.” dediğini açıklamaktadır.
Kur'an’da açıklanan ve İsa tarafından toplumuna iletilmiş olması gereken "Asıl" İncil'de bulunması gereken bu Ayet yerine, İsa'nın "Havaileri" tarafından anlatılanlar esas alınarak ve İsa'dan yaklaşık olarak 200-300 yıl sonra "Derlenen" İncil nüshalarında İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna işaret edilmektedir.
"Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı… Söz, insan olup aramızda yaşadı. O’nun yüceliğini Baba’dan gelen, lütuf ve gerçekle dolu biricik Oğul’un yüceliğini gördük." (Yuhanna 1:1-3,14)
“Ben ve Baba biriz.” (Yuhanna 10:30)
"Teknedekiler, “Sen gerçekten Tanrı’nın Oğlu’sun” diyerek O’na tapındılar." (Matta 14:33)
"İsa ansızın karşılarına çıktı, “Selam!” dedi. Yaklaşıp İsa’nın ayaklarına sarılarak O’na tapındılar." (Matta 28:9)
"Öğrencileri O’na tapındılar ve büyük sevinç içinde Yeruşalim’e döndüler." (Luka 24:52)
"İsa diyor ki:birinci ve sonuncu, başlangıç ve son Ben’im." (Vahiy 22:13)
"İsa, “Size doğrusunu söyleyeyim, İbrahim doğmadan önce “BEN VARIM” dedi. (Yuhanna 8:58)"
https://www.kutsalkitap.org/incil-isa-mesih-tanri/
Yüce Allah İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna inanan insanların bu hususta herhangi bir "Delillerinin" bulunmadığını ve Allah hakkında "Bilmedikleri" bir şeyi söylediklerini hatırlatmakta ve böyle "Yalan" söyleyenlerin "Asla" kurtulamayacaklarını bildirmekte; ayrıca bütün insanların Dünya ortamında bir miktar geçim sağladıktan sonra "Kendisine" dönecekleri, inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü şiddetli azabı "Tadacakları" bir defa daha hatırlatılmaktadır
Kur'an Ayetleri ile bütün insanlara iletilen "La İlahe İllallah" Allah'tan başka tanrı yoktur (tanrı yoktur yalnızca Allah vardır) ifadesi ile Allah'ın "Tek Yoktan Yaratıcı Güç" olduğu ve O'ndan başka herhangi bir "gücün" veya “insanın” ya da herhangi bir şeyin bir "tanrı" olarak bulunmadığı aşağıdaki bazı örnek Kur'an Ayetlerinde bildirilmektedir. Bu nedenle Yüce Yaratan Ayetlerinde "Allah" olarak anıldığına işaret ederek, “Her Şeyin Yaratıcısı” olarak Allah’tan başka “canlı cansız, soyut somut” hiçbir şeyin O’na denk olmadığını ve denk tutulamayacağını, bu anlamda O’ndan başka “tanrı” bulunmadığını bildirmektedir. Bu nedenle Allah kavramının anlaşılabilmesi açısından Kur'an Ayetlerinin tüm insanlar tarafından çok önemle ve doğru olarak okunup üzerinde düşünülmesi gerektiğini kesin olarak ortaya koymaktadır.
De ki: “Ben sadece bir uyarıcıyım. Tek ve kahhâr olan Allah'tan başka bir tanrı yoktur.” (38/65), (38/65)
De ki: “Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah'a ve ümmî Peygamber olan Resûlüne-ki o, Allah'a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.” (39/158), (7/158)
Ey insanlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O'ndan başka tanrı yoktur, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz! (43/3), (35/3)
“Büyük Arş'ın sahibi olan Allah'tan başka tanrı yoktur.” (48/26), (27/26)
İşte O, Allah'tır, O'ndan başka tanrı yoktur. (49/70), (28/70)
Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma! O'ndan başka tanrı yoktur. Allah'ın zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz. (49/88), (28/88)
De ki: “Eğer söyledikleri gibi Allah ile birlikte başka ilâhlar da bulunsaydı, o takdirde bu ilâhlar, Arş'ın sahibi olan Allah'a ulaşmak için çareler arayacaklardı.” (50/42), (17/42)
Eğer size cevap veremiyorlarsa, bilin ki, o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir ve O'ndan başka tanrı yoktur, artık siz Müslüman oluyor musunuz? (52/14), (11/14)
İşte Rabbiniz Allah O'dur. O'ndan başka tanrı yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na kulluk edin, O her şeye vekildir. (55/102), (6/102)
Rabbinden sana vahyolunana uy. O'ndan başka tanrı yoktur. Müşriklerden yüz çevir. (55/106), (6/106)
İşte O, her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah'tır, O'ndan başka tanrı yoktur, o halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz! (60/62), (40/62)
Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın, onlar Rahman'ı inkar ediyorlar. O daima diridir; O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur, o halde dinde ihlaslı ve samimi kişiler olarak O'na dua edin. Her türlü övgü âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. (60/65), (40/65)
Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, diridir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. (87/255), (2/255)
Allah -ki O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur- elbette sizi kıyamet günü toplayacaktır, bunda asla şüphe yoktur. Söz bakımından Allah'tan daha doğru kim vardır! (92/87), (4/87)
De ki: “O benim Rabbimdir. O'ndan başka tanrı yoktur. Sadece O'na tevekkül ettim ve dönüş sadece O’nadır.“ (96/30), (13/30)
O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka tanrı yoktur, görülmeyeni ve görüleni bilendir, O, esirgeyendir, bağışlayandır. (101/22), (59/22)
O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur, O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selamet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (101/23), (59/23)
Andolsun "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler de kafir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer diyegeldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kafir olanlara acı bir azap isabet edecektir. (112/73), (5/73)
Allah'ı bırakıp bilginlerini de rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır. (113/31), (9/31)
Yüce Allah ayrıca bütün insanlara ve "ehli kitap" olan Yahudi ve Hristiyanlara yapacakları dualarda kendisine hitap edilirken "Cocuk Edinmeyen" denilmesini hatırlatmaktadır.
"Çocuk edinmeyen, hakimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı olmayan Allah'a hamdederim" de ve tekbir getirerek Allah'ın şanını yücelt! (50/111), (17/111)
Özellikle Hristiyanların "Allah" kavramını daha iyi anlayabilmeleri için sadece “İhlas” suresini (Kulhuvallahi)iyice incelemeleri "doğru" bir "Başlangıç" olacaktır.
Adem ve eşinin bu ortamda yaşamaya başlamalarından itibaren bu ortamda "yaşayan" insanlara "Yaratılış" ve "Tek Yoktan Yaratıcı Güç" ile ilgili bilgilerin (gerçeklerin) iletilmesi için "görevlendirilen" peygamberlerin aldıkları “Vahiylere" ve apaçık "delillere" dayanarak kendilerine bildirdikleri "Gerçeklere" iman edip inandıkları için "Ehl-i Kitap" olarak tanımlananlardan, Hz.Muhammed'in iletmekte olduğu bu "Ayetlere" inanmakta kuşku duyanlara, üzerinde düşünmeleri için geçmişte yaşananlardan örnek verilerek uyarılarda bulunulmaktadır.
Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa'dan, bunun daha büyüğünü istemişler de "Bize Allah'ı apaçık göster" demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı edindiler. Biz bunu da affettik ve Musa'ya apaçık delil verdik. (92/153), (4/153)
Söz vermelerini için Tûr'u başlarına diktik de onlara, "Baş eğerek kapıdan girin" dedik, "Cumartesi günü sınırı aşmayın" dedik. Kendilerinden sağlam söz aldık. (92/154), (4/154)
Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve "Kalplerimiz kılıflanmıştır demeleri sebebiyle. Tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna artık iman etmezler. (92/155), (4/155)
Bir de inkar etmelerinden ve Meryem'in üzerine büyük bir iftira atmalarından; (92/156), (4/156)
Ve "Allah elçisi Meryem oğlu İsa'yı öldürdük" demeleri yüzünden. Halbuki onu ne öldürdüler ne de astılar; fakat onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. (92/157), (4/157)
Bilakis Allah onu kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir. (92/158), (4/158)
Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o, onlara şahit olacaktır. (92/159), (4/159)
Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, menedildikleri halde faizi almaları ve haksız ile insanların mallarını yemeleri yüzünden kendilerine helal kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık. (92/160), (4/160)
Ve içlerinden inkara sapanlara acı bir azap hazırladık. (92/161), (4/161)
Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman edenler, namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah'a ve ahiret gününe inananlar var ya; işte onlara pek yakında büyük mükâfat vereceğiz. (92/162), (4/162)
Ey ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesîh ancak Allah'ın resûlüdür, Allah'ın, Meryem'e ulaştırdığı "kün: Ol" kelimesidir, O'ndan bir ruhtur. Şu halde Allah'a ve peygamberlerine iman edin. "üçtür" demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek Allah'tır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'undur. Vekil olarak Allah yeter. (92/171), (4/171)
Ne Mesîh ne de Allah'a yakın melekler, Allah'ın kulu olmaktan geri dururlar. O'na kulluktan geri durup büyüklenen kimselerin hepsini yakında huzuruna toplayacaktır. (92/172), (4/172)
Buna göre kendilerine iletilenlere inandıklarını söylemelerine rağmen bunların Hz.Muhammed'den kendileri için özel "Hükümler" indirmesini isteyerek onun bildirdiklerine olan inançlarında samimi olmadıkları, inkâr ve inatları sebebiyle böyle davrandıkları belirtilmektedir. Bunun üzerine Yüce Allah inanmayanların Musa Peygamberden daha "büyüğünü" istediklerini ve Allah'ı kendilerine göstermesini söyleyerek Musa'nın ilettiklerine olan inançlarında ne kadar "samimiyetsiz" olduklarını gösterdiklerini ve Musa'yı güç duruma düşürerek ona karşı yaptıkları bu "zulümleri" nedeniyle onlara "ani ve şiddetli" bir "ceza" verildiğini (yıldırım çarptığını) açıklamaktadır. Bu "uyarıya" ve Musa'nın devamlı olarak açıkladığı "gerçekler" ile ilgili "açık delillere" rağmen toplumunun onun yokluğunda kendilerine buzağıyı tanrı edindikleri ancak Allah'ın onların "doğru yola" ulaşabilmeleri için bunu da "affettiği" belirtilmektedir. Yüce Allah böylece Hz.Muhammed'e karşılaştığı olumsuzluklar karşısında "kararlılık" göstererek görevine devam etmesini öğüt verdiğini bildirmektedir.
Burada Musa Peygamberin toplumunu kendisine gönderilen "Kitaba" uyacaklarına ve içinde olanları daima hatırlayacaklarına "söz vermeleri" için Tûr dağına götürdüğüne işaret edilmekte ve onlardan buraya baş eğerek girmelerinin, Cumartesi günü sınırı aşmamalarını ve onlara verilene ve içinde olanlara (Tevrat'ın Asıl İçerikleri) uymaları için "söz vermelerinin" ve verdikleri "sözleri" kuvvetle tutmaları gerektiğini, ancak bu durumda cezadan kurtulabileceklerini hatırlamalarının istendiği açıklanmaktadır. O sırada Tûr dağının onların üzerine gölge gibi "kaldırıldığı" ve üzerlerine düşecekmiş gibi göründüğü (başlarına diktik) belirtilerek bu durumun Allah'ın izni ile oluştuğu ve ancak kendilerine iletilen "Kitaba" uymaları halinde bu tür "cezalandırılmalardan" kurtulabileceklerinin hatırlatıldığı bildirilmektedir.
Bir zamanlar dağı İsrailoğullarının üzerine gölge gibi kaldırdık da üstlerine düşecek sandılar. "Size verdiğimi kuvvetle tutun ve içinde olanı hatırlayın ki korunasınız" dedik. (39/171), (7/171)
Ancak onların "Kitabı" değiştirerek kendilerine ve Allah'a bu konularda verdikleri "sağlam sözlerinden" dönerek Allah'a karşı yaptıkları zulüm sebebiyle, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, menedildikleri halde faizi almaları, haksızlık ile insanların mallarını yemeleri yüzünden kendilerine helal kılınmış bulunan temiz ve iyi şeylerin onlara haram kılındığı ve içlerinden böylece inkara sapanlara ölüm sonrasındaki ortamlarda acı bir azap hazırlandığı belirtilmektedir. Buna rağmen, Allah'ın merhameti ve cömertliği ile bundan dolayı zarara uğratılmadıkları açıklanmakta ve ayrıca içlerinden "ilimde" derinleşmiş olanların, Allah'a ve Allah'ın "Son Uyarıcı" olan Hz.Muhammed'e "vahiy" olarak indirip "Tüm İnsnlara" göndermiş olduğu "Yegane Kurtuluş Yolu" olan Kur'an’ı ve ondan önce "indirilenleri" kabul (iman) edip Allah'a "Dua" ettiklerine (namaz), kazançlarından fazlasını ihtiyacı olanlar ile paylaştıklarına (zekat) ve Allah'a ve ahirete inanarak "mümin" olduklarına işaret edilmekte ve böylece Kendisine "Teslim" olarak kendini kurtarmayı "Akıl" edenleri, "çok bağışlayan ve pek esirgeyen olarak", bağışlayıp esirgeyeceğini ve onlara pek yakında (ölümleri sonrasında) büyük mükâfat vereceğini çok açık bir şekilde İsrailoğulları'na (Yahudilere) ve tüm insanlara açıklamaktadır.
Sizden sağlam bir söz almış, Tûr dağının altında, size verdiğimizi kuvvetle tutun, onda bulunanları daima hatırlayın, umulur ki, korunursunuz. (87/63), (2/63)
Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz. Eğer sizin üzerinizde Allah'ın ihsanı ve rahmeti olmasaydı, muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz. (87/64), (2/64)
Diğer taraftan, Ehl-i Kitabın kalplerinin "kılıflanmadığı" fakat Allah'ın "affederek" onlara olan ihsanını ve rahmetini dikkate almayıp sözlerinden dönmeyi, Allah'ın Ayetlerini inkar etmeyi, haksız yere peygamberleri öldürmeyi ve inkarı (küfürleri) sürdürmeleri sebebiyle Allah'ın onları "cezalandırdığı", kalplerinin üzerine "mühür vurduğu" ve onları sevgisinden yoksun bıraktığı (lanetlediği) belirtilmektedir.
Böylece "Ehl-i Kitap" olmalarına rağmen inkar etmeleri yanında Meryem'in üzerine büyük bir iftira atmaları ve "Allah elçisi Meryem oğlu İsa'yı öldürdük" demeleri yüzünden artık onların "iman" etmeyecekleri bildirilmektedir. Halbuki onların İsa peygamberi ne öldürdüklerinin ne de astıklarının doğru olmadığı fakat onlara "öyle olmuş" gibi gösterildiği açıklanmaktadır. Yüce Allah İsa Peygamber hakkında ihtilafa düşenlerin bundan dolayı tam bir kararsızlık içinde olduklarını belirterek bu konuda "zanna uymak" dışında hiçbir bilgilerinin bulunmadığını, kesin olarak onu öldürmediklerini, aksine "Yüce" ve "Bilinmeyenin" sahibi (izzet ve hikmet sahibi) olarak onu "Kendisine" yükselttiğini (nezdine kaldırdığını) açıkça bildirmektedir.
Bu açıklamalar ile kendilerine "Kitap" verilenlerden olmalarına rağmen hata ve yanlışlıklar yapanlardan ancak "Akıllarını" kullanarak yaptıkları hataları ve yanlış değerlendirmeleri görebilen "pek azının" iman edecekleri bildirilmektedir. Buna göre Ehl-i kitaptan olan her bir insanın ölümünden önce İsa'ya muhakkak iman edeceğine, diğer bir deyimle ölümleri esnasında İsa'nın Allah'ın bir peygamberi olduğunu ve "Allah'ın oğlu" olmadığını anlayacakları ve "Kıyamet" ortamında da İsa Peygamberin onlara şahit olacağı bildirilmektedir. Bu nedenle özellikle Ehl-i Kitap'tan olanlara iddialarında ve kendilerine göre değiştirdikleri Dinlerinde aşırı gitmemeleri öğüt verilmektedir. Özellikle İsa peygamberin takipçilerine, onun ancak Allah'ın Resulü olduğu ve "Ol" kelimesinin (Kün Emrinin) Cebrail tarafından üfürülmesi ile bir "ruh" olarak Meryem'e ulaştırdığı, Allah'ın çocuğu olması gibi bir durumun mümkün olmadığı (çocuğu olmaktan münezzehtir) bildirilerek onlardan Allah'a ve peygamberlerine iman etmeleri, kendileri için hayırlı olmak üzere "tanrı üçtür" demekten vazgeçmeleri istenmekte ve Allah'ın ancak "bir tek" Allah olduğu önemle "ihtar" edilmektedir.
Ayrıca bu konudaki "gerçekleri" anlayabilmeleri için ne İsa Peygamberin ne de Allah'ın emrinde olarak Allah'ın "iradesini" yürütmekte olan (Allah'a yakın) meleklerin Allah'ın "kulu" olmaktan geri durmadıklarına işaret edilmektedir. Buna göre bütün insanlara ve özellikle İsa Peygamber ile ilgili bu "gerçekleri" kabul etmeyerek Allah'a teslim olmaktan (Allah'a kulluktan) geri durup büyüklenen kimselere Allah'ın hepsini ölümleri sonrasında (yakında) yeniden diriltilecekleri "ahiret" ortamında huzuruna toplayacağı kesin bir şekilde bildirilmekte ve onlardan açıklanan bu gerçekler üzerinde düşünerek "doğru yola" yönelmeleri istenmektedir.
Görüldüğü gibi halen yaşamakta olan ve bu ortamın sona ereceği "Kıyamet" zamanına kadar yaşayacak olan bütün "Akıllı" insanlara, Hz.Muhammed tarafından iletilen Allah'ın "Ayetlerini" anlayıp onlara iman etmelerinin Allah'a verilen bir "Söz" niteliğinde olduğuna işaret edilmekte ve bu sözden dönülmesi veya üzerinde durulmadan ve düşünülmeden bu sözlerin kendi kararları olarak "inkar edilmesi" halinde, yeniden doğru yola ulaşılmasının ancak "Akıllarının" kullanılması ile gerçekleşebileceği ihtar edilmektedir. Bu nedenle bütün insanlardan yapılan bu "ihtarı" ciddiye almaları ve üzerlerinde düşünmeleri beklenmektedir.
Hz.Muhammed'in İsa ile ilgili örnekler vermesine içinde bulunduğu toplumun (Kavminin) bağrışarak itiraz ettikleri ve İsa'yı o sırada tapınmakta oldukları tanrıları ile kıyaslayarak ona hangisinin daha "Üstün" ve "Hayırlı" olduğunu sordukları belirtilmektedir. Allah Hz.Muhammed'in kavminin "Kavgacı" bir toplum olduğunu ve bunu ona ancak "Tartışmak" için söylediklerine işaret ederek İsa'nın sadece kendisine nimet verdiği ve İsrailoğulları'na örnek kıldığı bir kul olduğunu, eğer dileseydi onların neslini yeryüzünde yerlerine geçmek üzere "Üstün" meziyetli (Melekler Gibi Günahsız) insanlar yaratmış olacağını, hiç şüphesiz Allah'ın "Tek Yaratan" olarak buna "Kadir" olduğunu onlara ve bütün insanlara iletmesi Hz.Muhammed'e bildirmektedir.
Burada İsa'nın bu ortama gelişindeki "Özel" durumun, Yüce Allah'ın her şeyin "Yaratıcısı" olduğunu anlatan çok önemli bir "Delil" olduğu, bütün insanların dikkatleri çekilmektedir. Bu "Uyarı" ile, İsa'nın Ayetlerde açıklanan ve Allah'ın "Takdiri" ile gerçekleşen bu ortamdaki "Yaratılışının" dikkate alınarak, o olay nasıl inkâr edilemez bir "Gerçek" ise, bu "Evren" ortamın "Bütünüyle" sona ereceği "Kıyamet" olayının da Allah'ın "Takdiri" ile gerçekleşecek bir "Gerçek" olduğu açıklanmaktadır. İnsanların "Akıllarını" kullanarak Ayetleri incelemeleri halinde bu "Gerçekleri" görebilecekleri hatırlatılarak "Kıyamet" olayından hiç şüphe etmemeleri, çünkü bunun "Dosdoğru Yol" olduğu belirtilmektedir.
Yüce Allah böylece Hz.Muhammed'e ve bütün insanlara insanların apaçık bir "Düşmanı" olan "Şeytan" tarafından onları "Doğru Yoldan" çevirmek için "Allah'ın izni ile" Ruhlarına eklenmiş olan dürtülere "Akıllarını" kullanarak engel olmalarını öğütlemektedir.
Allah bir başka Ayetinde Dünya ortamından "Kendi Katına" yükselterek "Vefat" ettirmesinden sonra İsa Peygambere bu durumu sorduğunu ve ondan böyle bir şeyi toplumuna ve insanlara "İletmediği" cevabını aldığını bütün insanlara açıkça ve tartışmaya gerek kalmayacak bir şekilde bildirmektedir.
Allah: “Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, "Beni ve anamı, Allah'tan başka iki tanrı bilin" diye sen mi dedin", buyurduğu zaman o, "Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zatında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin.” (112/116), (5/116)
“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: “Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin”, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.” (112/117), (5/117)
Kur'an Ayetine göre İsa toplumuna Allah'ın kendisine "Emrettiklerini" ve “Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin” dediğini bildirmektedir. Yüce Allah, İsa'nın bu konudaki durumunu "Hakkı olmayan bir şeyi" söylemediğini, Söylemiş olsa esasen bunun Allah tarafında "Bilinir" olacağını, içindekilerini zaten "Gizlilikleri Eksiksiz Bilen" olan Allah'ın bildiğini, kendisinin toplumu üzerinde "Kontrolcü" olduğunu ifade ederek açıkladığını bildirmektedir.
Görüldüğü gibi, İsa’nın Allah'ın "Oğlu" olduğunun İsa'nın ilettiği öğretilerinde yer almadığı gerçeğinin, bu öğretilerin (İncil’in) kendisine inananlar tarafından "Derlenip" bir "Kitap" haline getirilmemiş olması veya varsa bile İncil'in asıl ilk nüshasının "Henüz" ortaya çıkarılamamış olması nedeniyle, kesinlik kazanmadığı anlaşılmaktadır. Bu gerçek ancak Kur’an Ayetlerinde çok sert ve kesin ifadelerle açıklanmaktadır.
Nitekim İncil’e daha sonraki derlemelerinin yazılması sırasında İsa’nın Allah'ın "Oğlu" olduğu hususunu ekleyenler Allah'a karşı "Zulmedenler" olarak değerlendirilmekte ve onlara farkında değillerken kıyamet gününün ansızın geleceği, esasen başka bir şeyi beklemeleri, o "Acı bir günün" azabı karşısında çaresiz ve pişmanlık içinde kalacakları ve birbirlerine dost olan "Zalimlerin" o zaman birbirlerine düşman kesilecekleri hatırlatılmakta ve sadece Allah'a karşı gelmekten sakınanların bunlardan müstesna oldukları bildirilmektedir.
Yüce Allah Hz.Muhammed'e “Eğer Rahman'ın bir çocuğu olsaydı, elbette ben kulluk edenlerin ilki olurdum!” demesini iletmekte, böylece bu konudaki "Gerçek" durumu "Bütün İnsanlara" en açık bir şekilde açıklamaktadır. Ayrıca, Evrenin ve Arş'ın da Allah'ın olan (Rabbi) onların bu tür vasıflandırmalarından yüce olduğunu ve bu tür yakıştırmalardan uzak bulunduğunu (Münezzeh) hatırlatmakta ve Hz.Muhammed'e onları, yürüttüğü tebliğ görevinin aksamaması için, kendilerine söz verilen güne kavuşuncaya (Ölümlerine) kadar bu geçersiz ve asılsız (Batıl) inanışları ile "Bırakmasını" önermektedir.
Böylece Hristiyanların Tanrı ve İsa Peygamber için "Göklerdeki ve Yerdeki Tanrı" şeklindeki ifadelerinin "Doğru" olmadığı ve gökteki İlâhın da yerdeki İlâhın da her şeye hakîm ve her şeyi bilen Allah olduğu "Bütün İnsanlara" doğrudan bildirilmektedir.
Önceki peygamberlere gönderilen kitaplar ve özellikle Tevrat ve İncil'in doğru ve gerçek (Hak Kitap) oldukları Kur'an’da belirtilmektedir. Ancak, bu kitapların toplumları "Çıkarları" doğrultusunda yönlendirmek ve yönetmek üzere bazı siyasi görüşler doğrultusunda sürekli olarak tahrif edildikleri ve bu nedenle inananlar arasında görüş ayrılıkları meydana geldiği Kur'an’da ifade edilmektedir.
Örneğin, Kur'an’da İsa'nın İsrailoğullarına hitap ederek kendisinden sonra Hz.Muhammed'in Peygamber olarak geleceğini açıkladığı Kur’an Ayetinde bildirilmektedir. Buna göre halen büyük bir insan topluluğu tarafından kabul edilip okunmakta olan "İncil’de" bulunması gereken “İsrailoğullarına Allah'ın elçisi olarak geldiğini ve ondan önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici” olduğunu açıklayan "Ayetin" yer almadığı, bir İncil nüshasında ise bu gerçeğin sonradan eklendiği söylenebilecek bir “Ayet” ile gizlenmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır.
"Çünkü sahte mesihler, sahte peygamberler türeyecek; bunlar, mucizeler ve harikalar yaratacaklar. Öyle ki, ellerinden gelse seçilmiş olanları saptıracaklar.” (Markos 13.22)
Bu nedenle, elde bulunan önceki peygamber kitaplarının gerçekliği konusunda çok geniş ve derinlemesine araştırma yapılmalı ve özellikle bunlarda yer alan konu ve anlatımlardan Kur'an’a aykırılıklar bulunanların sonradan ekledikleri veya tahrif edilerek bu şekle getirilip getirilmedikleri konusunda bir sonuca ulaşılmalıdır.
Kur’an Ayetlerinde Nuh ve İbrahim'den bahsedilerek onların soyundan "Peygamberler" ve "Kitaplar" gönderildiği, insanların bir bölümünün doğru yolda olduklarını fakat birçoğunun da "Yoldan Çıktıklarını", Meryem oğlu İsa'nın da arkalarından gönderildiği, ona "İncil'in" verildiği ve ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirildiği açıklanmaktadır. Yüce Allah Kendisi "Yazmadığı" halde insanların "Allah Rızasını" kazanmak için "Ruhbanlık" uydurduklarını, onlardan "İman" edenlere "Mükafatlarını" verdiğini fakat birçoğunun da Ruhbanlık konusunda örneğin İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürerek "Yoldan Çıktığını" açıkça bildirmektedir. Yüce Allah daha önce de bazı "Bilginlerin" ve "Rahiplerin" Kendisine "Ortak" koşulduğunu ve ayrıca Meryem oğlu Mesih'i de (İsa'yı) "Rab" edinildiğini açıklamakta ve halbuki Adem sonrasında bu ortamda yaşamış olan ve bu ortamın sona ereceği zamana kadar yaşayacak olan bütün insanlara ancak "Tek İlah" olan Allah'a kulluk etmelerinin emrolunduğunu, Allah’tan başka "Tanrı" bulunmadığını ve O’na inanmayanların ortak koştuklarından "Uzak" olduğunu bir defa daha hatırlatmaktadır.
Ayrıca, Yahudi ve Hristiyanlardan "Kitap Ehli" olarak Allah'a iman edenlere Allah'tan korkmaları ve Hz.Muhammed'e inanmaları gerektiği bildirilmektedir. Böylece Allah'ın onlara merhametinden (rahmetinden) iki kat vereceği, "ışığında" yürüyecekleri bir "nur" lütfederek onları bağışlayacağı, zira Allah'ın çok bağışlayan çok esirgeyen olduğu bildirilmektedir.
Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve Peygamberine inanın ki O, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin; sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (94/28), (57/28)
Böylece kitap ehli, Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerini bilsinler. Lütuf bütünüyle Allah'ın elindedir, onu dilediğine bahşeder. Allah, büyük lütuf sahibidir. (94/29), (57/29)
Aksi halde "kitap ehlinin" Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemeyecekleri bildirilmekte ve "Lütfun" bütünüyle "büyük lütuf sahibi" olan Allah'ın elinde olduğu ve onu dilediğine bahşettiği hatırlatılmaktadır.
Hristiyan inancına göre İsa Peygamberin Allah'ın "oğlu" olduğunu kabul etmeleri yanında Hz.Muhammed'in Kur'an Ayetlerini ilettiği toplumda ona inanmayanların da (putperestlerin) meleklerin Allah’ın "kızları" olduğunu kabul ettikleri Hz.Muhammed'e hatırlatılmaktadır.
Rabbiniz, erkek çocukları sizin için ayırdı da kendisi meleklerden kız çocuklar mı edindi! gerçekten siz, çok büyük bir söz söylüyorsunuz. (50/40), (17/40)
Rahman evlat edindi, dediler, hâşâ! O, bundan münezzehtir. Bilakis, lütuf ve ihsana mazhar olmuş kullardır. (73/26), (21/26)
Allah'tan önce konuşmazlar; onlar, sadece Allah'ın emri ile hareket ederler. (73/27), (21/27)
Allah, onların önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler, onlar, Allah korkusundan titrerler! (73/28), (21/28)
Onlardan her kim: "Tanrı O değil, benim!" derse, biz onu cehennemle cezalandırırız, işte biz, zalimlere böyle ceza veririz! (73/29), (21/29)
Yüce Allah Ayrıca onların bu tür vasıflandırmalarından yüce olduğunu ve bu tür yakıştırmalardan uzak (Münezzeh) bulunduğunu ve İsa Peygamberin ve meleklerin "Kendisinin" önce ve bilgisi dışında konuşmadıklarını, sadece "Kendisinin" emri ile hareket ettiklerini bildirmektedir.
Yüce Allah İsa Peygamberin ve meleklerin yaptıklarını ve yapacaklarını da (önlerindekini de arkalarındakini de) bildiğine dikkat çekerek, Allah korkusundan “titreyerek” Allah’ın rızasına ulaşanlardan başkası için af dilemeyeceklerini (şefaat etmeyeceklerini) açıklamaktadır. Buna göre Allah ancak “rızasına” ulaşarak “şefaat" edilmesine izin "verdiklerinin" af edileceğini hatırlatmaktadır. Bu durumda Şefaat etme (Af etme veya af için vesile olma) konusunda her kim: "Tanrı O değil, benim!" diyerek kendisini "yetkili" sayarsa onun cehennemle cezalandırılacağı, bu şekilde davranan "zalimlere" böyle ceza verileceği bildirilmektedir. Özellikle insanları bu yönde "etkileyerek" çıkar sağlanmasının hiçbir şekilde "doğru" olmadığı böylece bütün insanlara ihtar edilmektedir.
Bazı Yahudi ve Hristiyan toplumlarda insanlar ile "Yaratan" arasında bir takım "özel" kişilerin bulunduğu yönündeki uygulamalar Allah'a iman konusunda bir diğer tahrifat ya da değişiklik olarak görülmektedir. Bu durum çeşitli "Tarikatlar" veya Dini gruplarca bugün dahi devam etmektedir. Bu konuda Kur'an’ın gösterdiği ve öğütlediği en temel konulardan birisi olarak İnsanların "Sadece Allah'a Kulluk Etmeleri ve Her şeyi Sadece Allah'tan İstemeleri" olarak belirtilmektedir. İnsanlar çeşitli nedenlerle, ancak hiç şüphesiz özellikle "Maddi Menfaat" ve "Güç Etkinliği" nedenleri ile kendilerine insanlar ile "Tanrı" arasında bir görev icat ederek, bu temel gerçeği göz ardı etmekte ve sonuçta diğer insanlar üzerinde hükmetme etkisini ve buna bağlı olarak önemli ölçülerde maddi imkanlar sağlamayı sürdürmekte ve bunun gerçekleşebilmesi için de insanların Dini inanışlarını kullanarak onlardan yararlanmaktadırlar.
Asıl amacı çıkar sağlamak olmasa bile bir kimsenin ortaya çıkarak kendi gayretleri ile çeşitli kaynaklardan ve önceki Dini bilgiler ve belgelerden yararlanarak diğer insanlara edindiği bilgilere göre "yol göstermesi" olarak özetlenebilecek olan bu tür faaliyetlerde bulunanlar bir anlamda bulundukları toplumlarda kendi etrafında "gruplar" kurmakta ve “Dini Önder” durumuna gelerek güç ve itibar sahibi olmaktadır. Bu tür uygulamaların özellikle Kuzey Amerika'da yaygın olduğu, böylece ortaya çıkan Din Adamlarının kendi adına "Kilise" kurarak insanlara inançlarını pekiştirecek ve onları “tanrı yoluna yönlendirecek" Dini öğütler verdikleri görülmektedir. Böylece sonuçta saygın bir din adamı olarak ortaya çıkanların önemli bir bölümünün "Tanrıdan ilham aldığını" ileri sürerek çeşitli "Tarikatlar" kurdukları bilinmektedir.
Özellikle Katolik mezhebinde görülen bu tür tarikat oluşturma faaliyetinin insanlar üzerinde etkili olduğu, insanların güçlü bir şekilde bu "Ruhban Sınıfına" inandıkları ancak bu oluşumların giderek ekonomik, siyasal, sosyal ve inanç açılarından son derecede "güçlü" bir organizasyon durumuna gelebildiği toplumlarda yaşanan örneklerinden anlaşılmaktadır. Bu önemli nitelik nedeniyle çoğu toplumlarda bu tür faaliyette bulunulması her toplumun inanç ve geleneksel yapılarına göre şekillenen belli koşullar ve kurallar dahilinde yürütülmektedir.
Halbuki, 1400 sene önce Allah'ın tüm insanlara ilettiği "Son Mesaj" olan Kur'an’da Tüm İnsanların ancak Allah’a teslim olmalarının (kulluk ederiz) ve yalnız Allah’tan yardım istemelerinin (medet umarız) gerektiği açıklanmaktadır.
Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız. (5/5), (1/5)
Buna göre Allah insanların Allah'a inanmalarının "En Temel” Unsurunu, insanların doğrudan ve sadece Allah’ı tanımaları olarak bildirmektedir. Bu durumda bir insanın inanç konusunda diğer insanları yönlendirmek için kendini görevlendirmesi çok "gereksiz" bir durumdur.
Doğal olarak böylece ortaya çıkan insanlara inanan insanların durumu da çok "anlamlı" olmamaktadır. Zira Yüce Allah Hz.Muhammed’e vahiy ettiği Kur’an Ayetleri ile tek tek bütün insanlara hitap etmekte ve her insandan “Aklını kullanarak” bunları araştırarak kendisine iletilen “gerçekleri” anlamasını beklediğini bildirmekledir. Bu son derece “açık” ve “yalın” olan durum karşısında hangi inanç sistemi olursa olsun, papaz, rahip, büyücü, aziz, imam ve bunlara benzer bir sınıf ve kast sistemleri ancak Ayetlerin “anlaşılabilmesinde” yararlanılacak bilgilerin yer alması durumunda “yararlanılmak” üzere bir değer taşımaktadır. Bunun dışında hiçbir “Din Görevlisinin” tamamen kendi görüşlerine göre insanları bilgilendirmesi ve özellikle “zor kullanarak” onları “İmana” yönlendirmesi, ancak sahip olduğu kısıtlı bilgiler çerçevesinde olacağı için “yeterli” olmayacaktır.
Bu nedenle Yüce Allah bilgi ve bilgi birikimlerinin insanları “geliştirmeye” başladığı zamana kadar olan zaman dilimlerinde yaşayan insanların "Akıllarını” harekete geçirmek ve onları bu konuda “bilinçlendirmek” üzere, toplumlarda aralarından “seçtiği” insanları "Elçi" olarak görevlendirdiğini Ayetlerinde açıklamaktadır.
Zira insanların akıl kullanarak Ayetleri öğrenmeye gereken önemi vermemeleri ancak "Bilinçsizlikten” kaynaklanmaktadır. Bugün ulaşılan bilgi düzeyinde, hiçbir "Akıllı” insan herhangi bir kimsenin kendisini “Dini Önder” olarak ilan ederek insanları “kurtaracağını” ileri sürüp yönlendirmesi gibi bir durumu kabul edemez. Çünkü insanların bilgi düzeylerini biriktirmeye başlaması ve bilgi birikimlerini akılları ile çok geniş ölçüde ve hızla çoğaltarak geliştirmeleri artık yeni bir "Elçiye” gerek duymadan tüm insanların kendi akıllarını ve bilgilerini kullanarak Allah'a ulaşabilecek ve O'nu tanıyabilecek düzeylere erişebilmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle Hz.Muhammed tüm insanlara gönderilen "Son Elçidir”. Çünkü artık insanlar kendi bilgileri ve akılları ile Kur’an Ayetlerini, Hz.Muhammed tarafından önerilen ve gösterilen uygulamaları, iman etmiş “Aklı Selim” sahibi olanların “Müteşabih Ayetler” ile ilgili yorumlarını ve “Aklı Selim” sahibi olanların gerçek (sahih) hadisleri “ayırt edip” yaptıkları yorumlarını, önceki peygamberlerin ilettikleri vahiylerin “asıllarını” okuyup inceleyerek ve onlarda açıklanan gerçekleri “anlayarak” Allah'ı arayacaklar ve bulacaklardır. Bunun dışındaki her türlü teşebbüs, sistem, tarikat vs. tamamen "Boş" uğraştır ve "İnsan nefsinin” işi olarak tamamen maddi menfaat veya siyasi ve sosyal etkinlik kurmaya ve diğer insanlara hükmetme amacına yönelik olacaktır.
Nitekim günümüzde insanlar, genellikle bu önerilere uyulmaması ve menfaat duygusunun bütün sistemleri özünü oluşturması nedeniyle, “Allah’a İman” konusunda inanış karmaşası içinde bulunmaktadır. İnsanlar ancak burada belirtilen yöntemleri kullanarak bu karmaşadan kurtulabilecek ve gerçek Allah inancına ulaşabilecektir. Aksi halde “akıllarını” kullanmayıp önerilen yöntemleri kullanmadıkları sürece bu karmaşa devam edecek ve maddi çıkara dayanan sistemlerin kendilerinden yararlanmalarına de engel olamayacaklardır.
Bugüne kadar insanlara bildirilen uyarı, öğüt ve öneriler dikkate alındığında, bir “örnek” olarak İsa Peygamberin öğretisinde yer almamasına rağmen, bugün Hristiyan olarak “tanrıya” inandığını ifade eden çok sayıdaki insanlar, kendilerinin ruhani kişilerin aracılığı ile günahlarının affedileceğine veya onlar tarafından kutsanacaklarına inanmaktadırlar. Bu hususun, halen geçerli olan bir İncil’de yer alan ifadelerden kaynaklandığı düşünülebilir.
“21İsa yine onlara, «Size esenlik olsun!» dedi. «Baba beni gönderdiği gibi, ben de sizi gönderiyorum.» 22Bunu söyledikten sonra onların üzerine üfleyerek, «Kutsal Ruh'u alın!» dedi. 23«Kimin günahlarını bağışlarsanız, bağışlanmış olur; kimin günahlarını bağışlamazsanız, bağışlanmamış kalır.»
(Yuhanna 20: 21-23)
Bu ibarelerin, İslam'ın en temel yapı taşı olan ve sadece Allah’a kulluk edileceğini ve yalnız Allah’tan yardım isteneceğini bildiren Ayet ile köklü bir çelişki içinde olduğu görülmektedir. Bu uygulamanın günümüzde bir güç ve hükümranlık sistemi niteliğinde olan Hristiyanlığın asıl unsurlarından birisi olarak ve muhtemelen “Din Adamlarının” toplum üzerindeki etkilerini pekiştirmek amacı ile İsa Peygamberden sonraki dönemlerde ortaya çıktığı Hristiyanlık kaynaklarında belirtilmektedir. Böylece yaşamlarında yaptıkları “yanlışlar” nedeniyle “vicdani” rahatsızlık duyanlar, arada bir bu din adamlarına yaptıklarını anlatarak onlardan “tanrının” kendilerini affetmesi için aracı olmaları istenmektedirler. Bu uygulama genel anlamda “günah çıkartma” olarak bilinmektedir.
Buna göre Hristiyan inanç sisteminde insanlar genellikle Dünya'da maddi kazanç ve çıkar sağlamak üzere faaliyette bulunmakta, yaptıkları hata ve yanlışları “günah çıkartarak” affettirip vicdanen huzura kavuşmakta, ancak Yaratan, Yaratılış, Ölüm, Ölüm sonrası, vb. gibi konuları “Sistemdeki” Din Adamlarına bırakmaktadır.
Bu durumda Hristiyanlığın aslında bir “Din” olmaktan öte bir “Dine dayalı Sektör Marka” olduğu söylenebilir. Bu sektörün ana fikri de insanların bu sektörün “Yöneticileri" tarafından belirlenen ve “Din” olarak tanımlanan kurallara inanmalarını sağlamak ve onlar bu "Din" ile iştigal ederken "Dünya Kaynaklarını" bu sektöre bağladıkları siyasiler ile “Beraberce” yönetmek olarak ortaya çıkmaktadır.
Kur'an ile “son aşamasına” ulaşan İslam İnancına göre “İnsan” ile “Yaratıcı” arasında böyle bir aracılık mümkün değildir. Zira Allah’ın “Hak Din” olarak bildirdiği ve Hz.Muhammed ile bütün insanlara ilettiği İslam’a göre hangi konumda ve düzeyde olursa olsun her insan yaşamının her anında Allah'ın Kur'an Ayetlerinde ve önceki “Gerçek” kitaplarında bildirilenleri ve bütün Peygamberlerin “doğru ve gerçek” öğretilerini dikkate almak durumundadır.
Allah’a iman edenlerin “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaya zorlananlara kendilerine böylece “zulmedenlerle” savaşmaları için izni verildiği belirtilmektedir.
Onlar, başka değil, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Allah, kendisine yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir. (103/40, (22/40)
Onlar ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah'a varır. (103/41), (22/41)
Allah’a iman edip "Rabbimiz Allah'tır" diyenlerin, yeryüzünde güç ve hüküm sahibi olsalar da (iktidar verirsek), dualarını yapacakları (namazı kılar), ihtiyaçlarından fazlasını muhtaçlara verecekleri (zekâtı verirler), iyiliği emredecekleri ve kötülükten kaçınacakları belirtilmekte ve Allah’ın onların zalimlerle savaşarak “galip gelmelerini” sağlayacağına işaret edilmektedir.
Yüce Allah, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış bir kısım insanları diğer bir kısmı (zalimler) ile "savaşarak" defedip önlediğine işaret etmektedir. Şayet Allah bu şekilde zulüm edenlerle "savaşmalarına" izin vererek kötülükleri önlememiş olsaydı, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırların, kiliselerin, havraların ve mescitlerin yıkılıp gitmiş olacaklarını açıklamakta ve "adını anarak" yardım edenlere muhakkak surette yardım ettiğini bildirmektedir. Böylece bütün insanlara Allah'ın hiç şüphesiz güçlü ve galip olduğu hatırlatılmaktadır.
Burada ayrıca Allah'a inanmakla birlikte Hz.Muhammed'i Allah'ın peygamberi olarak kabul etmeyen Yahudi ve Hristiyanlara ait ibadethanelerin Allah'a inanmayan toplumlar tarafından yıkılmış olacağına dikkat çekilmekte ve belki de sırf Allah'a inanmaları nedeniyle onların tamamen ortadan kaldırılmalarının önlendiği ve Allah'ı anmalarını sürdürmelerine izin verildiği belirtilmektedir.
Çünkü bu anlayışta olarak Allah'a inananlara yeryüzünde hükmetme (iktidar) yetkisi verdiğinde Allah'a dua ettikleri (namazı kılar), ihtiyaçlarında fazlasını muhtaçlar ile paylaştıkları (zekâtı verirler), insanlar arasında daima "iyiliği" emrettikleri ve kötülükten uzak durdukları açıklanmaktadır. Ancak bu toplumların Hz.Muhammed'e ve onun ilettiklerine karşı gelerek "Müslümanlara" kötülük ve "zulüm" yapmaları durumunda bu defa "zalimler" tarafında olacaklarını da dikkate almaları gerekmekte ve "Ehl-i Kitap" olarak anılan Yahudi ve Hristiyanlar ve diğer bütün insanlardan Allah'ın kendilerine peygamberleri, elçileri ve diğer "uyarıcıları" ile iletmiş olduğu "Yaratılış" ve "Tek Yoktan Yaratıcı Güç" olan "Allah" hakkındaki "gerçekleri" bildiren bütün kitapları dikkate almaları, incelemeleri ve gösterdiği "doğru yola" yönelmeleri beklenmektedir.
Nitekim Allah'ın ismini anan Yahudi ve Hristiyanlara ve onların ibadet yerlerine Allah'a inanmayanlar (kafir) tarafından zarar verip onlara “zulmeden” bir kısım insanları Allah’a İman edenlerin “savaşarak” defedip önlediği örnek olarak açıklanmaktadır. Aksi halde içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitlerin yıkılıp gideceği hatırlatılmakta ve “ismini anarak” kendisine yardım edenlere “hiç şüphesiz” Allah’ın muhakkak surette yardım edeceği bildirilmekte böylece “iman etmeyenlere” Allah’ın “güçlü” olduğu bir defa daha “ihtar edilmektedir.”
Burada asıl dikkat edilmesi gereken husus, kendilerine imkân ve güç lütfedilen gerçek müminlerin, bu imkânlara kavuşunca adaleti elden bırakmamaları, ahlakın bozulmasına fırsat vermemeleri ve bunun için de “Dinin” temel unsurlarına göre davranmaları gerektiğidir. Çünkü buna göre inanan insanların zorluklar karşısında yılmayıp mücadele etmeleri, Allah’a dayanıp güvenmeleri, hiçbir zaman O’nun yardım ve desteğinden ümit kesmemeleri, Allah’ın hainlerin ve nankörlerin tuzaklarını bertaraf etmeye muktedir olduğunu unutmamaları gerekmektedir.
Yüce Allah, daha önce tüm insanlara iletilmek üzere Musa ve İsa Peygamberlere "vahi yettiği" Ayetlerini onların toplumlarına ilettiklerini, ancak Yahudilerden ve Hristiyanlardan bir bölümünün aslında bunlara içtenlikle (Kalplerinde) inanmamalarına rağmen (iman etmedikleri halde) ağızlarıyla "inandık" diyerek (münafıklık yaparak) iki yüzlü davrandıklarını ve "küfür içinde" koşuşturduklarını ve Hz.Muhammed'e inanmayan kimselere inandıklarını açıklamakta ve onların aslında "inanmadıkları" için Tevrat ve İncil'deki Ayetleri (kelimeleri) yerlerinden kaydırıp değiştirdiklerini bildirmektedir.
Ey Resul! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla "inandık" diyen kimselerden ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanların seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler. "Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!" derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve ahirette onlara mahsus büyük bir azap vardır. (112/41), (5/41)
İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında olduğu halde nasıl seni hakem kılıyorlar da sonra, bunun arkasından yüz çevirip gidiyorlar? Onlar inanmış kimseler değildir. (112/43), (5/43)
Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdik. Kendilerini vermiş peygamberler onunla Yahudilere hükmederlerdi. Allah'ın Kitap’ını korumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş zahidler ve bilginler de. Hepsi ona şahitlerdi. Şu halde İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir. (112/44), (5/44)
Tevrat'ta onlara şöyle yazdık:” Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş. Yaralar da kısastır. Kim bunu bağışlarsa kendisi için o kefaret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.” (112/45), (5/45)
Kendinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerine, Meryem oğlu İsa'yı arkalarından gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nur bulunmak, önündeki Tevrat'ı tasdik etmek, sakınanlara bir hidayet ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik. (112/46), (5/46)
İncil'e inananlar, Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıklardır. (112/47), (5/47)
Bu nedenle Yahudilerin ve Hristiyanların Hz.Muhammed'in toplumunda bulunan ve aslında inanmamakla birlikte inandıklarını söyleyenlere (münafıklara), eğer bekledikleri veya istedikleri verilirse hemen almalarını, o verilmezse sakınmalarını öğüt verdikleri ve hiçbir zaman Hz.Muhammed ile beraber olmadıkları (sana gelmeyen kimseler) açıklanmaktadır. Yüce Allah verdiği bu örnek ile Hz.Muhammed'e bir kimseyi şaşkınlığa düşürmek isterse Allah'a karşı onun lehine hiçbir şey yapamayacağını, zira "bu yaptıkları nedeniyle" onların Allah'ın kalplerini temizlemek (doğru yola ulaştırmak) istemediği kimseler olduklarını, onların dünyada rezillik içinde yaşayacaklarını, içinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında olduğu halde onların inanmış kimseler olmadıklarını ve ölümleri sonrasında da (ahirette) onlara özel büyük bir azap bulunduğunu hatırlatmaktadır.
Yüce Allah bu uyarıları ile Yahudilere, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdiğini, kendilerini Allah'a vermiş peygamberlerin ve Allah'ın Kitap’ını (Tevrat'ı) korumaları kendilerinden istendiği için Allah'a teslim ve takdirine razı olan ve her şeyde Allah'ın sırlarının bulunduğu bilinci ile "helal" olanlar dışında Dünya malının ve nimetlerinin çekiciliğinden vaz geçerek yaşayanların (zahidlerin) ve bilginlerin de "Tevrat" ile Yahudilere önderlik ettiğini (hükmettiğini) hatırlatmaktadır. Bu hatrırlatma ile zahidlerin ve bilginlerin Allah'ın "şahitleri" oldukları belirtilmekte ve Yahudilere bu gerçeği dikkate alarak Allah'ın bildirdiklerine uymaları (benden korkun), insanlara bildirdiği gerçeklere (Ayetlerimize) çıkarları uğruna uymayıp karşı gelmemeleri (az bir bedel karşılığında satmamaları) açıklanmakta ve bu uyarılara rağmen kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onların kafirlerin ta kendileri oldukları bildirilmektedir.
Yüce Allah bu hatırlatma ve uyarıları ile Yahudi toplumuna içinde "doğruya rehberlik ve nur" olduğu halde indirdiği ve "zahidler ile bilginler" tarafından "korunan ve uygulanan" Tevrat'ın "asıl" hükümlerine uymalarını ve Ayetlerine başka anlamlar vererek değiştirmemeleri gerektiği hatırlatılmakta ve Hz.Muhammed'e indirilen Ayetlerin onlara bu anlamda yol gösterici olduğu açıklanmaktadır. Bu bağlamda bir örnek olarak Tevrat'ta Yahudilere yaralamalar dahil olmak üzere cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş olarak ifade ettiği "kısasın" hak olduğu, ancak bunun uygulanmasında bir istisna olarak da kim kendisine verilen bu "hakkı" bağışlarsa (kısas olarak karşılık vermez ise) bunun yaptığı hata ve yanlışlıkların (günahlarının) örtülmesini veya kaldırılmasını sağlayacağı (kefaret), buna karşılık Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin ise "zalim" olduklarını onlara bildirdiği hatırlatılarak Hz.Muhammed'e "vahiy edilenlerin" onlar için de geçerli ve Allah'ın "gerçek hükmü" olduğu bildirilmektedir.
Yüce Allah buna ilaveten İsa Peygamberin bildirdiklerine uyan Hristiyan toplumuna da kendinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve esasen diğer tüm peygamberlere de bildirilmiş olanları tüm insanlara bildirmek üzere (peygamberlerin izleri üzerine), Meryem oğlu İsa'yı daha sonra (arkalarından) gönderdiğini ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nur bulunmak, önündeki Tevrat'ı tasdik etmek, sakınanlara bir hidayet (kurtuluş yolu) ve öğüt olmak üzere İncil'i verdiğini açıklamaktadır. Buna göre İncil'e inananların da Allah'ın "onda indirdiği" ile hükmetmeleri gerektiği bildirilmekte ve kim Allah'ın indirdiği ile, yani İncil'in Allah'ın İsa Peygambere vahiy ettiği "asıl" Ayetleri ile hükmetmezse işte onların Allah'a itaat etmekten çıktıkları (fasıklardan oldukları) bildirilmektedir.
Buna göre İncil'in bazı Ayetlerinin de zamanla değiştirilmiş olduğuna işaret edilmekte ve Tevrat için açıklandığı gibi, Hz.Muhammed'e "vahiy edilen" Kur'an Ayetlerinin", Allah'ın "gerçek hükmü" olarak, İncil Ayetleri için de doğrulayıcı ve geçerli olduğu bildirilmektedir.
Yahudilerin Hz.Muhammed ile tüm insanlara bildirilen Kur'an Ayetlerine inanmamalarına neden olarak bazı başka "bahaneler" ileri sürdüklerine işaret edilmekte, ayrıca Hristiyanların da Allaha iman edenlere (müminlere) sevgi bakımından en yakın oldukları belirtilmektedir.
Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lânet olasılar! Bilakis, Allah'ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır. Aralarına, kıyamete kadar düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez. (112/64), (5/64)
Eğer ehl-i kitap iman edip sakınsalardı, herhalde kötülüklerini örter ve onları nimeti bol cennetlere sokardık. (112/65), (5/65)
Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden onlara indirileni doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden hem de ayaklarının altından yerlerdi
Onlardan aşırılığa kaçmayan bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür! (112/66), (5/66)
Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kafirler topluluğuna rehberlik etmez. (112/67), (5/67)
"Ey Kitap ehli! Siz, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni hakkıyla uygulamadıkça bir şey üzerinde değilsinizdir" de. Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınlığını elbette artıracaktır. Kafirler topluluğuna üzülme. (112/68), (5/68)
İman edenler ile Yahudiler, sâbiîler ve Hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla korku yoktur; onlar üzülecek de değillerdir. (112/69), (5/69)
Andolsun ki İsrailoğullarının sağlam sözünü aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini getirdi ise bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler. (112/70), (5/70)
Bir bela olmayacak zannettiler de kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah tevbelerini kabul etti. Sonra içlerinden çoğu yine kör ve sağır oldu. Allah onların yaptıklarını görmektedir. (112/71), (5/71)
Andolsun ki "Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesîh'tir" diyenler kafir olmuşlardır. Halbuki Mesîh "Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Biliniz ki kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur" demişti. (112/72), (5/72)
Andolsun "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler de kafir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer diyegeldiklerinden vazgeçmezlerse
içlerinden kafir olanlara acı bir azap isabet edecektir. (112/73), (5/73)
Hâla Allah'a tevbe edip O'ndan bağışlanmayı dilemeyecekler mi? Allah çok yarlığayıcı çok esirgeyicidir. (112/74), (5/74)
Meryem oğlu Mesîh ancak bir Resuldür. Ondan önce de Resuller gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl yüz çeviriyorlar. (112/75), (5/75)
De ki: "Allah'ı bırakıp da sizin için fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah'tır." (112/76), (5/76)
De ki, “Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın.” (112/77), (5/77)
İsrailoğullarından kafir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. (112/78), (5/78)
Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! (112/79), (5/79)
Onlardan çoğunun, inkar edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kötüdür: Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar! (112/80), (5/80)
Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı onları dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır. (112/81), (5/81)
İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile, şirk koşanları bulacaksın. Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da "Biz Hristiyanlarız" diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. (112/82), (5/82)
Resule indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz! İman ettik, bizi şahit olanlarla beraber yaz." (112/83), (5/83)
"Rabbimizin bizi iyiler arasına katmasını umup dururken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe iman etmeyelim?" (112/84), (5/84)
Söyledikleri sözden dolayı Allah onlara, içinde devamlı kalmak üzere, zemininden ırmaklar akan cennetleri mükâfat olarak verdi. İyi hareket edenlerin mükâfatı işte budur. (112/85), (5/85)
İnkâr eden ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince işte onlar cehennemliklerdir. (112/86), (5/86)
Ayette yer alan ve Yahudilerin Allah'ın "elinin sıkı" olduğunu söylediklerini belirten ifadenin "cimrilik" anlamında olmadığı, ancak Müslümanların genellikle "yoksul" olmalarına işaret edilerek Allah'ın Hz.Muhammed'e ve ona inanan müminlere bildirdiği Kur'an Ayetlerinin Müslümanlara "varlık sahibi" olmalarında yardımcı olmadığını ileri sürdükleri, onları küçümsedikleri, buna göre de Kur'an
Ayetlerinin Allah'a ait veya Allah tarafından iletilmiş olduğuna inanmadıkları anlaşılmaktadır.
Diğer bir ifade ile Müslümanlara eğer Allah'ın iradesini yerine getirdikleri doğru olsaydı Allah'ta onlara kudret ve zenginlik verirdi, oysa yoksul olmaları ve zayıflıkları Allah'ın onlara yardım etmediğini söyleyerek inanmamakta kendilerini haklı gördükleri belirtilmektedir. Nitekim bir diğer Ayette de Yahudilerin Allah'ın fakir, onların ise zengin olduğunu iddia ettikleri açıklanmakta, Yüce Allah'ın onların bu "küstahça" söylediklerini peygamberlerini haksız yere öldürmeleri ile aynı tutarak (aynı şekilde büyğk günaha girdiklerine dikkat çekerek) şiddetli bir şekilde cezalandırılacağı bildirilmektedir.
"Gerçekten Allah fakir, biz ise zenginiz" diyenlerin sözünü andolsun ki Allah işitmiştir. Onların dediklerini, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yazacağız ve diyeceğiz ki: Tadın o yakıcı azabı! (89/181), (3/181)
Yüce Allah, böyle haksız bir biçimde dünyevî zenginlikleri Allah'a iman açısından "doğru yolda" olmak ile "özdeşleştiren" Yahudilerin "cimri" olmalarını takdir ettiğini (ellerini bağladığını) ve onları merhametinden uzaklaştırdığını (lânet ettiğini) belirterek, tam aksine Allah'ın cömert (ellerinin açık) olduğunu, Allah'a olan iman ve inanç sahiplerine "dilediği gibi" verdiğini bildirmektedir. Bu "gerçeğin" Hz.Muhammed'e indirdiklerinin (Kur'an) onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırdığını yemin vererek (Andolsun ki) ifade etmekte ve bu konuda aralarına ve aynı zamanda Müslümanlar ile aralarına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin soktuğunu açıklamaktadır. Buna göre ne zaman Müslümanlar ile bir anlaşmazlık çıkardıklarında veya savaş açtıklarında (bir ateş yakmışlarsa) Allah'ın takdir ettiği bir zaman içinde onu etkisiz hale getirdiği (söndürmüştür), zira onların yeryüzünde bozgunculuğa koştukları ve Allah'ın ise bozguncuları sevmediği hatırlatılmaktadır.
Yapılan bu açıklama ve uyarılar çerçevesinde "Ehl-i Kitap" olarak tanımlanan bir kısım Yahudi ve Hristiyanlara, eğer Hz.Muhammed'e vahyedilen Allah'ın tüm insanlara en son olarak bildirdiği "Ayetlerine" iman edip onları inkâr etmekten sakınsalardı, herhalde kötülükleri örtülerek ölümleri sonrasında "nimeti bol cennetlere" girmiş olacakları, hem de yeraltı ve yerüstü servetlerinden istifade ederek refah içinde yaşamış olacakları (ayaklarının altından yerlerdi) hatırlatılmaktadır. Ayrıca onlara Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni Tevrat ve İncil'in Yüce Allah'ın vahiy ettiği "asıl" hükümleri içeren ve onları "teyit" eden Kur'an’a iman edip hakkıyla uygulamadıkça bir şey (doğru yol) üzerinde olmayacakları bildirilmekte ve onlardan aşırılığa kaçmayan bir zümre dışında çoğunun "bu gerçeklere" iman etmemekle çok kötü iş yaptıkları, böylece Allah'ın bu lütfundan mahrum kaldıkları açıklanmaktadır. Buna göre "Ehl-i Kitap" olarak tanımlanan ve Allah'tan indirilen "gerçekleri" tebliğ eden Hz.Muhammed'i tanımayan bir kısım Yahudi ve Hristiyanlardan, "iman etmeleri" ve doğru yola yönelmeleri beklenmektedir. Böylece Yahudiler, sâbiîler ve Hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi amel işleyenler ve esasen Hz.Muhammed'in bildirdiği Allah'ın Ayetlerine iman edenler üzerine asla korku olmadığı ve onların "üzülmeyecekleri" kesin olarak bildirilmektedir.
Yüce Allah ayrıca geçmişte İsrailoğullarından (Yahudilerden) Allah'ın uyarı, öğüt ve önerilerine uyacaklarına dair "sağlam" söz aldığını, onlara peygamberler gönderdiğini, ancak peygamberlerin ilettiği gerçeklerin "nefslerinin" arzu etmedikleri şeylerin onlardan istemesi ve beklemesi karşısında, peygamberlerin bir kısmını yalanladıkları ve bir kısmını da öldürdükleri açıklanmaktadır. Nitekim, İsrailoğullarına ve Ehl-i Kitaba hitap edilen öğüt ve önerilerde ve Musa, Tevrat, Zebur ile ilgili olaylarda belirtildiği gibi, kendilerine daha önce gönderilmiş olan Peygamberlerine Allah tarafından "vahiy edilerek" verilen öğütleri ve yapılan uyarıları "değiştirmeden ve bozmadan" dikkate almaları ve onlara uymalarının Allah'a verdikleri "söz" olduğu belirtilmektedir.
Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vadettiklerimi vereyim. Yalnızca benden korkun. (87/40), (2/40)
Vaktiyle biz, İsrailoğullarından: Yalnızca Allah'a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz almış ve "İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin" diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz. (87/83), (2/83)
Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden söz almıştık. Her şeyi görerek sonunda bunları kabul etmiştiniz. (87/84), (2/84)
İsrailoğullarının nefslerine yenilerek verdikleri bu "sözlere" uymamanın başlarına bela olmayacağını zannettikleri ve böylece gerçeklere karşı "kör ve sağır" kesilerek kendilerine iletilenlere (verdikleri sözlere) uymadıkları ancak bir kısmının bundan "pişman" olarak tövbe ettikleri ve Allah'ın bu tövbelerini kabul ettiği belirtilmektedir. Fakat daha sonra içlerinden çoğunun yine sözlerinde dönerek iman etmediği (kör ve sağır olduğu) açıklanmakta ve Allah'ın onların yaptıklarını görmekte olduğu (bildiği) hatırlatılarak içinde bulundukları bu durumu düşünmeleri ihtar edilmektedir.
Benzer bir uyarı Hristiyanlara da yapılmakta ve İsa Peygambere öyle bildirilmediği halde "Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesîh'tir" diyenlerin "kafir" oldukları Allah'a "yemin" edilerek bildirilmektedir. Çünkü İsa peygamberin toplumuna kendisinin ve onların da "Rabbi" olan Allah'a kulluk etmeleri gerektiğini, kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah'ın ona cenneti haram kılacağını, artık onun yerinin ateş olduğunu (azap çekeceğini), Allah'a ortak koşanın "zalim" olduğunu, zalim olanlar için ölüm sonrasındaki ortamlarda yardımcılar bulunmayacağını bildirdiği açıklanmaktadır. Hristiyanlardan "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyerek yemin edenlerin ve buna inananların "kafir" oldukları belirtilmektedir. Buna göre Hristiyanlar bir tek Allah'tan başka hiçbir tanrı olmadığı hatırlatılarak uyarılmakta ve eğer böyle demelerinden vazgeçmezler ise "kafir" olacakları ve kafir olanlara acı bir azabın isabet edeceği bildirilmekte ve onlardan "tövbe edip" çok yarlığayıcı ve çok esirgeyici olan Allah'tan "bağışlanmayı" dilememelerinin beklendiği açıklanmaktadır.
Yüce Allah Hristiyanlara Meryem oğlu Mesîh'in (İsa) ancak bir peygamber (Resul) olduğunu, ondan önce de resullerin (peygamberlerin) gelip geçtiğini, annesi Meryem'in de çok doğru bir kadın olduğunu, delil olarak onların yemek yediklerine işaret ederek her ikisinin de ancak birer "insan" olduklarını, bu durumun Allah'ı bırakıp da insanlar için fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere tapınılmaya benzediği, hakkıyla işiten ve bilenin yalnız Allah olduğu hatırlatmakta ve buna rağmen "doğrulardan" nasıl yüz çevirdiklerini düşünmelerini öğüt vermektedir.
Hristiyanlara yapılan diğer önemli bir uyarı ile ölümleri sonrasında açıklanan "azaba" uğramamaları için bu ortamdaki yaşamlarında kendilerine iletilen "gerçeklerden" ayrılmamaları bildirilmektedir. Nitekim Yüce Allah İsa Peygambere kendisini ve annesini (Meryem) Allah'tan başka "iki tanrı" olarak bilmelerini İnsanlara kendisinin mi söylediğini sorduğu zaman onun "Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zatında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin.” diyerek cevap verdiği açıklanmaktadır. İsa peygamberin ayrıca onlara, ancak kendisine Allah'ın emrettiğini bildirdiğini, kendisinin de onların da "Rabbi" olan Allah'a kulluk etmelerini söylediğini ve içlerinde bulunduğu müddetçe onlar üzerine kontrolcü olduğunu, kendisini vefat ettirince artık yalnız her şeyi hakkıyla gören Allah'ın onlar üzerine "gözetleyici" olduğunu Yüce Allah'a açıkladığı belirtilmektedir.
İsa Peygamber kendisine inandıklarını söyleyen Hristiyanların "yaptıkları" yüzünden Allah'ın eğer dilerse onlara azap edeceğini, şüphesiz onların Allah'ın kulları olduğunu, eğer onları bağışlarsa da şüphesiz izzet ve hikmet sahibi olarak onları bağışlayacağını da bildirdiği açıklanmaktadır.
Allah: “Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, "Beni ve anamı, Allah'tan başka iki tanrı bilin" diye sen mi dedin", buyurduğu zaman o, "Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zatında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin.” (112/116), (5/116)
“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: “Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin”, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.” (112/117), (5/117)
“Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin" dedi. (112/118), (5/118)
Allah şöyle buyuracaktır: “Bu, doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.” (112/119), (5/119)
Göklerin, yerin ve içlerindeki her şeyin mülkiyeti Allah'ındır, O, her şeye hakkıyla kadirdir. (112/120), (5/120)
Yüce Yaratan İsa Peygamber ile yaptığı bu konuşmadan sonra Hristiyanlara, kendilerine bildirilen bu "doğrulara uyduklarında bu doğruluklarının ölümleri sonrasındaki ortamlarda fayda vereceği gün olduğunu hatırlatmakta ve onlar için içinde ebedi kalacakları zemininden ırmaklar akan cennetler bulunduğunu bildirmekte ve göklerin, yerin ve içlerindeki her şeyin mülkiyetinin "Tek Yaratanı" olan Allah'ın ait ve Allah'ın her şeye "hakkıyla" kadir olduğunu, bütün bu gerçekleri en son olarak tüm insanlara iletilmek üzere Hz.Muhammed'e bildirdiği Ayetleri üzerinde düşünmelerini önemle hatırlatmaktadır.
Bu uyarılar bağlamında Yüce Allah "Kitap Ehline" ve özellikle de Hristiyanlara hitaben iman ve inançlarında (Dininizde) haksız yere haddi aşmamalarını ve buna yol açtığına işaret ettiği daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymamaları gerektiğini hatırlatmaktadır. Ayette sapan, saptıran ve doğru yoldan uzaklaşan olarak belirtilen toplumlar ifadesi ile, Adem'in bu ortamda ortaya çıkışından itibaren "Akıllı" insanlara çağlar boyunca "Yaratılış" ve "Tek Yoktan Yaratıcı Güç" olan Allah ile ilgili "gerçekleri" bildiren "uyarıcıların" bildirdiklerinin zamanla insanların "nefslerinin" etkisi ile değişikliklere uğraması sonucunda her dönemde ortaya çıkan ve genel olarak "paganizm" olarak gruplandırılan inanışlara işaret edildiği anlaşılmaktadır.
Böylece Ehl-i Kitap olarak tanımlanan Yahudi ve Hristiyanlara, değiştirildikleri için bir temele dayanmayan iddialarını ve inançlarını sürdürmeleri halinde "haddi aşmış" olacakları hatırlatılmakta ve Kur'an Ayetlerinde tüm insanlara bildirilenlerin kendilerine gönderilmiş olan ancak zamanla değiştirilen "İlahi Hükümlerin" gerçek anlam ve niteliklerini de açıklamakta olduğunu dikkate almaları önerilmektedir. Bu duruma örnek olarak Davud ve İsa Peygamberlere indirilen vahiylerde, kendilerine indirilen Kitap'ta (Tevrat) yer alan hükümleri değiştirerek aslında onlardan beklenenlere uymayan İsrailoğullarının "kafir" olduklarının ve lânetlendiklerinin, bunun sebebinin ise söz dinlememeleri nedeniyle sınırı aşmaları ve ayrıca işledikleri kötülükten birbirilerini vazgeçirmeye de çalışmamaları olduğuna işaret edildiği bildirilmekte ve "Ehl-i Kitaba" bu yaptıklarının ne kadar kötü olduğu bildirilmektedir. Buna rağmen, halen bile Yahudi toplumunun çoğunun Allah'ı ve tüm insanlara iletilmek üzere Hz.Muhammed'e bildirdiği "Ayetlerini" inkâr edenlerle dostluk ettikleri hatırlatılmakta ve nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şeylerin ne kötü olduğu hatırlatılmaktadır. Buna göre inkâr edenlerle dostluk eden Yahudilerin, Allah'ın onlara gazap ettiğine ve onların azap içinde devamlı kalıcı olacaklarına dikkatleri çekilerek, inkardan vaz geçip gerçeklere yönelmeleri ve iman etmiş olsalardı onları dost edinmemiş olacakları da hatırlatılarak, Allah'a, Peygamber'e (Hz.Muhammed) ve ona indirilene iman etmeleri önerilmektedir. Fakat onların çoğunun inkâr edenlerle dostluk ederek artık "yoldan çıkmış" oldukları da hatırlatılmaktadır.
Açıklanan bu nitelikleri ve "peşin kabulleri" nedeniyle, insanlar içerisinde iman edenlere "düşmanlık" bakımından en şiddetli olanların Yahudiler ile Allah'a şirk koşanlar olduğu, buna karşılık onların içinde "Biz Hristiyanlarız" diyenlerin de iman edenlere sevgi bakımından en yakın oldukları belirtilmektedir. Çünkü Hristiyanların içinde bulunan ve İsa Peygamberin öğretileri doğrultusunda iman etmiş olan din adamlarının (keşişlerin ve rahiplerin) büyüklük taslamadıkları ve Hz.Muhammed'e indirileni duydukları zaman aşina (tanış çıktıkları) oldukları "gerçekten" dolayı "Rabbimiz! İman ettik, bizi şahit olanlarla beraber yaz" deyip dua ettiklerinde gözlerinden yaşlar boşandığı açıklanmaktadır. Buna göre Hz.Muhammed'e indirilen Ayetlerdeki İsa Peygamberin öğretilerine göre kendilerini "iyiler arasına katmasını" umarak iman ettikleri "Rab" ile "gerçekler" karşısında, içtenlikle ve inanarak "Rabbimizin bizi iyiler arasına katmasını umup dururken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe iman etmeyelim?" diyerek Allah'a teslim oldukları bildirilmektedir. Yüce Allah söyledikleri bu sözlerden dolayı İsa Peygamberin öğretileri doğrultusunda "Allah'a" iman etmiş olanlara içinde devamlı kalmak üzere zemininden ırmaklar akan cennetleri mükâfat olarak verdiğini, bunun "Biz Hristiyanlarız" diyenlerden de böylece "iyi" hareket edenlerin mükâfatı olduğunu açıklamaktadır. Buna göre Kur'an Ayetlerinde açıklandığı gibi "Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesîh'tir" demeyerek Allah'a şirk koşmayan ve İsa Peygamberin öğretileri doğrultusunda iman etmiş olan Hristiyanların cennet ile ödüllendirilebileceklerine işaret edilmekte, aksini söyleyip Allah'ı inkâr eden ve Kur'an Ayetlerini yalanlayanların ise cehennemlik oldukları da hatırlatılmaktadır.
Haddi aşmaya ve aşırı gitmeye benzer bir durum olarak günümüzde kendilerince geliştirdikleri düşünceler ile insan "İnsan Aklı" açısından en doğru olduğuna iddia ederek bunun dışında "İlahi" hiçbir şeye inanmadıklarını söyleyenlerin (Ateist ve benzer düşüncedekilerin) de aynı anlamda "haddi aştıkları" ve aslında "akıllarrını" her açıdan ve "tam olarak" kullanmadıkları, buna göre inançsız olanların da iman edenlere şiddetle düşmanlık yapanlar gibi oldukları söylenebilir.
Yapılan bu uyarılar ile insanların önceki dönemlerde peygamberler tarafından bildirilen "gerçekleri" nefslerine yenilerek çeşitli amaçları uğruna kendilerince yeniden düzenlediklerine ve böylece doğru olmayan (haksız yere) uygulamalar yaparak "aşırı" gittiklerine işaret edilmektedir. Bu nedenle "Akıllı" insanlardan, Evrenin insanların "emrine" verildiğini belirten Kur'an Ayetlerini dikkate alarak, bulundukları bu ortam ile ilgili gerçekleri araştırıp her şeyin nasıl "var" olduklarını ve varlıklarını nasıl "sürdürdüklerini" araştırmaları, incelemeleri ve anlamaya çalışmalarının beklendiğine işaret edilmektedir.
Allah'ın, göklerde ve yerdekileri sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi? (57/20), (31/20)
O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah'ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır. (70/12), 16/12)
Zira bu tür Ayetler ile tüm insanlara ancak bu şekilde yapacakları araştırmalar sonucunda elde edilecek bilgi birikimleri sayesinde "Yaratılış" ve "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah hakkında doğru ve anlamlı bir fikir sahibi olacakları bildirilmektedir.
Din
Adem’in yeryüzünde yaşamaya başlamasından önce yaklaşık iki Milyon yıllık bir süreçte gelişip evrimleşen “insansı” yapıların ilk zamanlardan beri bu dünyadaki yaşamlarında etrafındaki muhteşem ve muazzam ortamı ve yapıyı merak ettikleri, hayranlık ve dehşetle izledikleri olayları ve bazı hayvansal varlıkları “üstün bir güç” olarak kabul ettikleri, onlara büyük saygı gösterdikleri, onları “kendisinin varlığı” ile ilişkilendirdikleri ve onları bir anlamda “ilah” olarak gördükleri bilimsel araştırmalardan anlaşılmaktadır.
İnsansı yapıların içgüdülerinin yönlendirmesi ile bu “üstün” güçlerden gelecek tehlikelerden korkmaları sonucunda o güçlere sığınarak karşılaştıkları zorluklar nedeniyle onlardan yardım istemelerini sağlamak üzere onlara teslimiyetlerini ve saygılarını iletmek için çeşitli yol ve yöntemler geliştirdikleri görülmektedir. Böylece zamanla geliştirilen ve değişen çeşitli kurallara göre şekil alan bu davranışlar “İlkel Dinler” olarak adlandırılmıştır.
Adem’in yeryüzünde yaşamaya başlaması sonrasında çoğalan “Akıllı” insanlar “Ruhlarında” bulunan ve Allah’ın insanların “Rabbi” olduğunu kabul ettiklerine dair olarak Allah'a verdiği “sözü” ifade eden ilahi duygu nedeniyle yaşadıkları bu Evren ve Dünya ortamının inceliklerini, özelliklerini ve sırlarını anlamaya çalışmışlardır.
Bu süreçte öteden beri bu ortamda yaşamakta olan “İnsansı” yapılar ile birlikte yaşamalarının da etkisi ile bireysel ve toplumlar olarak Ruhlarındaki “Allah” duygusunda değişimler meydana gelmiş ve bir kısmı Şeytan’ın etkisi sonucunda olmak üzere çeşitli inanış ve din olguları ortaya çıkmıştır. Nitekim akıl yeteneğinin kullanılmasındaki bu zafiyet nedeniyle toplumlarda “Karanlık, Uzay, Yıldızlar, Ay, Güneş, Yeryüzü (Dünya), Kendi Yaptıkları Putlar, Geçmiş Ataları, ve Kendi Benliğine Hayranlık” gibi şeyleri tapılacak ve ibadet edilecek “ana unsurlar” olarak gören çeşitli “Dinlerin” ortaya çıktığı geçmiş dönemlere ait belge ve bulgulardan görülebilmektedir.
Bu tür inanışların ve farklı dinsel yöntemlerin ortaya çıkmasında her toplumda bazı lider kişilerin etkili oldukları görülmektedir. Bunlar arasında Allah'ın izni ve bilgisi dahilinde gönderilmiş “uyarıcılar” bulunmakla birlikte genellikle Şeytan’ın etkisi altına kalan ve insanları kendi çıkarları doğrultusuna göre yönlendirenlerin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu durumun “Tek Yaratan” fikrinin ilk olarak “yeniden” geliştiği dönem olan İbrahim Peygamber zamanına kadar sürdüğü söylenebilir.
İnsanlar, bu Dünya ortamına geldikten sonra Allah'ın bir lütfu olan "Akıl" unsuru ile bu Dünya ortamını anlamaya ve keşfetmeye başlamışlardır. Sürekli olarak yaptıkları ve buldukları her yenilik bünyelerinde bulunan "Benlik" duygusunu güçlendirmiş ve bu ortamda her şeyi "Kendisinin" düşündüğünü ve yaptığını zannetmeye başlamıştır. Bu durum "Benlik" hissini son derecede güçlendirmiş ve Allah'ı Tanıma ve O’na “Teslim Olma" ile ilgili hislerinin giderek zayıflamasına neden olmuştur. Bu durumdan ancak "Aklını" kullanırken yaptığı ve bulduğu her yenilikte Allah'ın "Yaratıcılığının" en önemli unsur olduğunu "İdrak" edebilmeyi başaran insanlar kurtulabilmekte ve ancak onlar "Gerçekleri" anlayabilmektedir.
Özellikle bu Evren ve Dünya ortamında "Var" olan tüm canlı ve cansız varlıklar ile bunları etkileyen unsurlar üzerinde çalışarak bu "Varlıkların" aslını "Anlamaya" çalışan "Bilim İnsanları" yaptıkları bilimsel çalışmalar sonucunda elde ettikleri sonuçları "Somut Gerçek" olarak algılamaktadırlar.
Kendi benliğini her şeyi yapan ve bulan olarak gören ve bu nedenle tüm "Gerçekliği" sadece deneyimledikleri ve buldukları olarak tanımlayan insanların "Düşünce Yapıları" bu çerçevede kalmaktadırlar. Nitekim önemli bir "Düşünür" olarak kabul edilen Nietzsche’ye göre "İnanç, gerçeği bilmek istememektir". Benzer şekilde, Nikola Tesla'ya izafe edilen bir deyişe göre, Dinlerin Kitaplarını okuyup anlayanlara Ateist, Okuyup anlamayanlara İnançlı denmektedir.
Buna göre Allah’a inanmak “gerçeklerden uzaklaşmak” olarak yorumlanmaktadır. Bu anlamdaki "Gerçek" genellikle somut madde yapıları ve elektrik ve türevleri ile ilgili olarak insanların "Keşfettikleri" konuları açıklamaktadır. Böylece Dini inanışlarda ve Dini Kitaplarda "Gerçek Üstü" veya bilimsel olarak "Açıklanamayan" unsurların yer alması nedeniyle, Akıllı (!) insanların bu unsurları "İnkâr" etmesinin ne kadar "Doğru" olduğuna işaret edilmektedir.
Ancak unutulmamalıdır ki Kur’an’da işaret edilen "Gerçek" somut veya soyut tüm yapıları da "Kapsamak" üzere "Tüm Yaratılışları" ifade etmektedir. Bu tanımlama bağlamında insanların akıllarını kullanarak henüz anlayamadıkları “Yaratılış” ile ilgili “gerçekleri” yapacakları bilimsel çalışmalarla açıklayabileceklerine ve onlardan bunun beklendiğine işaret edilmektedir. Buna göre düşünürlerin ifadeleri ile Dini Kitapları okuyup da "Anlamadıkları" halde orada belirtilenleri olduğu gibi kabul eden insanlar nasıl "Bilime Aykırı" oluyor ise, bu kitaplardan okuyabildikleri "Gerçek Üstü" veya bilimsel olarak "Açıklanamayan" olayların "Akıl" kullanılarak ve "Araştırmadan" doğrudan "Bilime Aykırı" olduklarını ileri sürerek "İnkâr" eden bilim insanları da aynı derecede "Bilime Aykırı" davranmaktadır.
İnanç, Evren ve Dünya ortamı ile ilgili konularda çalışmalar yapan "Akıllı" bilim insanları tarafından tüm insanlara anlatılan soyut ve somut "Varlıklar" ile ilgili "Buluşlar" yanında, bu varlıkların "Asıl" unsurlarının da anlaşılmasını sağlayacak çalışmalar yapılmasının "Gerekli" olduğunun kabul edilmesini ifade etmektedir.
Buna göre “inancın” sadece Dini Kitaplarda ele alınan ve "Sorgulamadan" doğru olarak kabul edilen konular olarak düşünülmemesi gerekmektedir. Çünkü genel anlamda inanç “yaratıcı” bir “Güç” bulunduğunun ve Evren ortamı ve bünyesindeki her şeyin bu “Güçten” kaynaklandığının düşünülmesi ve kabul edilmesi olmaktadır. Kur’an bu “Gücü” Allah olarak tanımlamakta ve insanlardan “Tek Yaratıcı Güç” olarak Allah’a “iman edilmesi” gerektiğini bildirmektedir. Böylece İnanç, insanın "Aklı" ile "Gerçeğe” yönelmesinde ve ulaşmasında çok etkili olabilecek bir “Yol” olarak düşünülebilir.
Yüce Allah insanlara yaptıkları her şeyin ve tuttukları yolun Allah için gizli olmadığını, Allah tarafından bilindiğini ve görüldüğünü açıklamakta ve bu gerçeğin her an hatırlanması gerektiğini onlara hatırlatmaktadır.
Allah'tan korkun; Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür. (87/233), (2/233)
Zira bu anlayışta olan bir insan, bu gerçeği daima hatırlayacak ve kararlarında ve davranışlarında Kur'an da kendisine verilen öğüt ve önerileri dikkate alacaktır.
İman bölümünde değinildiği gibi insanların ilk olarak "İnanç" sahibi olmaları Gerçek Ortamda yaratılan "Ruhlarının" Allah'ın "Elest" toplantısında "Ben Rabbiniz değil miyim?" sorusuna "Evet" cevabı vermeleri ile gerçekleşmiştir. Allah Gerçek Ortamda (Cennet) yarattığı ilk "İnsanlar" olan Adem ve eşini Şeytanın onları aldatması üzerine oradan çıkarmayı takdir etmiş ve onları "İndirmek" üzere Evren ve Dünya ortamını "Yaratmıştır". Ancak, Evren ve Dünya ortamının oluşumu sırasında Adem ve eşi Havva'nın bu ortam koşullarına göre çoğalmaları sonrasında Dünya ortamında hayat sürecek olan İnsanlara "Kendi Ruhu" ile birlikte "Elest" toplantısındaki "İman Hissini" yüklemiştir.
Böylece Adem ve Havva'dan sonra Dünya'ya gelen her İnsan, "Kendi Ruhunda" Allah'ın lütfettiği "Akıl" unsuru ve diğer tüm "Güzel Hisler" ile birlikte ve özellikle de "Allah’ı Tanıma Hissini" taşımaktadır. Buna göre insan ne kadar inkar ederse etsin Ruhunda daima “Allah” ile bağlantısı bulunmaktadır ve bu “bağ” hiçbir şekilde yok olmamaktadır.
Öte yandan, Adem ve Havva'nın Gerçek Ortamdan indirilmesine neden olan Şeytan, Dünya ortamına gönderilecek olan tüm İnsanlara kendisine tabi olmalarına imkan verecek "Diğer Kötülük ve Sapkınlık Hislerini" Allah'ın izni ile yüklemiştir. Böylece Şeytan "Kötü ve Sapkın" hisleri Allah'ı "Tanıma" hissi de dahil diğer tüm "Güzel Hisler" üzerinde etkili kılarak insanların kendisine "Tabi" olmalarını sağlamaktadır. Buna karşılık “Akıl” unsuru Şeytan'ın insanları Ruhlarına yüklediği bütün bu hisleri fark etmelerini ve onların etkilerine karşı davranabilmelerini "mümkün" kılmaktadır.
Bu durum, "İnsan Psikolojisi" ile ilgilenen bilim dallarında araştırılmaktadır. Örneğin "Ruh" ve sinir hastalıklarıyla, kişide görülen önemli uyumsuzlukları önleme, teşhis ve tedavi etmeyle uğraşan uzmanlık dalında (psikiyatri) yukarıda tanımlanan unsurların her birinin insan davranışlarına olan etkisi bilimsel açıdan açıklanmaktadır.
Psikiyatri-Soezluegue.pdf (researchgate.net)
İnsanların bu Dünya ortamında ortaya çıkışları ile ilgili bölümlerde belirtildiği gibi, ilk "Medeniyetler" olarak tanımlanan insanların bu ortam ile ilgili tüm keşifleri günümüzden yaklaşık olarak 6.000-8.000 Yıl öncesinde ve Dünyanın değişik yörelerinde ortaya çıkmıştır.
Bu medeniyetlerde İlk İnsanlar ve ataları ile ilgili efsaneler Kur'an anlatımı ile çağrışım yapabilecek niteliktedir. Buna göre, Adem ve Havva sonrasında Dünyanın çeşitli bölgelerine dağılan "Akıllı" İnsan topluluklarına aralarından "Seçilmiş Uyarıcılar" tarafından genellikle çeşitli efsane veya hikaye olarak iletilen ve “İnsan ile Yaratan” ilişkilerini açıklayan konular, bazı Kur’an Ayetleri ile oldukça "Benzer" şekilde yer almaktadır.
Buna göre geçmiş insan toplumlarında "Seçkin Uyarıcı" insanlar tarafından yapılan "Yönlendirmelerde" o döneme ait "Bilgi Birikimi" ile uyumlu "Deliller" ile insanlara “Yaratıcı” konusunun iletilmiş olduğu düşünülebilir.
Öte yandan ilk "Akıllı" insanlardan itibaren tüm insanların "Sonsuzluk" kavramını araştırdıkları ve bu kavrama bağlı olarak "Sonsuza Kadar Yaşama" tutkusuna sahip oldukları görülmektedir. Bu durum, Allah'ın bu Dünya ortamında yaşayacak olan tüm insanlara "Kendisinden” yüklediği ve insanların soyut yapısını oluşturan "Ruhlarında" çok güçlü bir "His" olarak bulunmaktadır. Allah, bu "Ruhları" anne karnında iken ve tüm yaşamı boyunca ayrılmaz bir parçası olarak insanlara "Üflediğini" açıklamaktadır.
Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır, ne kadar az şükrediyorsunuz! (75/9), (32/9)
Bu husus Adem'den itibaren tüm topluluklara ayrılmış olan "Akıllı" insanların "Uyarılması" için bu toplumlarda yaşayan "Seçilmiş" insanlar tarafından insanların ölümden sonra "Öteki Dünya" ortamında "Yeniden Canlanarak" yeni bir hayat yaşanacağı ve artık bu hayatın "Sonsuz" olacağı şeklinde anlatılmıştır. Bu konu en son olarak Hz.Muhammed'e "Vahyedilen" ve "Değişmemiş" olarak yazılı hale getirilen "Tek" belge olan "Kur'an" Ayetlerinde “açıkça” yer almaktadır. Kur'an Ayetlerinde Adem ile Hz.Muhammed arasında görevlendirilmiş olan 25 "Uyarıcı" peygamber hakkında isimleri de belirtilerek açıklamalar bulunmaktadır. Buna göre eski medeniyetlerde ve bu medeniyetler öncesinde ve sonrasında Dünya'nın çeşitli bölgelerine yayılmış olan henüz bilemediğimiz insan toplumlarında da "Uyarıcılar-Peygamberler" bulunduğu söylenebilir.
Son zamanlarda Hatay'da bulunan yaklaşık 3000 yıllık eski Roma mozaiklerinde ölümden sonraki yaşam ile ilgili olarak "Neşeli Ol ve Hayatını Yaşa" ifadesi ile yapılan tanımlamalar bu yaklaşıma bir örnek olarak düşünülebilir. Zira bu mozaiklerde neşeli olan ve hayatını yaşayan insan ölümden sonraki bir ortamda gösterilmektedir. Ya da daha gerçekçi bir yaklaşım olarak ölümden sonraki ortamdan da "Keyif" alınması düşlenmektedir.
Sonsuz Hayat veya sonsuzluk özlemi gibi bir diğer konu olarak "Akıllı İlk İnsandan" bu yana tüm insanların yaşamları boyunca bazan "Bilinçsiz" olarak da olsa “Dua” ederek daima “Üstün” bir güce sığınmaları gösterilebilir. İnsanlar bilinçli olarak "İnanmasalar" dahi bu bağlantı nedeniyle zor bir durumda kaldıklarında ya da beklentileri ile ilgili olarak “Dua” etmekten kendilerini alamazlar. Buna göre Dua bu özel bağın kurulmasını sağlamaktadır. Bu konuda "Dua" bölümünde daha ayrıntılı bilgiye yer verilmiştir.
Nitekim zamanımızda Dünya ortamında yaşayan insan toplumları arasında yapılan bir araştırma sonucunda her toplumun veya kavmin "Geleneksel" ve "Farklı" inanışlarının bulunduğu ancak tümünde de "Sonsuz Yaşam", "Ölümden Sonra Yaşam" kavramlarının yer aldığı ve "Yüksek Güç" veya "Saf Enerji" gibi tanımlamalar ile bir "Yaratıcı" fikrinin bulunduğu sonucuna varılmıştır.
Bu durum da yine Elest toplantısında hazır bulunan ve bu Dünya ortamında yaşamış tüm insanlar, şu anda yaşayan tüm insanlar ve bundan sonra bu ortamın sona ereceği zamana kadar yaşayacak olan tüm insanlara ait olan ve Allah tarafından yaratılmış bulunan "Ruhların" Allah ile olan "Bağlantısı" nedeniyle ve bir çeşit içgüdüsel davranış olarak ortaya çıkmaktadır. Buna göre "Yaratıcı" fikri, tüm insanların kendi "Bilinçleri" dışında, yani inkâr etseler ya da fark etmeseler dahi, "Ruhlarında" bir "His" olarak bulunmaktadır. Bu "Hisler" tüm "Akıl ve Ruh" taşıyan insanlarda yukarıda "Elest" toplantısı olarak açıklanan ve Gerçek Ortamda "Yaratılmış" olan "Ruhlarının" Allah'ı "Tanıma" ve "Allah'a Teslim Olma" konusunda verdikleri "Söz" olarak "Ruhlarında" yer almaktadır.
Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), “Evet (buna) şahit olduk” dediler. (39/172), (7/172)
Yahut "Daha önce babalarımız Allah'a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik. Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?" dememeniz için. (39/173), (7/173)
Buna göre "Yaratılış" ile ilgili bölümlerde de belirtildiği gibi, Allah'ın "Ruhundan" vermesi (üflemesi) ile "İnsanların Ruhlarının" oluşturduğunu, Evrenin "yaratılmasından" önce bu Evren ve Dünya ortamının sona ereceği zamana kadar bu ortamda yaşayacak olan bütün insanların "Ruhlarını" bir arada topladığını, onlara "Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunu ve bütün insan ruhlarının buna "evet" diyerek Allah'ı "Tek Yaratıcı" Güç" olarak kabul ettiklerini ve her birinin bu "kabulü" yaptığına "şahit" olduklarını Ayetinde açıklamaktadır.
İnsan Ruhlarının Gerçek Ortamda Allah’a verdiği bu "Söz" yeryüzü ortamındaki yaşantılarında "Aklının" ve buna bağlı olarak "Toplumların" gelişmelerine ve değişmelerine (Evrilmelerine) göre değişik şekillerde ve düzeylerde insan hayatına yansımış ancak hiçbir zaman "Yok" olmamıştır. Ayetteki ifadeye göre verilen bu "Söz" bu ortamda yaşayacak "Son" insana kadar İnsan Ruhunda bulunacaktır. Böylece insanın bir "yaratılan" olarak Evrendeki diğer yaratılmışlarda olduğu gibi, Allah'a ait olduğunu, Allah'ın "tek Yaratıcı Güç" olduğunu kabul ettiğini ve Allah'a teslim olduğunu ifade eden "aidiyet, kabul ve teslimiyet" olguları ile yaratıldığı özellikle hatırlatılmaktadır.
Ayetlerde ayrıca insanların Ruhlarına Allah'ın "İnsana Özel" bir lütfu olarak "Akıl" unsurunun ve Allah'a ait duyguların yerleştirildiği, ayrıca verdiği izin ile Şeytanın olumsuz ve kötü duyguları insanın Ruhunda bulunan “nefslerine” eklediği belirtilmektedir.
Tüm bu gerçekler topluca “insanların fıtratı" olarak tanımlanmaktadır. Buna göre insanların bu ortama gelirken "fıtratı gereğince" esasen Ruhlarında "Allah" ile ilgili değişmez ve kaybolmaz bir "aidiyet, kabul ve teslimiyet" olgularını kapsayan bir "bağı" bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu "bağ" Allah'a imanın temel unsurunu oluşturmakta ve bu bağlamda insanlardan Allah'ın insanları bu "fıtrat" ile yaratmış olduğunu idrak etmeleri ve iman etmiş (hanif) olarak yüzlerini "Dine" çevirmeleri öğüt verilmekte ve beklenmektedir.
Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir, Allah'ın yaratışında değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler. (84/30), (30/30)
Allah katından, dönüşü olmayan bir gün gelmeden önce yönünü o gerçek dine çevir! o gün bölük bölük ayrılacaklardır. (84/43), (30/43)
Yüce Allah böylece "Yaratılış" ile ilgili her şeyin "Allah'ın İradesi" olduğunu ve "Tek Yaratıcı Güç" olarak sadece Allah'tan başka herhangi bir "tanrı" veya "ilah" bulunmadığını, insanların yaratılmasının da bu çerçevede gerçekleştiğini ve bütün bunların insanlar tarafından kabul edilmesinin "Din" olduğuna işaret etmektedir.
Nitekim Yüce Allah insanlara bildirdiği bu gerçekleri "Yaratıcılığının" anlaşılabilmesi için Ayetlerinde açıklamakta ve Allah'ın "yaratışında" değişme bulunmadığını hatırlatarak tüm bunları "dosdoğru din" olarak tanımlamaktadır. Bu durumda insanların "Akıl" unsurunu kullanarak tüm bu gerçeklerin farkına varılması ve bunlara göre davranmaları topluca "Din" olarak belirtilmektedir.
Bu durumda Ayetlerde yer alan ifadeler topluca değerlendirildiğinde Allah'a ve Evren ve Evren Öncesi ve Ötesi tüm yaratılışların "Tek" yaratıcısının "Allah" olduğuna "İnanmak" ve buna göre Allah'ı "idrak etmek", "anlamak", "tanımak" ve Allah'a teslim olarak sadece Allah'a ibadet etmek topluca Din olarak tanımlanabilir.
Buna göre bir parçası olduğumuz "Evren'de" ve "ötesinde" görüp göremediğimiz veya algılayıp algılayamadığımız ve Ayette "Bütün İsimler" olarak belirtilen "Tüm Yaratılışlar" yani "Her şey" veya "Varoluş" esasen ve zaten "Allah" olmaktadır. Böylece Allah, "Her Şeyin" varoluşunu yani "Yaratılışını Gerçekleştiren" ve "Her An" her şeyin "Yaratılışını Sürdüren Tek İrade" olarak tanımlanabilir. Gerçekten de Kur'an Ayetlerinde "Tüm Yaratılışların" yani "Her şeyin" veya "Varoluşun" esası "Allah" olarak belirtilmekte ve anılmaktadır. Nitekim "Her Şeyin" varoluşunu yani "Yaratılışını Gerçekleştiren" ve "Her An" her şeyin "Yaratılışını Sürdüren Tek İradenin" esasen "Allah" olduğu Kur'an Ayetlerinde ayrıntılı olarak açıklanmaktadır. Bu anlamda Allah'ın Yolu (Doğru Yol) olarak tanımlanan bu "Gerçeğin" bütün insanlar tarafından "anlaşılıp kabul edilmesinde" yardımcı olmak üzere Ayetlerde bütün insanlara yapılan uyarı, öğüt ve öneriler de "Din" olarak belirtilmektedir.
Bu tanımlar çerçevesinde kurumsal açıdan bazı yöntem ve uygulama birliği olarak bir "inanç sistemi" oluşturulması da "Din" olarak tanımlanmakta ve insanların "toplum" olarak bir arada olmalarının sağlanmasında en etkili unsurlardan birisi olmaktadır.
Son uyarı olan Kur'an’ın ilk Ayetinin Muhammed'e öğretildiği 610 yılından bugüne kadar 1393 yıl geçmiş olmasına rağmen hala önemli sayıdaki insanların madde unsurların “gerçekliğini” ileri sürerek bir “Din” anlayışının "Akılcı" olmadığını düşündükleri ve Allah konusunda bir fikirlerinin olmadığı görülmektedir. Bu insanlar arasında aklını sadece “maddi ortam” ile ilgili konularda kullanan ve bu konularda çok önemli gelişme ve yeni bilgilerin elde edilmesine yol açan insanlar da bulunmaktadır. Bu tür insanlar diğer insanlara dünya ve uzay ortamları ve bu ortamdaki olaylar konularında çok değerli bilgiler üretmekte ve bu bilgileri derleyip biriktirilerek tüm insanların bu konulardaki gelişmelerine yardımcı olmaktadırlar.
Bu tür görüşlere sahip olan insanlar bu “üstün” yeteneklerine rağmen Allah'ı tanıma konusunda bir gelişme gösteremiyorlar ise, bu onların kişisel olarak sorumluluklarına giren bir konudur. Ancak bunların Allah’ı tanımama yönündeki kişisel inanışlarını diğer insanlara aktarma ve onları sahip olduğu kabiliyetleri kullanıp kendilerine bağlama gibi bir faaliyette bulunmamaları gerekmektedir. Zira Allah’a iman etmiş olanları bu inançları nedeniyle aşağılayan ve onları kendi görüşlerine yönlendiren bu gibi “bilgili insanlar”, aslında kendileri doğru yoldan tamamen ayrılmış ve Şeytanın Allah'a söylediği hususun gerçekleşmesine (Belki de bilmeden) aracılık etmiş olmaktadırlar.
Dilediğinizi yapın! kuşkusuz O, yaptıklarınızı görmektedir. (61/40), (41/40)
Şüphesiz biz ona yolu gösterdik ister şükredici olsun ister nankör. (98/3), (76/3)
Görüldüğü gibi Yüce Yaratan Kur’an Ayetleri ile insanlara “doğru yolu” gösterdiğini açıklamakta ve insanları akıllarını kullanmakta “serbest” bıraktığına işaret etmektedir. Buna göre insanlar akıllarını “dilediklerini” yapmak için kullanabilecekler ve ister inanarak Yaratıcıya “şükredecekler” isterse inanmamakta devam ederek kendisine iletilen “gerçeklere” karşı Yaratıcıya “nankörlük edeceklerdir.
Yüce Allah insanlardan akıllarını kullanarak bu ayette açıklanan sonsuz güç ve ihtişamın "Bilinçli Bir Şekilde" idrak etmelerini beklemektedir.
Hepiniz O'na yönelerek O'na karşı gelmekten sakının, namazı kılın; müşriklerden olmayın. (84/31), (30/31)
Böylece “Akıllı” insanlara esasen Ruhlarında var olan Allah’a yönelerek, O’na karşı gelmekten sakınmalarını, Dua etmelerini ve “inkarcılar” gibi olmamaları öğütlenmektedir. Zira “bilinçli” olarak Allah’a teslimiyet ve Allah’ın “idrak” edilmesi de "Din" olarak tanımlanan iman ve inancın “ana” unsurudur.
Çünkü insanlar, diğer yaratılmışlardan farklı olarak kendiliğinden değil, ancak akılları ile” fıtratında” bulunan "Dini" bulacaklardır. İnsanlar "Akıllarını Kullanarak" Allah'a yönelecek, Şeytandan kurtulacak, Allah'a teslim olarak O'na karşı gelmeyecek ve ibadet edeceklerdir Böylece inkârcı durumundan kurtulacaklar ve "İnsan" olacaklardır.
Allah bir başka Ayetinde insanlara açıkladığı bu unsurlar ile doğruluk ve eğriliğin birbirlerinden ayrıldığını ve bu seçimi insanların akılları ile yapacaklarını belirtmekte ve bu nedenle de Dinde bir zorlamanın bulunmadığına insanların dikkatleri çekilmektedir.
Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir. (87/256), (2/256)
Ayette Tağut olarak ifade edilen ve insanları Allah'a inanmaktan alıkoyan unsur "Elmalılı" tefsirinde, "Allah'a karşı isyankâr olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan gerek insan gerek şeytan gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir." olarak tanımlanmaktadır.
Buna göre, insanlardan akılları ile düşünerek ve bilinçli olarak Allah'a inanmaları ve Allah'a inanmaktan alıkoyan unsurlardan da kaçınmaları beklenmekte, böylece inananlar için son derece sağlam bir dayanağa yapıştıkları belirtilmektedir. Bu durumda insanların serbest iradeleri ile “tâğutu” reddedip Allah'a inanmalarının onlardan beklendiği belirtilmektedir. Bu nedenle de insanların diğerlerini “Din” konusunda zorlamamaları gerekmektedir. Allah bu durumu "Dinde zorlama Yoktur" olarak açık bir şekilde insanlara bildirmektedir.
Bu konuda insanların yapacakları zorlama ve diğer etkileşimlerin Allah tarafından bilineceğinin unutulmaması gerekir. İnsanlara kişisel veya toplumsal açılardan çıkarları uğruna diğer insanlar üzerinde Din kullanılarak veya bahane edilerek baskı ve zorlama yapılmaması, Allah'ın insanlara bir öğüt ve örnek olarak gönderdiği kutsal mesaj olan Kur'an da bu şekilde “ihtar” edilmektedir. Bunun aksine faaliyette bulunan ve Din konusunda diğer insanları zorlayıcı uygulamada bulunan kişi ve toplumlar, yaptıklarının Allah tarafından eksiksiz olarak bilindiğini unutmamalıdırlar.
Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürürler. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar. (87/257), (2/257)
Allah'a inananlar, Allah'ın dostluğunu kazanmışlardır ve onlar için huzurlu bir "Gelecek" vardır. Allah inananları her an daha berrak bir anlayışa ulaştırır ve onları inkarın karanlığından arındırır. İnkâr edenlerin yanında ise ancak insanları
Allah'a inanmaktan alıkoyan "Tağut" bulunur ve onları inkarın karanlıklarına götürürler. İşte bunlar Cehennem ile ceza görecekler ve bu cezaları devamlı olacaktır.
Yüce Allah bir süre bulunmak üzere Dünya ortamında hayat verdiği insanlara doğru yoldan ayrılmamaları için zaman zaman uyarı ve öğütte bulunmak üzere aralarından Allah tarafından kendisine indirilene iman etmiş olan uyarıcılar (peygamber) görevlendirdiğini açıklamaktadır.
Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik, Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" dediler. (87/285), (2/285)
Buna göre Peygamberler kendilerine “vahiy edilenler” doğrultusunda diğer insanlara "O Zaman" geçerli olan bilgi birikimleri çerçevesinde onların anlama ve algılama kabiliyetlerine uygun olarak Allah’ın mesajlarını (bilgileri) iletmişlerdir. Peygamberler öncelikle kendileri bu mesajların gerçekliğine inanmışlar (İman etmişler) ve bunları diğer insanlara aktarmışlardır. Bu mesajları dikkate alıp ona göre düşünerek faaliyetlerini ona göre düzelten diğer insanlar da bu peygamber ile birlikte iman etmişlerdir.
Hz.Muhammed'de yaşadığı zaman ve ortamda kendisine iletilen mesajları eksiksiz olarak önce kendisi "İman" ederek diğer insanlara aktarmıştır. Burada mesaj olarak adlandırılan konu Kur'an’dır. Hz.Muhammed’e 23 yıl boyunca bu şekilde ulaştırılan ve belli bir olaya veya genel olarak Allah'a ve Allah'ın niteliklerine işaret eden "Ayetler” olarak indirilen bu mesajlara yani Kur'an’a inanan ve iman eden insanların (Müminlerin); bu mesajlarda belirtilen Allah’ın meleklerine, önceden gönderilmiş olan diğer diğer Peygamberlerine ve onlara iletilen mesajlara (Kitaplara) da inanmışlar ve iman etmiş olacakları belirtilmektedir. Zira Peygamberler daha önce yaşamış insanlara Allah ve özellikleri ile ilgili olarak yapılan öğütleri ileten özel uyarıcılardır.
Bu nedenle Allah'a ve onun gönderdiği uyarıcılara ve mesajlarına (Kitaplarına) ve tüm yaratma ve yürütmeyi üstlenen özel güçleri ifade eden Meleklerine inanan insanların, önceden gönderilmiş olan peygamberler arasında ayırım yapmadıklarını, gönderilen mesajları işittiklerini ve onlara itaat ettiklerini belirtmeleri onların "İmanları” gereğidir ve bu şekilde söylemeleri onların imanlarını güçlendiren bir "Dua" olmaktadır. Bu dua, Allah'tan af dilenmesi ve Allah'a dönüleceğinin teyit edilmesi ile tamamlanmaktadır.
Öte yandan Yüce Allah, peygamberlerinin ve Hz.Muhammed'in onlara iletmiş olduğu uyarı, öğüt ve önerilerine (indirilene) inandıklarını ve iman ettiklerini bildirmektedir. Bu durumda Allah'ın bu yeryüzü ortamında bir süre yaşamalarını "takdir ettiği" bütün "Akıllı" insanlara, yeryüzündeki soylarına (zürriyetine) yerleştirilecek olan "Ruhlarını" yaratarak "huzuruna" getirdiğini, onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunu ve bütün insanlara "Ruhların" da "evet şahit olduk" diyerek cevap verdikleri bir defa daha hatırlatılmaktadır. Böylece bütün insanların bu "şahitlikleri" ile aynı zamanda hiçbiri arasında ayırım yapmadan bütün peygamberlerine, meleklerine ve kitaplarına da "İşittik, itaat ettik, Ey Rabbimiz, affına sığındık. Dönüş sanadır" diyerek Allah'a "söz" verdikleri ve iman ettikleri bildirilmektedir.
Bütün bu açıklamalar çerçevesinde “Tek Yaratıcı Güç” olarak Allah’a, Hz.Muhammed'e ve diğer peygamberlere ve onlara bildirilenlere (Kitaplarına) inanılarak iman edilmesi, sadece Allah'a teslim olunması ve Allah'tan başka herhangi bir "tanrı" veya "ilah" bulunmadığının kabul edilmesi "Din" olarak tanımlamaktadır.
De ki:" Biz, Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve Ya'kub oğullarına indirilenlere, Musa, İsa ve peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onları birbirinden ayırdetmeyiz. Biz ancak O'na teslim oluruz." (89/84), (3/84)
Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır. (89/85), (3/85)
Nitekim Ayette "Allah'a, Hz.Muhammed'e indirilene (Kur'an), İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve Ya'kub oğullarına indirilenlere, Musa, İsa ve diğer peygamberlere Rableri Allah tarafından verilenlere inanılarak iman edilmesi ve onların birbirlerinden ayırt edilmeden sadece "Tek Yaratan" olan Allah'a teslim olunması" olarak tanımlanan Din "İslam" olarak adlandırılmaktadır.
Buna göre Yüce Allah “İslam Dinini” Allah’ın yolu olarak "Tüm İnsanlar" için "Seçtiğini" belirtmekte ve İslâm'dan başka bir “Din” arayanların ahirette ziyan edenlerden olacağı ve İslâm'dan başka bir “Dinin” asla kabul edilmeyeceğini bildirmektedir. Allah, böylece Musa, İsa ya da daha önceki "Uyarıcılar" tarafından insanlara iletilen öğüt, uyarı, önerilerin ve inançların "İslâm Dini" kapsamında bulunduğunu bildirmektedir.
Allah ayrıca İslâm Dinini "Tüm İnsanlar" için "Seçtiğini" ve insanlar için “Din” olarak İslâm'ı beğendiğini bildirmekte böylece insanlar üzerine olan bağışlamasını ve iyiliklerini ifade eden “nimetini” insanlara olan ”sevgisinin” ifadesi olarak lütfederek "Tamamladığını" açıkça belirtmektedir.
Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. (112/3), (5/3)
Ancak burada "Dininizi İkmal Ettim" ifadesi ile "Kesin Olarak" Hz.Muhammed'e indirilen "Kur'an'a" işaret edilmektedir. Bu nedenle, Kur'an daha önce İnsanlara iletilen ve "İslam" olarak adlandırılan İnanışlar ile ilgili nihai bir "Derleyici" nitelik taşımaktadır. Buna göre önceden indirilenler üzerinde yapılan "Değişikliklerin ve Tahrifatın" Kur'an Ayetleri ile birlikte incelenerek "Düzeltilmeleri” halinde içeriklerinin "Doğru" olarak anlaşılması mümkün olabilecektir.
Yüce Allah kendilerine ilettiği "gerçekleri" sadece çıkarlarının korunması amacı ile "kabullenmiş" görünenlerle ilgili olarak Hz.Muhammed’i uyarmakta ve onların aslında iman etmediklerini, sadece boyun eğdiklerini, henüz imanın kalplerine yerleşmediğini hatırlatmaktadır.
Bedevîler "İnandık" dediler de ki: “Siz iman etmediniz, ama "Boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (106/14), (49/14)
Müminler ancak Allah'a ve Resûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır, işte doğrular ancak onlardır. (106/15), (49/15)
De ki: “Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (106/16), (49/16)
Onlar İslâm'a girdikleri için seni minnet altına sokuyorlar, de ki: “Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur. (106/17), (49/17)
Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizliliklerini bilir. (106/18), (49/18)
Ayette “Bedeviler” örnek verilerek yapılan uyarıların kendilerine bildirilenlere inanmayan fakat "kabullenmiş" görünen bütün insanlara yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Hz.Muhammed’e bu durumda olan insanlara Allah'a "inanarak" itaat etmeleri halinde hiçbir şey kaybetmeyeceklerini, işlerinden hiçbir şeyin eksilmeyeceğini, çünkü Allah'ın çok affedici ve insanları koruyucu olduğunu, doğruların ve iman edenlerin (müminlerin) ancak Allah'a ve Resûlüne iman eden ondan sonra asla şüpheye düşmeyen Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlar olduklarını hatırlatması, böylece onların iman etmeye yönelebilecekleri bildirilmektedir.
Buna rağmen taşıdıkları şüphe ve kuşkularından kurtulamayanlara düşüncelerinin Allah'ın "Dini" karşısında bir değerinin olmadığını, zira Allah'ın göklerde olanları da yerde olanları da bildiğini, Allah'ın her şeyi hakkıyla bilen olduğunu ihtar etmesi istenmektedir. Böylece "İnandık" deseler bile iman etme konusunda istekli ve ilgili olmayanların (bedevilerin) karşılık olarak kendileri için isteklerde bulunduklarına işaret edilmekte onlara böyle davranmamaları gerektiğini, aslında inandık demelerinin bile imana ermeleri için Allah'ın onlara bir lütfu olduğunu ve Allah'ın göklerin ve yerin gizliliklerini bildiğini hatırlatması Hz.Muhammed'den istenmektedir.
Hz.Muhammed döneminde bedevi kabilelerinin durumu ile ilgili olarak verilen bu örnek ile, iman etmemiş fakat çıkarlarının zarar görmemesi için veya sahip oldukları düşüncelerin daha doğru olduğuna kendilerini inandırmış olan ve bu nedenle Allah'a ve bildirdiklerine inanıp iman etme konusunda taşıdıkları şüphe ve kuşkularından kurtulamayanların dikkatleri çekilmektedir. Buna göre böyle veya benzer bahaneler ileri sürerek inanmakta tereddüt edenlere Kur'an Ayetlerini "akıllarını" kullanarak anlamaya çalışmaları önerilmekte ve onlardan doğru yola yönelmeleri beklenmektedir.
Nitekim diğer Ayetlerde kendilerine bildirilen Allah'ın uyarı, öğüt ve önerilerine uyarak "doğru yola" ulaşan insanların, bunları "değiştiren" veya "yeni hükümler" bildirilmesine kadar doğru yoldan "saptırılmayacakları" açıklanmaktadır.
Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar onları saptıracak değildir. Allah her şeyi çok iyi bilendir. (113/115), (9/115)
Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah'ındır. O diriltir ve öldürür. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. (113/116), (9/116)
Buna göre iman edenlerin sakınmaları veya yapmamaları gerekenler ile ilgili olarak ancak sahip oldukları "bilgiler" ile sınırlı olmak üzere "sorumlu" olacakları ve kendilerine yeterli "bildirim" gerçekleşmemiş olan konulardan sorumlu tutulmayacaklarını belirtmektedir. Bu durumda Hz.Muhammed'in vahiyleri iletmekte olduğu dönemlerde "iman etmiş" olanlara, "sakınacakları şeyler" ile ilgili olarak daha sonra iletilen "değişiklik" veya "yenileme" hükümleri geldiğinde bunlara uymalarının gerektiği, zira uyulmaması halinde doğru yoldan sapmış olacakları bildirilmektedir.
Bu "uyarılar" ile Allah'ın Ayetleri ile kendilerini "sakınıp" gözetecekleri şeyler hakkında bütünüyle aydınlatmasından sonra bile hâlâ sapıklıklarına devam eden kafirlerin ve münafıkların dikkatleri çekilmekte ve onlardan kendilerine yöneltilen kınama ya da suçlamanın ne kadar ciddi olduğunu anlamaları beklenmektedir.
Nitekim Yüce Allah, göklerin ve yerin (Evren ve Ötesinin) mülkünün yalnız Allah'ın olduğunu, dirilten ve öldüren olduğunu, insanlar için Allah'tan başka "güvenilecek" ne bir dost ne de bir yardımcı bulunmadığını hatırlatmakta ve hiçbir toplumun kendilerine öğüt vermek üzere "Uyarıcı" veya "Peygamber" gönderilmeden cezalandırılmadığını (yok edilmediğini) veya onlara "azap" edilmediğini bildirmekte ve Allah'ın hiçbir zaman "Zalim" bir güç olarak düşünülmemesini ayrıca hatırlatmaktadır.
Biz hiçbir memleketi, öğüt vermek üzere uyarıcıları olmadan yok etmemişizdir. (47/208), (26/208)
Biz zalim değiliz. (47/209), (26/209)
Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz. (50/15), (17/15)
Öte yandan bu Ayet ile tüm insanlara da dikkate almaları gereken çok önemli bir "uyarı" yapılmaktadır. Zira Yüce Allah "Akıl" ile donattığı insanların, Evren ve Dünya ortamlarında "Halifesi" olarak, yani Allah'ın "vekili" ve "temsilcisi" olarak, bu ortamların "Yaratılışı" ve "Düzeni" ile ilgili olan kural ve koşulları (Allah'ın Kanunlarını) anlayıp "sürdürülebilmelerini" sağlayacak faaliyette bulunmaları için yeryüzüne gönderildiklerini bildirmektedir. Ayrıca lütfettiği "Akıl" nedeniyle Allah’ın güvenine sahip olan "İnsana", bu ortamlardaki bütün bu faaliyetin yürütülmesinde ve kendi aralarındaki ilişkilerinde Allah'ın en önemli sıfatlarından olan "hak ve adaleti" gerçekleştirmek ve "yararlı ve iyi işler" yapmak üzere ağır bir sorumluluk yüklediğini, böylece Akıllı İnsanların elde edecekleri "bilgi birikimleri" ile Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğunu anlayabileceklerini Kur'an Ayetlerinde açıklamaktadır.
Buna göre, bu ortamın sona ereceği "Kıyamet" zamanına kadar yaşatacak tüm insanların Kur'an Ayetlerini, sahip oldukları "bilgi birikimleri" üzerinden değerlendirip "anlamalarının" istendiği anlaşılmaktadır. Çünkü, Yüce Allah Ayetlerinin bir kısmının kesin hükümlü (Muhkem) ve bir kısmını da insanların bilgi birikimlerine göre yorumlayabilecekleri şekilde (Müteşabih) hazırladığını, ayrıca bir Ayet hükmünün ancak başka bir Ayet ile değiştirilebileceğini veya ortadan kaldırılabileceğini bunları ancak "Akıl" sahiplerinin anlayabileceklerini bildirmektedir. (Bu konuda Anahtar ve Muhkem Ayetler" bölümünde bilgi verilmektedir.)
Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini çok iyi bilir- "Sen ancak bir iftiracısın" dediler, hayır; onların çoğu bilmezler. (70/101), (16/101)
Biz, bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir. (87/106), (2/106)
Sana Kitab'ı indiren Allah'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler, ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar. (89/7), (3/7)
Bu durumda her dönemde yaşayacak olan "Akıllı İnsanın", Kur'an Ayetlerini tek tek okurken diğer Ayetler ile ilişkili olup olmadığını araştırmasının, sahip olduğu bütün bilgilerinden de yararlanarak elde edeceği yeni "bilgiler" ile birlikte Ayetleri "yeniden" gözden geçirmesinin ve en son sahip olduğu bilgi birikimlerine göre anlamlarında veya hükümlerinde bir değişiklik olup olmadığını değerlendirip uygulama ve faaliyetlerini ona göre yürütmesinin gerektiği anlaşılmaktadır.
Ayetteki ifadelerde iman edenlerin sakınmaları veya yapmamaları gerekenler ile ilgili olarak ancak sahip oldukları "bilgiler" ile sınırlı olmak üzere "sorumlu" olacakları açıklanmaktadır. Buna göre, Ayetlerde yer alan "istenenler" veya "bildirilenler", her dönemde yaşayacak olan "İnsan" tarafından, ancak "Akıl" kullanılarak ve sahip olduğu "bilgi Birikimi" ile değerlendirilmesi halinde "doğru" olarak anlaşılabilecektir.
Bu itibarla "İnsan" Kur'an’ı okuduğunda Ayetlerde açıklanan "sakınacağı şeyleri", Hz.Muhammed'den sonra yeni bir "uyarıcı" gelmeyeceği ve bu nedenle Hz.Muhammed'in ilettiği "Kur'an da Allah'ın tüm insanlara bildirdiği en son "gerçekler" olduğu için, yaşadığı "dönemde" sahip olduğu bilgi birikimini ve aklını kullanarak ve Ayetleri "birlikte" değerlendirerek anlayacaktır. O nedenle Allah'ın "Halifesi" olarak yeryüzünde bulunan "İnsanın" sürdürdüğü yaşamında belli bir dönemde elde edeceği "yeni" bilgiler nedeniyle daha sonra Ayet hükümde "değişiklik" veya "yenileme" gerektiğini anlayıncaya kadar "sakınması" veya "yapmaması" gerekenler ile ilgili olarak ancak sahip oldukları "bilgiler" ile sınırlı olmak üzere "sorumlu" olacağı söylenebilir. Buna göre, Allah'ın "Halifesi" olarak yapacağı çalışmalar sonucunda elde edeceği "yeni" bilgiler nedeniyle Ayet hükümde "yeni" bir anlayışa ulaştığında Allah "sakınacağı şeyleri" ulaştığı bu duruma göre kendisine açıklamış olacağından, İnsanın artık onlardan sorumlu olacağı ve onlara uymaması halinde doğru yoldan sapmış olacağı anlaşılmaktadır. Bu nedenle yapılacak yorumlarda hataya düşülmemesi veya yanlış bir kanıya varılmaması için Yüce Allah'ın Ayetlerinde belirttiği şekilde dua edilerek Allah'ın yardımının istenmesinin çok önemli olduğunun dikkate alınması ve unutulmaması gerekmektedir.
Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme, bize tarafından rahmet bağışla, lütfu en bol olan sensin. (89/8), (3/8)
Rabbimiz! Gelmesinde şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez. (89/9), (3/9)
Böylece "İnsan", her an "Her Şeyin Yaratıcısı" olarak insanların durumlarını en iyi "bilen" ve söz verdiği bir günde insanları tekrar toplayacak ve asla sözünden dönmeyecek olanın "Tek Allah" olduğunu anlamasında ve "sakınması" veya "yapmaması" gereken şeylerin belirlenmesinde, Allah'ı anlayanların yolu olan "Doğru Yol" üzerinde olup olmadıklarını gözden geçirerek karar verecek ve Ayetlerin yorumlanmasına "yanlış" yapmamak" için Allah'ın yardımını istemiş olacaktır.
Bu çerçevede Allah'a ve Evren ve Evren Öncesi ve Ötesi tüm yaratılışların "Tek" yaratıcısının "Allah" olduğuna "İnanmak", buna göre Allah’a teslim olarak sadece Allah'a ibadet etmek “Din” olarak tanımlanabilir. Din kavramında bazı yöntem ve sistematik uygulama birliğinin geliştirmeleri, insanların "toplum" olarak bir arada olmalarını sağlayan önemli bir “ana unsur” olmaktadır.

İslam, Müslüman (İslamiyet ve Müslümanlık)
İslam kelimesi genel olarak "Teslimiyet" anlamındadır. Buna göre Müslüman da "teslim olan" anlamına gelmektedir. Burada teslim olunan da “Tek Yaratıcı Güç” olan Allah'tır. İslam’ın Arapça “selm” kökünden türediği ve aynı zamanda “itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, esenlik ve barış içinde olmak” anlamlarına geldiği sözlüklerde belirtilmektedir. Buna göre “İslamiyet” teriminin “Müslümanlık” ile eş anlamlı olarak, “Allah'a itaat etmek, Allah’a teslim olmak, Hz. Muhammed'in getirdiklerinin hepsini bütün varlığıyla benimsemek ve benimsediğini ortaya koymak” anlamında olduğu anlaşılmaktadır.
Buna göre “İslam” Allah'ın her şeyin yaratıcısı olarak kabul edilmesini, insanların tüm düşünce ve davranışlarının Allah tarafından her an bilindiğine inanılmasını içermektedir. Böylece İslam’ı kabul edip “Müslüman” olan insanlar bu teslim oluş ile Allah'ın gerçekliğini, kudretini ve yüceliğini “somut” olarak hissetmektedirler. Bir başka ifade ile Yüce Allah’a inanan ve yalnız “O’na” ibadet edenler, "İslam" veya "Müslüman" olarak tanımlamaktadır.
Buna göre Adem ve eşinin Allah’tan “af dilemeleri” sonucunda bu ortamda yaşamaya başlamalarından itibaren Yüce Allah’a inanan ve yalnız “O’na” ibadet edenler olarak İslam’ın ilk uygulayıcısı ve öncüleri oldukları söylenebilir. Bu durumda Adem ve eşinin bu ortamdaki “İlk Akıllı İnsanlar” ve “İlk Müslümanlar” oldukları söylenebilir.
Zira "Tüm Yaratılışların" yani "Her şeyin" esasen ve zaten "Allah" olduğu "gerçeğinin" gerçek (Arş) ortamda “Akıllı İnsan” olarak yaratılan Adem ve eşi Havva'ya "Bütün İsimler" olarak öğretildiği Kur’an Ayetinde bildirilmektedir.
Allah Adem'e bütün isimleri öğretti. (87/31), (2/31)
Çok sayıdaki diğer Ayetlerde özetle “Din” olarak belirtilip “İslam” adı verilen bu "gerçeğin" onların bu Dünya ortamına "indirilmelerinden" itibaren bu ortamda "çoğalarak" yaşamaya başlayan "Akıllı İnsanlara" nesiler boyu iletildiği, ancak zamanla Adem sonrasındaki “Akıllı İnsan” nesillerinde “insansı yapılar” ile birleşerek çoğalmalarının ve özellikle Şeytan’ın dürtülerinin da etkisi ile, Allah’a inanılmasında bazı sapmalar yaşanması üzerine “İslam” anlayışında (iman ve inançlarında) değişimlerin meydana geldiği belirtilmektedir. Bu nedenle gerçekten "sapan" insan toplumlarına "uyarıcı" olarak nitelendirilen ve "Peygamber" olarak anılan insanların "görevlendirilerek" saptıkları "gerçeğin" yeniden hatırlatıldığı Ayetlerde ayrıca açıklanmış bulunmaktadır.
Nitekim Adem’den yaklaşık 1.550 yıl sonra insanlara uyarılarda bulunmak üzere “Kabiller” toplumuna Adem’den sonraki ilk “uyarıcı” olan İdris peygamberin gönderildiği Ayetlerde açıklanmaktadır.
Kitapta İdris'i de an, hakikaten o, pek doğru bir insan, bir peygamberdi. (44/56), (19/56)
Onu üstün bir makama yücelttik. (44/57), (19/57)
İsmail'i, İdris'i ve Zülkifl'i de hepsi de sabreden kimselerdendi. (73/85), (21/85)
Daha çok Tevrat esaslı efsanelere dayandırılan bazı kaynaklarda İdris peygamberin Adem'den ve oğlu Şît'ten sonra içinde yaşamış olduğu Ademin diğer oğlu Kabil'in kavmi olduğu anlaşılan "Kabiller" topluluğuna peygamber olarak gönderildiği belirtilmektedir.
Bu konuda ünlü hekim ve dinler üzerinde mukayeseli çalışma yapan ilk âlimlerden olan Taberî’nin naklettiğine göre, Allah ona peygamberlik verdiğinde Adem’in 622 yaşında olduğu ve oğlu Şit’ten sonra olmasına rağmen İdris’in Adem’den sonra ilk peygamber olduğu, Allah’ın ona otuz sahife verdiği, Kabil Oğulları toplumuna peygamber olarak gönderildiği, kavmine tebliğde bulunup onları hak yola (İslam) davet ettiği, onlardan Allah’a itaat etmelerini, şeytana karşı çıkmalarını istediği fakat kavminin onu dinlemediği açıklanmaktadır.
İDRÎS - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
İdris Peygamberden sonraki sürçte doğru yoldan (İslam) kısmen veya tamamen ayrılan “Akıllı” insan toplumlarına gereken ihtarları yapmak ve uyarılarda bulunmak üzere insanlara çok sayıda “uyarıcıların” gönderildiği anlaşılmaktadır. Çünkü Yüce Allah’ın hiçbir toplumun kendilerine öğüt vermek üzere "Uyarıcı" veya "Peygamber" gönderilmeden cezalandırmadığı veya onlara "azap" edilmeyeceği Ayetlerde belirtilmektedir.
Biz hiçbir memleketi, öğüt vermek üzere uyarıcıları olmadan yok etmemişizdir. (47/208), (26/208)
Biz zalim değiliz. (47/209), (26/209)
Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz. (50/15), (17/15)
Bir diğer Ayette ise Yüce Yaratan, Hz.Muhammed'den önce birçok topluma "nice" peygamberler gönderdiğini, onların da toplumlarına açık "deliller" getirdiklerini, ancak toplumlarının onları dinlemeyip Ayetlerini yalanlayanların (günaha dalanların) hak ettikleri "cezalarını" verdiğini bildirmektedir.
Andolsun ki, biz senden önce kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik de onlara açık deliller getirdiler. Günaha dalanların ise cezalarını hakkıyla vermişizdir. Müminlere yardım etmek de bize düşer. (84/47), (30/47)
Nitekim Adem ve İdris peygamberden sonra günümüzden yaklaşık 7.500 yıl önce Nuh Peygamberin,
"Eğer yüz çeviriyorsanız, zaten ben sizden bir ücret istemedim. Benim ecrim Allah'tan başkasına ait değildir ve bana Müslümanlardan olmam emrolundu." (51/72), (10/72)
4.100 yıl önce İbrahim Peygamberin,
Çünkü Rabbi ona: Müslüman ol, demiş, o da: Alemlerin Rabbine boyun eğdim, demişti. (87/131), (2/131)
Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da: Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti, O halde sadece müslümanlar olarak ölünüz. (87/132), (2/132)
3.800 yıl önce Yusuf Peygamberin,
"Ey Rabbim! Mülkten bana verdin ve bana olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni salihler arasına kat!" (53/101), (12/101)
3.300 yıl önce Musa Peygamberin,
Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti, nihayet boğulma haline gelince "Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı Tanrı'dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım!'' dedi. (51/90), (10/90)
3.000 yıl önce Süleyman Peygamberin,
Melike gelince: “Senin tahtın da böyle mi?” dendi, o şöyle cevap verdi: “Tıpkı o!” “Bize daha önce bilgi verilmiş ve biz Müslüman olmuştuk.” (48/42), (27/42)
2.000 yıl önce İsa Peygamberin
Havârîler: "Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Allah'a inandık, şahit ol ki bizler Müslümanlarız," cevabını verdiler. (89/52), (3/52)
“İslam” inancına sahip ve “Müslüman” oldukları Ayetlerde açık olarak belirtilmektedir.
Bu duruma göre ismen belirtilmemekle birlikte Adem sonrasında gelen diğer peygamberlerin tamamının da bu anlamda “İslam’ı” kabul etmiş olarak "Müslüman" oldukları ve insanlara İslam’ı açıkladıkları, İslam’ı hatırlattıkları ve onları Müslüman olmaya (doğru yola) yönlendirdikleri Ayetlerin genel olarak değerlendirilmesinden anlaşılmaktadır. Önceki kavimler ve peygamberler ile ilgili konularda Hz.Muhammed’den Önceki Kavimler ve Hz.Muhammed’den önceki Peygamberler bölümlerinde ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.
Nitekim Hz.Muhammed kendisinin de Mekke şehrini "Dokunulmaz" kılan "Rabbi" olan Yüce Allah’a kulluk etmekle, zaten "her şeyin" Allah'a ait olduğunu açıklayan “İslam’ı” kabul ederek "Müslüman" olmakla ve Kur'an’ı "Okumakla" emredildiğine işaret etmektedir. Ayrıca gösterilen bu "Doğru Yola" kim gelirse yalnız kendisi için gelmiş olacağını yani Doğru Yola gelenlerin sadece kendilerini "Kurtaracaklarını", kim de Allah'ı yalanlayıp Doğru Yoldan saparsa sonucuna katlanacağını çünkü "Kendisinin" sadece bir "Uyarıcı" olduğunu toplumuna bildirmektedir.
“Ben ancak, bu şehrin Rabbine -ki O burayı dokunulmaz kılmıştır- kulluk etmekle emrolundum. (48/91), (27/91)
Her şey de zaten O'na aittir. Bana Müslümanlardan olmam ve Kur'an okumam emredildi. Artık kim doğru yola gelirse, yalnız kendisi için gelmiş olur; kim de saparsa ona de ki: “Ben sadece uyarıcılardanım.” (48/92), (27/92)
Yüce Allah Kur’an Ayetlerine inanmayan ve onu Hz.Muhammed’in "Uydurduğunu" iddia edenlere güçlerini birleştirerek hep beraber Kur'an’da yer alanlara benzer şekilde "Yaratılışın" nasıl olduğunu ve "Kimin" bu yaratılışları gerçekleştirdiğine dair bir "on sure" yazmalarını söylemesini Hz.Muhammed'e bildirdiğini açıklamaktadır.
Yoksa, "Onu kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sure getirin. (52/13), (11/13)
Eğer size cevap veremiyorlarsa, bilin ki, o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir ve O'ndan başka tanrı yoktur, artık siz Müslüman oluyor musunuz? (52/14), (11/14)
Böylece Hz.Muhammed'in "Kur'an’ın "Uydurduğunu" iddia edenlerin "Bilgisine" sahip olmadıkları bu konuda "cevap veremiyorlarsa” Kur'an’ın ancak Allah'ın İlmi ile" indirilmiş olduğu ve Allah'tan başka tanrı bulunmadığı tekrar hatırlatılarak artık "İnanmaları" ve "Müslüman" olmaları yani Allah'a "Teslim" olmaları ihtar edilmektedir.
Bu ihtara aldırmayıp Allah’ın son Peygamberi tarafından kendilerine iletilen vahiylere inanmayan ve inkâr edenlerin, ölüm sonrasındaki ortamlarda "Keşke biz de Müslüman olsaydık" diyerek derin bir "Pişmanlık" duyacakları Hz.Muhammed'e ve bütün insanlara bildirilmektedir.
İnkâr edenler zaman zaman, keşke biz de Müslüman olsaydık, diye arzu ederler. (54/2), (15/2)
Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun, yakında bilecekler! (54/3), (15/3)
Zira birçok Ayetlerde insanlara ayrıca bildirildiği gibi, artık bu durumu düzeltecek hiçbir imkân bulunmamaktadır. Bu nedenle Hz.Muhammed'e inkâr edenleri kendi hallerinde "Bırakması" öğüt verilmekte ve kısa bir süre yiyip eğlenerek sürdürecekleri yaşantılarının onları boş bir ümit olarak oyalayacağı ve bu ortamdan ayrıldıklarında kötü sonucu bilecekleri hatırlatılmaktadır.
Allah diğer bir Ayetinde Hz.Muhammed’e inanmayan veya inanmakta kuşkuları olan insanlara, gökleri ve yeri (Evreni) yoktan var edenin, yedirdiği halde yedirilmeyenin Allah'tan başkası olmadığını bildirmesini istemektedir.
De ki: “Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah'tan başkasını mı dost edineceğim!” De ki: “Bana Müslüman olanların ilki olmam emredildi ve sakın müşriklerden olma!” (55/14), (6/14)
“Allah'ın ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben Müslümanların ilkiyim.” (55/163), (6/163)
Buna göre Hz.Muhammed’e “Son Peygamber” olarak kendisine vahiy edilen Ayetlere göre "Müslüman Olanların İlki" olmasının ve müşriklerden olmamasının emredildiğinin toplumuna iletmesi ve onları “uyarması” öğüt vermektedir.
Allah Hz.Muhammed'e hitaben insanlara "Müslümanların İlki" olduğunu söylemesini bildirmektedir. Bu ifade ile Yüce Yaratan Kur'an’ın geçmişte ve en son iletmiş olduğu bütün "Özgün Öğretilerin" tümünü ifade eden ve Kendi yanında en "Makbul İnanış" olduğunu açıkladığı "İslam’ı" her anlamda, tüm bozulmalardan ve değişimlerden (tahrifattan) arındırılmış olarak "bütünüyle" kapsadığını, Kur'an’ı insanlara ileten "Uyarıcı" Peygamber Hz.Muhammed'in de böylece ilk "Müslüman" olduğunu bildirmektedir. Buna göre Hz.Muhammed'e ve ona vahyedilen Kur'an’a inananlar "İslam’a" yani Allah'ın geçmişte ve en son iletmiş olduğu bütün "Özgün Öğretilere" inanmış olmakta ve "Müslüman" olarak adlandırılmaktadırlar.
Kur'an, özellikle Tevrat'ın insanlarca yeniden ve çıkarlarına göre yazıldığı ve böylece "tahrif edildiği", İncil'de ise İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu gibi asıldan sapma olarak gördüğü konulara değinmektedir. Bu anlamda son peygamber olan Hz.Muhammed aracılığı ile gönderilen Kur'an önceki kitapların “asılları” ile farklı bir söyleme sahip değildir. Nitekim İslam’ın bu tür “sapmalardan” arındırılması için bir Ayetlerde insanlar için Din olarak "İslamın” seçildiği belirtilmektedir.
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. (89/3), (19/3)
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur. (89/19), (3/19)
Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır. (89/85), (3/85)
Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur, şahit olarak Allah yeter. (111/28), (48/28)
Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. (112/3), (5/3)
Öte yandan, insan kendisine verilen "Akıl" ile serbest bırakılmıştır. Bu nedenle insanlara "Akıllarını" kullanarak bütün bu "gerçekleri" anlamaları ve "Yaratılış" ile ilgili her şeyin "Allah'ın İradesi" olduğu, Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğu ve Allah'tan başka herhangi bir "tanrı" veya "ilah" bulunmadığı esasına dayanan "Gerçek Dine" yönelmeleri (Hak Din) öğütlemektedir. Diğer Ayetlerde de "İslam" aynı zamanda "Hak Din" olarak adlandırılmaktadır.
Buna göre aslında Adem’den itibaren Dinin (İslam’ın) içeriğinin değişmediği anlaşılmaktadır. Nitekim Hz.Muhammed’den önceki peygamberlerin insanlara sözlü ve yazılı (kitap) anlatımlarında “zamanın ve bilgi birikimlerinin” gereklerine uygun olarak tüm insanlar için daha “anlaşılır” duruma getirildiğine, böylece artık insanların bu verilen bilgilere göre “Akılları” ile Allah'ı tanımaları, hissetmeleri, kabul etmeleri, teslim olmaları ve ibadet ve secde etmelerinin gerektiğine işaret edilmektedir.
Bu durumda Hz.Muhammed’e vahiy edilen ve çeşitli toplum ve kavimlerdeki insanlara “Tek Yaratıcı Gücün” Allah olduğunu bildiren ve “O’na” teslim olunması ve ibadet edilmesini öğütleyen Ayetlerdeki ifadelerden İslam’ın “Hak Din” olarak “son aşamasına” ulaştığı belirtilmekte, İslam’ı kabul eden ve iman edenler de “Müslüman” olarak tanımlanmaktadır.
Öte yandan bir diğer Ayette Allah'ın kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açacağı bildirilmektedir.
Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir. (55/125), (6/125)
Böyle bir lütfa ulaşabilmek için insanların Allah'a inanarak O'na teslim olmaları ve sadece O'na ibadet ederek Allah'ın lütfu olan İslam'ı kabul etmeleri gerektiğine işaret edilmektedir. Buna göre insanlar ancak İslam'ı kabul etmeleri halinde Allah'ın lütfu ile kalbini İslâm'a açmayı "diledikleri" arasında olmayı umut edebilecektir. Diğer bir ifade ile Yüce Allah’ın insanları "Doğru Yola" iletmeyi istemesinin ancak "Akıllarını Kullanarak" kendilerine iletilen "Yaratılış" ve "Yaratıcı" ile ilgili "Gerçekleri" anlayıp onlara "Samimiyetle" inananlar için mümkün olabileceğini bildirmektedir. Allah’a ve “Hak Dine” inanmayanların ise Allah’ın "Saptırmak" isteyeceği insanlar olacakları, onların kalbini iyice daraltıp üzerlerine pislik ve kirlilik (Murdarlık) vereceği bildirilmektedir.
Diğer önemli Ayetlerde Hz.Muhammed’in özel durumuna dikkat çekilerek bütün "Yaratılışların" tek "Yaratıcısının" yalnız Allah olduğuna inanarak O'na teslim olup O’na ibadet (Kulluk) etmesinin ve böylece kendisinden sonra gelecek bütün insanlara da “İslam’a” iman etmelerinde önderlik (peygamberlik) ederek Müslümanların “İlki” olmasının Hz.Muhammed'e emredildiği açıklanmaktadır.
De ki: “Bana, dini Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmem emrolundu.” (59/11), (39/11)
“Bana Müslümanların ilki olmam emrolundu.” (59/12), (39/12)
Yüce Yaratan Müslümanların “İlki” ifadesi ile Kur'an’ın geçmişte ve en son iletmiş olduğu bütün "Özgün Öğretilerin" tümünü kapsayan ve en "Makbul İnanış" olarak tanımladığı "İslam’ı" her anlamda, tüm bozulmalardan ve değişimlerden (tahrifattan) arındırılmış olarak "bütünüyle" kapsadığına işaret etmektedir. Böylece Kur'an’ı insanlara ileten "Uyarıcı" Peygamber Hz.Muhammed'in de bu anlamda “İlk Müslüman" olduğunu bildirmektedir. Buna göre bütün "Yaratılışların" tek "Yaratıcısının" yalnız Allah olduğuna inanılması ve O'na teslim olarak ibadet edilmesinin, Adem ve sonrasında gelen Peygamberler ve özellikle de Nuh, İbrahim, Musa ve İsa Peygamberler tarafından insanlara iletilen “Halis Din” olduğu belirtilmekte ve diğer Ayetlerde belirtildiği gibi "İslam" olarak adlandırılan bu Dine inananlar da "Müslüman" olarak tanımlanmaktadır.
Yüce Allah, "Kendisini" anlayıp tanımaya karar verenlerin sevgilerini (Gönüllerini) İslam'a açtığını "Kendisinden" bir "Işık" ile (Nur) onlarla bir "Bağ" kurduğunu belirterek insanları ve özellikle inanmayanları uyarmaktadır.
Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir? Allah'ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! işte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler. (59/22), (39/22)
Bu uyarılara göre Allah'ı anmak ve O'nu tanımak hususunda yapılan bu uyarılara aldırmayıp "Kibirlenerek" kalpleri katılaşmış olanların bu fırsattan ve "Lütuftan" yararlanamadıkları ve bunların apaçık bir "Sapıklık" içinde oldukları bir defa daha açıklanmaktadır.
Ayrıca Müslümanların insanları Allah’a yönlendirerek iyi işler yapmalarını öğütledikleri belirtilmektedir.
Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyenden kimin sözü daha güzeldir? (61/33), (41/33)
Buna göre İslam’a inanarak “Müslüman” olanların insanları Allah’a “çağıran” ve iyi işler yapılmasını öğütleyen sözlerinden daha güzel bir söz bulunmadığı açıklanmakta ve insanlardan “İslam” ile ilgili bilgi edinerek içeriğini anlamaları beklenmektedir.
Yüce Allah diğer bir Ayetinde de İbrahim, Musa ve İsa'ya yaptığı "Tavsiyelerin" Hz.Muhammed tarafından "Tüm İnsanlara" iletilerek "Din" kıldığını, adı geçen Peygamberlere iletilen "Tavsiyeler" ile Hz.Muhammed tarafından "Kur'an" ile iletilen "Tavsiyelerin" aslında aynı "Din" olduğunu, bu Dini "İslam" olarak tanımladığını, artık bu Dinin “ayakta tutulmasını ve Dinde ayrılığa düşülmemesini bir defa daha tüm insanlara “önemli bir ihtar” olarak bütün insanlara bildirmektedir.
"Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı; fakat kendilerini çağırdığın bu Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir. (62/13), (42/13)
Nitekim Yüce Yaratan Peygamberleri ile insanlara "İlettiği" Ayetlerine inanan ve “Müslüman” olanlara "Doğrudan" hitap etmekte ve ölümleri sonrasındaki ortama ulaştıkları zaman onlara "Korku" olmadığını ve "Üzülmeyeceklerini" söylemektedir.
“Ey ayetlerimize inanan ve Müslüman olan kullarım! Bugün size korku yoktur." (63/68), (43/68)
"Sizler üzülmeyeceksiniz” de. (63/69), (43/69)
Siz ve eşleriniz, ağırlanmış olarak cennete giriniz! (63/70), (43/70)
Ayrıca, onların ve eşlerinin sevinç ve mutlulukla (Ağırlanmış Olarak) Cennete girecekleri açıklanmaktadır. Bu nedenle insanlara en güçlü oldukları kırklı yaşlara ulaştıklarında kendisi ve gelecek nesli için dua edip Allah'a olan inanç ve teslimiyetini bildirmesi öğüt verilmektedir.
Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: “Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben Müslümanlardanım.” (66/15), (46/15)
Öte yandan Allah "Kıyamete" kadar yaşayacak olan bütün insanlara hayal edebildikleri her şeyi yapabilmelerine olanak sağlayan unsurları esasen "Kendisinin" meydana getirmiş olduğunu hatırlatmaktadır.
Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı, dağlarda da sizin için barınaklar yarattı, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar yarattı; işte böylece Allah, Müslüman olmanız için üzerinize nimetini tamamlıyor. (70/81), (16/81)
Bu açıklama ile Allah, insanlara "Akıllarını" kullanmaları halinde hayal edebildikleri her şeyi yapabileceklerini anlayıp Allah’a "İman" etmeleri (Müslüman olmaları) için faydalanacakları her şeyi onlara sağlayacak olan "Akıllarını" onlara lütfettiğini, böylece bütün insanlara vereceğini vaat ettiği "nimetini" tamamladığını bildirmektedir.
Ayrıca Kur’an’ın da son olarak tebliğ görevi verilen Hz.Muhammed'e her şey için bir açıklama, bir hidayet (Kurtuluş) ve rahmet (Af) kaynağı ve bu ortamın sona ereceği zamana kadar (Kıyamet) yaşayacak olan ve inanan “Müslümanlar” ve bütün "Akıllı" insanlar için bir müjde olarak "indirildiği" yeniden hatırlatılmaktadır.
Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik. (70/89), (16/89)
De ki: “Onu, Mukaddes Ruh iman edenlere sebat vermek, Müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için, Rabbin katından hak olarak indirdi.” (70/102), (16/102)
Buna göre Kur’an’ın bütün "Akıllı" insanların “gerçekleri” anlayabilmelerini sağlayacak açıklamaların ayrıca nefslerinin dürtülerinin etkilerinden kurtulmalarının ve af edilebilmelerinin “kaynağı” olduğunu anlayıp ölüm sonrasına Müslüman olarak dönebilmeleri için hak (gerçekler) olarak indirildiği bildirilmektedir. Buna göre bütün “Akıllı” insanlardan bu “gerçekler” üzerinde düşünmeleri ve imanlarında devamlı olmaları beklenmektedir.
Yüce Allah Hz.Muhammed’e Kur'an Ayetlerinde defalarca yapılan bütün uyarı, öğüt ve önerilere rağmen gösterilen "doğru yolu" henüz göremeyip Allah'a iman etmeyenlere bir defa daha düşünmeleri için hala İslam'ı anlayıp Müslüman olup olmayacaklarını sormasını istemektedir.
De ki: “Bana sadece, sizin ilâhınızın ancak bir tek Allah olduğu vahyedildi. Hâla Müslüman olmayacak mısınız?” (73/108), (21/108)
Şayet inkarlarını sürdürmeleri halinde nelerle karşılaşacaklarının kendilerine defalarca açıklandığına işaret edilerek Allah'ın insanların ne düşündüklerini ve neyi gizlediklerini bildiği yeniden hatırlatılmaktadır.
Yüce Allah iman etmiş olan müminlere de "Allah'ın Yolu" olan bu "Doğru Yoldan" ayrılmamalarını, Allah'tan, “O'na” yaraşır şekilde korkmalarını ve ancak Müslümanlar olarak can vermelerini öğüt verilmektedir.
Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin. (89/102), (3/102)
Ayette belirtilen "Allah'tan Korkmak" ifadesi, “Tek Yaratıcı Güç” olarak Allah'ın rahmet, merhamet ve sevgisinden mahrum kalmaktan çekinilmesini ifade etmektedir.
Yüce Allah’a iman ederek O’na teslim olan, O'nu ve bildirdiklerini kabul eden (Mümin), yalnız O'na ibadet eden (Taat), doğru olan, sabreden, mütevazi olan, sadaka veren, oruç tutan, ırzlarını (namuslarını) koruyan, Allah'ı çok zikreden (anan) Müslümanların Allah'ın "affetmesine" ulaşacakları ve Allah'ın onlar için büyük bir ödül (mükâfat) hazırladığı bildirilmektedir.
Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, taata devam eden erkekler ve taata devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. (90/35), (33/35)
Allah ve Resûlü bir konu hakkında hüküm verince, inanmış bir erkek ve kadının kendiliklerinden seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. (90/36), (33/36)
Bu ödüle sahip olmak üzere inanmış erkek ve kadınların bir konu hakkında Hz.Muhammed'in (Resulü) Ayetlere dayanarak verdiği "hükümlere" inanmaları gerektiği ve bunlar dışında inanmış bir erkek ve kadının kendiliklerinden seçme hakkının bulunmadığı hatırlatılmaktadır. Bu nedenle de Allah'a (Ayetlerine) ve Resulüne karşı gelindiği takdirde apaçık bir "sapıklığa" düşüleceği bildirilerek bütün insanlar ve özellikle "iman etmiş" olanlar uyarılmaktadır.
Bir diğer Ayette de Allah'ın işlerini doğru olarak yapan, kendini Allah'a veren (doğru yolda olan) ve "Allah'ı Bir" tanıyan inanca (İslam’a) sahip olan İbrahim'i "Dost" edindiği açıklanmakta ve İbrahim'in Allah'ı bir tanıyan İslam’a tâbi olan kimseden "dince" daha güzel kimsenin bulunmadığı bildirilmektedir.
İşlerinde doğru olarak kendini Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahim'i dost edinmiştir. (92/125), (4/125)
Kur'an Ayetlerine göre iman “Tek Yaratıcı Güç” olan Allah’a inanmak olarak tanımlanmakta ve “İslam” olarak adlandırılmakta, buna göre “İslam” inancının yeryüzünde Adem ile başladığı anlaşılmakta ve Adem’in “İlk Peygamber” olarak ve sonraki tüm peygamberlerin de hep aynı yol üzerinde bulundukları ve insanlara “Tek Yaratıcı Güç” olarak “Yüce” Allah'ı tanımayı öğütledikleri bildirilmektedir.
Bu görüş ve anlayışın tabii bir sonucu olarak “Akıllı İnsanların” barış ve huzur içerisinde bulunabilmelerinin ifadesi olan “İslam” inancı, Kur’an Ayetinde “Allah’ın Dini” olarak tanımlanmaktadır.
Buna göre adı geçen Peygamberlere de iletilmiş olan ve Allah'ın "Din" olarak tanımlayıp bütün insanları "çağırması" için Hz.Muhammed'e "vahiy ettiği" ve tüm uyarı, öğüt ve önerilerine (tavsiyelerine) ile Hz.Muhammed tarafından "Kur'an" ile iletilen "Tavsiyeler" aslında aynı "Din" olmaktadır. Yüce Allah bu "özel" niteliği nedeniyle bu "Dini" Kur'an Ayetlerine "İslam" olarak tanımladığını ve "İslam Dininin" en "doğru" ve "Kendisini" ifade eden "Din" olduğunu açıklamaktadır.
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. (89/19), (3/19)
Bu durumda önceki Peygamberler tarafından insanlara iletilen ve birçoğu sonradan "Kaybolan" veya "Değişikliğe" uğrayan “İslam” ile ilgili "Asıl" unsurların "Kur'an" içeriğinde birleştirilip derlendiği ve son insan bu ortamdan ayrılıncaya kadar "Değişmemek" üzere "Toparlanmış" olduğu anlaşılmaktadır. Böylece Müslümanların da kendilerine kitap verilmişlere, o kitapları tanıdıkları ve aynı Allah'a teslim olduklarını ifade etmeleri gerekir.
İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: “Bize indirilene de size indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz Allah'a teslim olmuşuzdur.” (85/46), (29/46)
Bu tavır, uluslararası ilişkilerde önem taşımaktadır. Her kes kendine verilen kitap ile işlem yapacaktır. Ancak, “Kitap Ehlinin” Kur'an’ı tanıyıp onda iman ettiklerine ait “gerçekleri” gördüklerinde esasen “İslam’a” tabi olduklarını hatırlayabileceklerine dikkat çekilmektedir. Zira İslam, en “özlü” olarak Allah'ı tanıyıp Allah'a teslim olmak ve sadece Allah'a ibadet etmektir. Yani, "İnsan Olmak" ancak “İslam” ile tam olarak mümkün olabilecektir.
"İşte böylece sana bu Kitab'ı indirdik. Onun için, kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ediyorlar. Şunlardan da ona iman eden nice kimseler vardır. Ayetlerimizi, ancak kafirler bile bile inkar eder." (85/47), (29/47)
Anlaşılacağı gibi Kendilerine kitap verilenlerden aklını kullananlar Kur'an’ı da tanıyıp onaylamaktadırlar.
Buna göre Allah’ın düşünüp öğüt alınması için tüm insanlara iletilmek üzere Hz.Muhammed'e birbiri ardına "Vahiy" ederek gönderdiği Ayetlerine daha önce kendilerine "Kitap" verilenlerin de "İman Edeceklerine" yani "Esasen İman Etmek" durumunda olacaklarına işaret edilmektedir. Çünkü bu Ayetler okunduğu zaman kendilerine daha önce iletilenler ile "Özünde" aynı unsurları taşıdığını, özellikle de "Tek Yaratıcının" gerçekliğini ve O'na "Teslim Olunmasının" gerektiğini görecekleri ve bu durumda esasen kendilerinin daha önce de "Teslim Olmuş" kimseler yani "Müslüman" olduklarını ifade edecekleri belirtilmektedir.
Ondan önce kendilerine kitap verdiklerimiz, ona da iman ederler. (49/52), (28/52)
Onlara okunduğu zaman: “Ona iman ettik, çünkü o Rabbimizden gelmiş hakikattir, esasen biz daha önce de Müslüman idik” derler. (49/53), (28/53)
Nitekim "Allah'a ve Hz.Muhammed'e indirilene (Kur'an), İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve Ya'kub oğullarına indirilenlere, Musa, İsa ve diğer peygamberlere Rableri Allah tarafından verilenlere inanılarak iman edilmesi ve onların birbirlerinden ayırt edilmeden sadece "Tek Yaratan" olan Allah'a teslim olunması" olarak tanımlanan Din "İslam" olarak adlandırılmaktadır.
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. (89/3), (19/3)
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini inkar edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur. (89/19), (3/19)
De ki:" Biz, Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve Ya'kub oğullarına indirilenlere, Musa, İsa ve peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onları birbirinden ayırdetmeyiz. Biz ancak O'na teslim oluruz."(89/84), (3/84)
Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır. (89/85), (3/85)
Adem’den sonra gelen Peygamberlerin, özellikle de Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed’in onlara lütfedilen “Algılama” güçleri ile (Vahiy edilenler ile) Allah'ın “Tek Yaratıcı Güç” olduğu konusunda bilgili oldukları ve bunu tereddütsüz olarak kabul ve ifade etmiş oldukları, bu nedenle dönemlerinde birlikte yaşadıkları insanlara da bunları açıklamakla “görevlendirildikleri” yine Ayetlerdeki ifadelerde bildirilmektedir.
Bu durumda Adem'in ortaya çıkmasından önce bu ortamda yaşamakta olan “insansı” yapılara, Adem’den sonra da bir süre varlıklarını sürdürmüş olsalar dahi, Yüce Allah'ın Ruhundan taşımadıkları için "İnsan" denilmesi mümkün olmayacaktır. Zira Adem ve eşinden olan insanların "insansı" yapılar ile birleşmeleri sonucunda Dünyaya gelen yeni “Akıllı İnsan” yapıları, “Anne Karnında” dört aylık iken “İnsan Ruhlarının” Yüce Allah'ın Ruhundan indirilmesi (üflenmesi) nedeniyle "İnsan" olarak tanımlanmaktadır. Bu durum sadece “Akıllı” insanların “Ruhlarında” aslında "Yüce Yaratan'ın Ruhunu” taşımakta olduğunu göstermektedir.
Yüce Allah’ın “görevlendirdiği” peygamberlerin ise, “İnsanın” Allah tarafından önce gerçek ortamda yaratıldığını, sonra onlar için hazırlanan bu Dünya ortamına “Tek Yaratıcı Güç” olan Allah’ı tanıyıp, algılayıp O'na teslim olmaları gerektiğini kendilerine lütfedilmiş olan “Akıl” unsurunu kullanarak insanlara anlatabilmeleri için belli bir düzende gönderildikleri ve esasen Ruhlarında bulunan bu “bilgileri” diğer insanlara bildirdikleri açıklanmaktadır.
Zamanla peygamberler arasında geçen dönemlerde insanların çeşitli etkileşimlerin etkisinde kalarak doğa olaylarının ve hatta kendi yaptıkları eşya ve şeylerin “yaratıcı” olduğuna inanıp bu asıl inanıştan (İslam’dan) ayrıldıkları görülmüştür. Bu nedenle Dünya ortamında ortaya çıkan ilk insanlardan itibaren "inanç" konusundaki gelişmeler ve etkileşimler sonucunda bugün yaşayan tüm insanların “İslam” inancı dışında da “İlahi” bir “Güç” üzerinde şekillenen "çok çeşitli" inanışlara sahip oldukları görülmektedir. Bu durumun yukarıdaki bölümlerde değinildiği gibi “Yüce Yaratan Allah” fikrini temel alan İslam’ı "İnkâr" etseler dahi, “Akıllı” insanların taşıdıkları "Ruhun" Yüce Yaratan'a ait olduğunu ve ölünceye kadar bedenlerinde bulunacağını yanlış yorumlamalarının ve anlayamamış olmalarının sonucu olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu ortamda yaşamaya başlamadan önce Allah’ın huzurundaki “Elest” toplantısında Allah’ın insanların “Rabbi” olduğunu kabul ettikleri “gerçeği” Allah’ın “Ruhundan” indirilen Ruhlarında yer almakta ve asla kaybolmamaktadır.
Bu bilgilere göre, Kur'an Ayetlerinde belirtildiği gibi, İslam'ın bütün insanlar açısından tek "doğru" ve tek" gerçek" inanış olduğunun bütün insanlar tarafından dikkate alınması istenmekte ve bütün insanlardan "Akıllarını" kullanarak ve "gerçekliği” araştırılıp anlaşılarak kendilerine “bildirilenlere” uyulup uyulmamasına yine "Kendilerinin" karar vermeleri beklenmektedir. Bu konuda, bugün Müslüman olmayan insanların İslam bilincine ulaşabilmeleri, bu inanca çok daha kolay ulaşabilecek olan Müslüman ailelerden yetişen insanlara göre “gayret” gerektirmekte ve bir anlamda çok daha değerli olmaktadır. Zira onların akıl yürüterek Allah'ı bulmalarında çevresel zorlukları da aşmaları gerekmektedir.
İslam konusunda Britannica Ansiklopedisinde oldukça aydınlatıcı bir açıklama yer almaktadır
https://www.britannica.com/topic/Islam
Buna rağmen, Hz.Muhammed'in davetinin Allah'a "Ortak" olarak kendi "uydurdukları" şeyleri "tanrı" edinenlere (Ortak Koşanlara) ve O'na inanmayanlara "ağır geldiği" ve "çağırıldıkları" İslam'ın bütün insanlar açısından tek "doğru" ve tek "gerçek" inanış biçimi olduğunu kabullenemedikleri belirtilmektedir. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi, "İnsanların" zaman zaman "Akıllarını Kullanmak" yerine "nefslerinin" etkisi altında kalarak "İslam" dışında geliştirdikleri düşünceleri de "Din" olarak tanımladıkları ve her dinde çevrelerinde gördükleri, algıladıkları veya korktukları şeylerin, daha çok "insani" veya "hayvani" bir yapı olarak "hayal ettikleri" bir veya bir çok "güç" tarafından oluşturulduğunu, insanların da bu "güç" veya "güçler" tarafından "yönetildiklerini" düşündükleri ve bu nedenle "tanrı" olarak adlandırdıkları bu gücü veya güçleri bir şekilde "hoşnut" etmeye çalıştıkları geçmiş dönemlere ait bilgilerden anlaşılmaktadır.
Buna göre "tanrı", insanlar tarafından çeşitli "etkenlere" bağlı olarak "erişilmez" bir "güç" olarak tasarlanarak ona bir şekilde "kişilik" verilmektedir. Bunun sonucu olarak insanlık tarihi boyunca kendilerine "Gerçekleri" ileten uyarıcı insanlara "İnanmamak" ve onları toplum dışına itmek "İnanmayanların" bir diğer ortak özelliği olarak ortaya çıkmaktadır.
Aslında günümüzde de var olan ve uygulanan "Allah İnancı" dışındaki her türlü "din" anlayışını benimseyenlere, Yüce Allah'ın tüm insanlara öğüt ve önerilerini iletmek üzere "Dilediğini" uyarıcı olarak seçtiği ve bu uyarıcıların ilettiklerini dikkate alarak "Kendisine" yönelenleri "Doğru Yola" ileteceği bildirilmektedir. Bu nedenle Yüce Allah, ancak "Akıllarını Kullanarak" Allah'a yönelenlerin Allah'ın "diledikleri" arasında olabileceklerini onlara iletmesini Hz. Muhammed'den istemektedir.
Bu uyarı ve açıklamalardan insanların kendilerince hayal ettikleri "tanrıların" ve bu tanrıların emir ve istekleri olarak "gelenek" haline getirilen "din uygulamaların" hiç birisinin, Ayetlerde "Gerçek Din" olarak bildirilen "İslam" olmadığı anlaşılmaktadır.
Allah, geçmiş bazı peygamberler ile ilgili açıklamaların sonrasında İnsanlara bu Peygamberler ve onlara inanıp Allah'a iman edenlerin "Bir Tek Ümmet" olduklarını açıklamakta ve "Rab" olarak sadece "Kendisine" kulluk edilmesini önermektedir.
Hakikaten bu bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim, öyle ise bana kulluk edin. (73/92), (21/92)
İşte tüm Peygamberler tarafından Allah'ın "Tek" ve "En Yüce" bir “Gerçek” olduğunun iletilmesi ve tüm insanların bu iletilere inanıp iman etmeleri "Bir Tek" Dine işaret etmekte ve bu Din "İslam" olarak tanımlanmaktadır.
İbrahim'in dininden kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada seçtik, şüphesiz o ahirette de iyilerdendir. (87/130), (2/130)
Allah, insanların Kendisini tanımaları ve O'nu hissetmeleri için Ayetlerinde insanlara belli bir yol ve yöntemleri göstermiştir. Bu yol ve yöntemler insanların dünyaya ilk geldikleri zamandan bu yana çeşitli şekillerde var olmuştur. Zira, insanların yapılarında "Ruh" olarak adlandırılan ve Allah'ın Ruhundan İnsanların bünyelerine indirilen (Kur'an’daki Kendi ifadesi ile üflenen) bir unsur bulunmaktadır. Bu unsur, yaratıcısı ve ait olduğu Allah'ı her an hissetmektedir. İnsan Ruhunun böylece Allah ile her an temasta bulunması, insanlarda da her an bir şeyin kendisini etkilemekte olduğunu hissettirmekte ve güçlü bir şekilde o şeyi anlama ve arama isteğini ortaya çıkartmaktadır. Bu istek ve dürtüler ile insanlardan bazıları daha hassas ve uygun yapıları ile bazı ip uçlarını keşfetmekte ve bunları diğerleri ile paylaşarak bir tür manevi tatmin yolu bulmaktadırlar.
Çağlar boyunca bu arama ve tatmin hisleri ve yolları gelişerek daha düzenli bir duruma gelmiştir. Belirtilen gelişme ve düzene kavuşma olguları, o sırada Yüce Allah tarafından görevlendirilen ve bu konularda son derece ileri ve bilgili bir durumda olan "Seçilmiş Önder İnsanlar" olan peygamberler aracılığı ile toplumlara aktarılmışlardır.
Akıllı İnsanlığın geçmişinde yer alan birçok peygamber bulunmaktadır. Allah, gönderdiği en son peygamber olan Hz.Muhammed aracılığı ile insanlara son ve kapsamlı bir yazılı metin indirmiştir. Tamamı öğütler ve yol göstermeler ile dolu olan bu metin (Kur'an) din (İslam) konusundaki gelişmeleri de açıklamaktadır. Yüce Allah Ayetlerinde Allah’ın İslam’ı kabul ederek “Müslüman" olmasını İbrahim’e bildirdiğini, onun da Allah’a boyun eğdiğini bildirmekte ve böylece İbrahim Peygamberin yolu ve yönteminin “İslam” olduğuna işaret etmektedir.
Çünkü Rabbi ona: Müslüman ol, demiş, o da: Alemlerin Rabbine boyun eğdim, demişti. (87/131), (2/131)
Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da. Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti, O halde sadece Müslümanlar olarak ölünüz. (87/132), (2/132)
Nitekim İbrahim'den sonra gelen nesiller ve gönderilen peygamberler İslam-Müslüman olarak nitelenen bu "Tek ve Yüce Allah" felsefesini geliştirdikleri ve diğer insanlara öğretme çabası içerisinde oldukları belirtilmektedir.
Yoksa Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman oğullarına: Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? demişti. Onlar: Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuşuzdur, dediler. (87/133), (2/133)
Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz. (87/134), (2/134)
Ayetlerde ayrıca Yahudilerin kendi milletlerinin "Ataları" olan İbrâhim, İshak, Ya‘kub gibi peygamberlerin soyundan gelmiş olmalarını ileri sürerek kendilerinin "seçilmiş" ve "imtiyazlı" bir toplum oldukları şeklindeki düşüncelerinin doğru olmadığına işaret edilmekte ve her toplumun kazandıklarının “kendilerine” ait olduğu belirtilerek insanların yaptıklarından ötürü "bireysel" olarak sorumluklarının bulunduğuna bunun aynı zamanda İslam’ın "temel" prensibi olduğuna işaret edilmektedir.
Ayette söz konusu peygamberlerle övünenlerin artık gelip geçtiği, onların yaptıklarının sadece kendilerini ilgilendirdiği belirtilerek bütün insanlara da ölüm sonrasındaki yaşamlarında herkesin yalnızca "kendi" yaptıklarından "şahsen" sorumlu olacağı; geçmişleriyle övünmenin kendi sorumluluklarından kurtulmalarına bir yararının bulunmayacağı, kurtuluşa ulaşılabilmenin yeryüzünde yaşarken bu gerçekleri fark ederek durumlarını ve yaptıklarını gözden geçirmeleri ile mümkün olabileceği açıklanmaktadır.
Ancak Yakup peygamberin (İsrail) torunları olan Yahudilerin İbrahim, İsmail, İshak’ın "Rabbi" olan tek Allah'a teslim olduklarını söylemelerine rağmen, İbrahim’in yolundan giden Hz.Muhammed'e ve bütün insanlara iletilmek üzere ona vahiy ettiği Allah'ın "son" uyarı, öğüt ve önerilerine inanmamaktadırlar.
Bu ifadelerden İslam’ın insanlara gönderilen peygamberlerin katkıları sürekli olarak geliştiği görülmektedir. Her toplum devir aldığı “felsefi disiplini” elde ettikleri “bilgi birikimlerinin” ve Peygamberlerin “öğretilerinin” etkisi ile daha iyi anlamaktadır. Böyle olunca, sonrakilerin anlayış ve uygulamaları öncekilerden farklılık göstermekte ve insanlarda öncekilerin bazı şeyleri noksan olarak düşündükleri veya yaptıkları fikrini ortaya çıkarmaktadır. Bu tür “fikir ayrılıklarının” en aza indirilmesi, bir zaman diliminde yaşayan toplulukların önceki zaman dilimlerinde elde edilen kazanım ve uygulamalarını kendi zamanlarındaki durum ve koşullara göre değerlendirilmesi ile mümkün olacaktır.
Buna göre sonra gelen insanlar, elde ettikleri yeni bilgi ve deneyimlerin de katkısı ile, adı İslam olan ve her şeyin tek hakimi ve yaratıcısının olduğu ve bu sınırsız gücün Allah olduğu ana fikrini işleyip geliştiren Dinin felsefesini geliştirmek ve daha ileri düzeylere ulaşmak durumundadırlar. Dünyadaki "Zaman" diliminde sonra gelen insanlar, öncekilerin yaptıklarından sorumlu bulunmamaktadırlar. Onlar kendi zamanlarına kadar getirilmiş ve geliştirilmiş olan "Allah İnancını" ve "Doğru Yolu" anlamak ve daha da geliştirmek durumundadırlar ve ancak bu konuda sorumlu olacaklardır.
Ancak, insanlar yapılarında yer alan ve kendi "benliğini" en önde tutan "nefsinin” etkisi altında bulunmaktadır. Bu etki o derece güçlüdür ki, Din olarak tanımlanan inanış felsefesini de “gerçekleri” inkar edecek ya da değiştirecek şekilde etkilemektedir. Nitekim, "Tek ve Yüce Yaratıcı Allah" fikrinin kabul edilmesi ve O'na inanışı ve teslimiyeti ifade eden "İslam” Dini de insanların bu sınır tanımaz "nefsinden" etkilenmektedir. İnsanlar, İslam anlayışını anlayıp geliştirmek ile sorumlu iken, nefsine yenilen ve böylece bu dünyada bulundukları sürede diğer insanlara göre daha fazla geçimlik, şan, şöhret sağlanabildiğini gören bazı güçlü karaktere sahip olan insanlar, bu etkinlikleri elde edebilmek ve sürdürmek için Dini (İslam’ı) kendi “çıkarlarına” hizmet edecek şekilde "Değiştirmekte" bir sakınca görmemektedir. Böylece Allah ve İslam felsefesi kullanılarak insan menfaatinin belli kişi ve zümrelere yönlendirilmesi ve tüm insanlar arası güç ve zenginliğin buralarda toplanması amaçlanmış ve bir ölçüde sağlanmıştır. Sonuçta görünürde İslam’a olan bağlılıkları ileri sürülerek aslında kendi çıkarlarına göre yönlendirilmiş bazı öğreti ve felsefeler üzerinden İslam’ın asıl amacı ile olan ilişkisi giderek zayıflatılmış olduğu söylenebilir.
Bu anlamda Yahudilerin ve Hristiyanların Hz.Muhammed tarafından bütün insanlara bildirilen "Son Uyarılar" karşısında sahip oldukları zenginlikleri veya itibarlarını tehlikede gördükleri ve bu nedenle de Müslümanlara doğru yolu bulabilmeleri için İbrahim Peygamberi delil olarak göstererek Yahudi ya da Hristiyan olmalarını telkin ettikleri belirtilmektedir. Yüce Allah Müslümanlara, İbrahim'in Allah'a dosdoğru inanan (Hanif) bir peygamber olduğunu hatırlatarak onlara İbrahim'in dinine uyduklarını çünkü onun kendilerinin yaptığı gibi "vahiyleri değiştirerek Allah'a ortak koşanlardan" olmadığını (Müşriklerden olmadığını) bildirmelerini öğüt vermektedir.
Yahudi ya da Hristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi. (87/135), (2/135)
Allah’ın” Tek Yaratıcı Güç” olduğu düşüncesini temel alan İslam’ı ve onun felsefesini anlayıp kabul eden (mümin ve inanmış) insanların, bu telkin ve zorlamaları yapan insanların “nefsleri ile” yaptıklarını kolayca görebildikleri ve asıl "Doğru Yol" dan ayrılmayacakları belirtilmektedir. Bu konuda Kur'an’da “Doğru Yolda” bulunanlara bazı öğütlerde bulunulmaktadır.
"Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve esbâta indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk" deyin. (87/136), (2/136)
İslam inancına sahip olanlar, Tek Allah fikri etrafında toplananlardır. Bu inanç felsefesi, en etkili ve kapsamlı olarak ilk defa İbrahim Peygamber ile başlamıştır. Ondan sonra görevlendirilen tüm peygamberler bu ana fikir üzerinde giderek gelişen bir anlayış geliştirmişler ve bir kısmına indirilmiş olan vahiylerde de bu konu ile ilgili öğüt, örnek ve öneriler yer almıştır.
Bu nedenle, Allah'a ve Allah tarafından görevlendirilen peygamberlere ve bu peygamberler aracılığı ile insanlara gönderilen ve indirilen tüm bilgi ve belgelere hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inanmak, İslam inancının aslını öğretileri arasında bulunmaktadır. Zira bütün görevli peygamberler ve onlar aracılığı ile insanlara ulaştırılan bilgi ve belgeler, insanların "Yaratılışı" anlama, Allah'ı tanıma, algılama ve O'na inanıp O’na teslim olma yolunda birer yol gösterici, uyarıcı ve yönlendirici olarak işlevde bulunmuşlardır.
Bu anlayışın dışında kalanların, edindikleri bilgi ve belgeleri nefslerinin etkisi ile “çıkarları” uğruna değiştirip bir kenara bırakarak insan menfaatlerine uygun olarak yeni bilgi ve belgeleri üretenler ve bunlarla diğer insanları etki altına alanlar oldukları görülmektedir.
Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir. (87/137), (2/137)
Allah'ın rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz. (87/138), (2/138)
De ki: Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, Allah'ın hakkında bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz Allah'a gönülden bağlananlarız. (87/139), (2/139)
Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve esbâtın yahudi, yahut hristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından kendisine bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. (87/140), (2/140)
Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz. (87/141), (2/141)
Yüce Allah, Yahudi ve Hristiyanların insanların doğru yolu bulabilmeleri için Yahudi ya da hristiyan olmalarını telkin etmelerine karşılık olarak aslında onların Hz.Muhammed'in ilettiği "İslam’a" inananlar gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olacakları, bundan dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olacaklarını bildirmektedir. Onların bu ve benzer telkinlerine karşı Kur'an Ayetleri ile bildirilen “Allah İnancının” yeterli olacağı ve Allah'ın "işiten ve bilen" olduğunun unutulmamasının gerektiği Hz.Muhammed'e ve onun öğretilerini izleyen bütün Müslümanlara hatırlatılmaktadır.
Yahudi ve Hristiyanlarla yapılacak tartışmalarda Müslümanların Allah'ın Kur'an Ayetleri ile bütün insanlara bildirdiklerine inanmış olduklarının (Allah'ın rengiyle boyandıklarının), Allah'tan daha güzel inanç düşüncesini ve Allah'ınla olan "birliktelik" hissini (daha güzel rengi) hiçbir şeyin ya da kimsenin veremeyeceğinin, ancak O'na teslim olduklarının (kulluk ettiklerinin), Allah Müslümanların da, onların da ve bütün insanların da "Rabbi" olduğu halde Allah'ın hakkında tartışmaya girişilmesinin anlamı bulunmadığının, Müslüman olanların ve olmayanların yaptıklarının sadece "kendilerine" ait olduğunun ve Müslümanların Allah'a gönülden bağlı olduklarının onlara hatırlatılması öğüt verilmektedir.
Ayrıca geçmiş peygamberlerin ve toplumlarının artık gelip geçtiği, onların yaptıklarının sadece kendilerini ilgilendirdiği belirtilerek bütün insanlara da ölüm sonrasındaki yaşamlarında herkesin yalnızca "kendi" yaptıklarından "şahsen" sorumlu olacağı belirtilmektedir.
Kendilerine peygamberleri tarafından iletilen “asıl” bilgi ve belgeleri değiştirip menfaatleri doğrultusunda yöntemler geliştiren insanlar karşısında ancak Allah'a kulluk edilmesi gerektiğinin söylenmesi öğütlenmektedir. Zira tek doğru yol ancak Allah’ı anlamak ve Allah'ın gerçekliğini kabul edip tamamen Allah'a teslim olmaktır. Ayrıca görevlendirilen peygamberleri “kendileri” tarafından düzenlenen yöntemlerin öğreticisi veya düzenleyicisi olarak, diğer bir deyimle Yahudi veya Hristiyan olarak göstermek bu yöntemlerin doğru yol olduğuna işaret sayılamaz. Allah, görevlendirdiği bu peygamberlerin insanlara neleri ilettiklerini en iyi bilendir. Bu nedenle onların Yahudi veya Hristiyan olarak nitelendirilmelerinin yanlış olduğuna işaret etmektedir. Onlar, Allah'ın elçileridir ve kendilerine verilen görevleri hakkıyla yerine getirmişlerdir. Ancak nefslerine teslim olan insanlar Allah'ın insanlara ilettiği gerçekler (Şahit Oldukları) yerine insanları kendi düzenledikleri yöntemlere şahit tutarlar ve böylece Allah ve Allah'a inanan insanlar yanında ancak "Zalim" olarak anılırlar. Şurası unutulmamalıdır ki, her şeyi yaratan ve her şeyin mutlak hakimi ve sahibi olan o muhteşem "Yaratıcı Güç", insanların yaptığı her şeyden haberdardır ve asla yapılanlardan gafil değildir.
Bu açıklamalara göre, "Gerçek ve Asıl" Musevi ve İsevi öğretilerine inanan insanlardan, gerçekten ve samimi olarak "Yüksek İrade" olan Allah'a inananlar, Allah'ı "Tek Yaratan" olarak tanıyanlar, Allah'a teslim olup sadece Allah'a ibadet ederek Allah'a teşekkürlerini (şükredenler) sunanlar ve Allah'ı yücelttiklerini ifade edip iman edenler "İslam" tanımına girmektedirler. Zira Kur'an “Asıl” ve bozulmamış gerçek Allah Sözü Kitapları teyit ve tasdik etmektedir ve o kitaplarda Kur'an’da belirtilen hususlarda bir aykırılık bulunmamaktadır. Bu kitapların günümüzdeki nüshalarında Kur'an ile bir aykırılıkları var ise bunların geçmiş dönemlerde bazı insanlar tarafından yapıldıkları kesin bir durumdur.
Ayrıca Allah'a iman etme konusunda istekli ve ilgili olmayanların "İnandık" demelerine karşılık olarak kendileri için isteklerde bulunduklarına işaret edilmektedir. Böyle davrananların aslında “inandık” demelerinin bile imana ermeleri için Allah'ın lütfu olarak onlara verdiği bir “fırsat” olduğuna işaret edilmekte ve İslâm'a girdikleri için Hz.Muhammed’i minnet altına sokmalarının doğru olmadığı açıklanmaktadır.
Onlar İslâm'a girdikleri için seni minnet altına sokuyorlar, de ki: “Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur. (106/17), (49/17)
Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizliliklerini bilir. (106/18), (49/18)
Yüce Allah kendilerine ilettiği "gerçekleri" sadece çıkarlarının korunması amacı ile "kabullenmiş" görünenlerin bu tutumları ile ilgili olarak Hz.Muhammed'i uyarmakta ve onlara aslında iman etmediklerini, henüz imanın kalplerine yerleşmediğini söylemesini önermektedir. Ayrıca Allah'a ve kendisine "inanarak" itaat edenlerin hiçbir şey kaybetmeyecekleri, işlerinden hiçbir şeyin eksilmeyeceği, çünkü Allah'ın çok affedici ve insanları koruyucu olduğu hatırlatılmakta ve ancak Allah'a ve Resulüne iman eden ve ondan sonra asla şüpheye düşmeyenlerin ve doğruların ve iman edenlerin (müminler) iman etmeye yönelebilecekleri bildirilmektedir. Buna rağmen taşıdıkları şüphe ve kuşkularından kurtulamayanlara bu düşüncelerinin Allah'ın "Dini" olan "İslam" inancı karşısında bir değerinin olmadığı, Allah'ın göklerin ve yerin gizliliklerini bildiği ihtar edilmektedir.
Bütün bu açıklamalara göre Hz.Muhammed’den önceki toplumlara iletilen ve Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğunu belirten bilgiler İslam olarak tanımlanmakta ve İslam’a inananların ise Müslümanlar oldukları bildirilmektedir.
Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi, babanız İbrahim'in dininde Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için O gerek daha önce gerekse bunda size "Müslümanlar" adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın, O, sizin mevlanızdır, ne güzel mevladır, ne güzel yardımcıdır! (103/78), (22/78)
Yüce Allah böylece "doğru yola" ulaştıklarına Hz.Muhammed'in "şahit" olması ve iman edenlerin de diğer insanlara "şahit" olmaları için gerek daha önce insanlara iletilmiş olan kitaplarda ve gerekse Kur'an’da İslam’a "iman etmiş" olanlara "Müslümanlar" adını verdiğini açıklamaktadır. Ayrıca bu şekilde onurlandırılan "Müslümanlardan" özellikle namazı kılarak, zekâtı vererek ve Allah'a sımsıkı sarılarak ibadet etmelerini beklediğini belirtmekte ve Allah'ın iman edenlerin ve bütün insanların “Mevlası” olduğunu, ne güzel "Mevla" ve ne güzel yardımcı olduğunu bir defa daha bildirmektedir.
Buna göre Musa, İsa ve diğer peygamberlerin öğretileri doğrultusunda bulunmakla birlikte Allah'ı yukarıdaki anlamda tanıyıp O’na teslim olanlar da Müslüman tanımına girmektedir. Allah bu anlamda ancak bilerek “Kendisini” inkâr edenleri inananlardan ayırmaktadır ve İbrahim'in de inanan "dosdoğru" bir Müslüman olduğunu ve onun Allah’a inanmayanlardan "Müşrik" ya da Yahudi veya Hristiyan olmadığını açıkça tüm insanlara hatırlatmaktadır.
İbrahim ne Yahudi ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi. (89/67), (3/67)
Allah, Kendi Katında (Nezdinde) Hak (Gerçek) Dinin “İslam” olduğunu, Tüm insanlara "Kesin bir ifade ile" bildirmektedir.
Hak yani gerçek, Allah'ın isimlerinden birisidir. Yani Gerçek, aynı zamanda "Allah" ve "Allah'ın "Yaratıcılığı, buna göre "Kurduğu Düzen" ve tüm "Yarattıkları" demektir. Herhangi bir şeyin veya konunun "Gerçek" yapısını veya anlamını araştırıldığında, en son olarak sadece Allah'a varılacaktır. Allah'ın "Tek Yaratıcı" olduğunun kabul ve ikrar edilmesi ve Allah'a "Teslim" olunması, yaratıcılık ile ilgili işlemlerin bu işler ile görevli Melek'leri tarafından yürütüldüğünün kabul ve ikrar edilmesi ve insanlara "Gerçekleri" görüp anlayabilmeleri için gerektiği zamanlarda ve gerektiği yerlerde Peygamber olarak tanımlanan ve kendi ilminden bilgi aktararak aralarından "Seçtiği" özel insanlara bu bilgilerin aktarılması için görevlendirdiğinin ve Hz.Muhammed'in bu anlamda görevlendirilmiş olan "Son" Peygamber olduğunun kabul ve ikrar edilmesi gibi özetlenebilecek hususlar Allah tarafından bütün insanlara “İslam” olarak (Seçtiği Din) bildirilmektedir.
Buna göre Hz.Muhammed'den, toplumuna Allah'a, onlara indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve Ya'kub oğullarına indirilenlere, Musa, İsa ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettiklerini, onları birbirinden ayırt etmediklerini ve ancak Allah'a teslim olduklarını söylemelerini “bildirmesi” istenmektedir. Böylece Yüce Allah'ın kendilerine bildirdiklerinin "Din" ve bu dinin de "İslam" olduğunu anlayabilecekleri belirtilerek İslâm'dan başka bir din arayanlardan bu inanış veya dinlerinin "asla" kabul edilmeyeceği ve onların ölüm sonrasındaki ortamlarda (ahirette) ziyan edenlerden olacakları açık bir şekilde ihtar edilmektedir. Yapılan bu "ihtar" ile bütün insanlardan "İslam’ı" öğrenmeleri istenmekte ve sadece "İslam Dininin" Allah katında "geçerli" olacağı yine "Tüm İnsanlara" kesin ifadeler ile iletilmektedir.
Hz.Muhammed'ten önce kendilerine "Kitap" verilmiş olan toplumların, böylece kendilerine "İlim" verilmiş olmasına rağmen, daha sonra aralarındaki "Kıskançlık" nedeniyle görüş ayrılığına düştükleri belirtilmekte ve Allah'ı inkâr edenlerin "Allah'ın hesabının çok çabuk olduğunu" bilmeleri istenmektedir. Böylece, esasen çok kısa bir süre olan bu Dünya ortamında çıkar çatışmaları sonucu ortaya çıkan kıskançlık duygularının etkisinde kalarak Allah'ı inkara kadar giden bir tutum içerisine girenlere, bu ortamın kısalığı hatırlatılarak bundan sonraki ortamda bu yaptıklarından ötürü Allah'ın "Hesap" soracağı doğrudan bildirilmektedir.
İnsanların, bu ortamdaki yaşamları ve bu ortamın tüm özellikleri, tüm bunların nasıl oluştukları gibi konularda araştırma yapmaları, bu konulardaki "Gerçeklere” ulaşarak Yüce Yaratıcıyı tanımaları, bu tanımayı kolaylaştıran Peygamberlerin insanlara ilettikleri öğütleri ve getirdikleri "Asıl" Allah Sözü kitapları görüp anladıktan sonra, herhangi bir nedenle çıkarlarının etkisinde kalmamaları öğütlenmektedir. Aksi durumda, bu şekildeki davranış ve işlemleri ile ilgili olarak "Hesap" verecekleri, bu hesabı soracak olan her şeyin sahibi Allah tarafından doğrudan insanlara bildirilmektedir.
Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu tarafından İslam ve Müslümanlık konusunda İslam Ülkeleri ve Ülkemiz açısından yapılan uygulamaların ele alındığı bir çalışmada Kur'an Ayetleri ve Hz.Muhammed'in uygulamalarının "özü" çok açık ve anlaşılır bir şekilde belirtilmektedir.
İslam Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme -Seçme Metinler- | Kuramer
Buna göre "İslam Dininin" Ayetlerde belirtilen "doğrular" dışında herhangi bir amaca yönelik olarak "yorum" yapılarak sanki Ayet hükmü olduğu algısı oluşturulup insanlar üzerinde etkili olunması son derce yanlış ve yapanlar açısından çok ağır bir vebalin üstlenilmesi olmaktadır. Özellikle bu tür davranışların kendilerine yönetim emaneti verilen her düzeydeki yöneticilerin bu şekilde davranmalarının kendileri açısından olduğu kadar tüm toplumun fertlerinin hakları ve genel olarak toplum düzeni açısından da ek sorumluluklar yüklenmeleri anlamına gelmektedir. Bu nedenle toplumun yönetiminin de bu konularda bilgisi olan ahlak ve bilgili "liyakat sahibi" insanlara verilmesi gerekmektedir.
Diğer taraftan Yüce Allah iman edip iyi davranışlarda bulunanlara onlardan öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi, onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği din olan "İslam'ı" onların iyiliğine olarak yerleştirip koruyacağını ve inançları yüzünden başlarına herhangi bir korku dönemi gelse dahi, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vadettiğini, çünkü onların Allah'a itaat (kulluk) ettiklerini ve hiçbir şeyi Allah'a eş tutmadıklarını açıklamaktadır.
“Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.” (102/55), (24/55)
Allah'ı inkâr eden ve İslam’a karşı olanların İslam'ın gelişmesine karşı yapacakları her türlü engellemeleri ve düşmanca davranışları karşısında inananlara "güvenceye" verildiği belirtilerek artık bundan sonra inkâr edenlerin, Allah'ın verdiği bu söze inanmamakla, asıl büyük günahkâr olacakları bildirilmektedir. Böylece İslam'a ilgi duyan insanlar cesaretlendirilmekte ve "doğru yola" yönelmeye teşvik edilmektedir.
Nitekim bir diğer Ayette de Hz.Muhammed tarafından ilan edilen "İslam'ın" bildirdiği "doğrular ve gerçekler" karşısında, o sırada Allah'ı inkâr eden ve İslam’a karşı olan "kafilerin" iman edenlerin Dini olan "İslam’ı" savaşarak yok etmekten ümit kestiklerine işaret edilmekte ve artık bundan sonra onlardan korkulmaması ve sadece Allah'a yönelinmesi gerektiği iman edenlere ve bütün insanlara bildirilmektedir. Yüce Allah böylece bütün insanlara, "Din" olarak beğendiği "İslam'ın" bütün "gerçekleri" ve "doğruları" bildirdiğini açıklayarak, her türlü imkânın ve faydalanılacakları her şeyin ona "uyanlar" üzerinde olmak üzere tamamladığını açıklamaktadır.
Bugün kafirler, sizin dininizden ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. (112/3), (5/3)
Ayette belirtilen bu açıklamadan bu Ayetin Hz.Muhammed'in aldığı "son vahiy" olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum Muhammed Esed tefsirinde aşağıdaki şekilde özetlenmektedir.
"Hz. Peygamber'in çağdaşlarının şahitliğine dayanan eldeki bütün rivayetlere göre, yukarıdaki ayet -ki, bilindiği gibi Kur'an vahyini noktalayan ayettir- Hz. Peygamber'in vefatından seksenbir veya sekseniki gün önce, H. 10. yılda Zilhicce'nin 9'unda bir Cuma günü öğleden sonra Arafat'ta nazil olmuştu. Bu ayetten sonra başka hiçbir buyruk indirilmiş değildi: bu durum, Allah'ın dini kemale erdirmesine ve nimetlerinin tamamını müminlere bahşetmesine yapılan atfın sebebini de açıklamaktadır. İnsanın Allah'a kendini teslim etmesi (islâm), sahih dînin temeli veya temel ilkesi olarak kabul edilmiştir. Bu teslimiyet, yalnızca Allah'a inanmakta değil, ama aynı zamanda O'nun emirlerine itaat etmekte tam ifadesini bulur: ve bu, Kur'an mesajının tamamlandığı duyurusunun, neden, Peygamber Muhammed (s)'e vahyedilmiş olan son yasal buyrukları ihtiva eden bir ayet metnine konulduğunu açıklamaktadır."
Maide suresi | Maide oku Maide arapça türkçe (kuran.gen.tr)
Buna rağmen İslâm'a çağırıldığı halde Allah'a karşı yalan uydurandan daha "zalim" kimse olmayacağı ve Allah'ın zalimler topluluğunu doğru yola erdirmeyeceği, onların gerçekleri bilip anlamadan sadece çıkarları adına konuşarak (ağızlarıyla) Allah'ı inkâr ettikleri (nurunu söndürmek istedikleri), halbuki kafirler istemeseler de Allah'ın nurunu (İslam’ı) tamamlayacağı özellikle belirtilmektedir.
İslâm'a çağırıldığı halde Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola erdirmez. (109/7), (61/7)
Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar, halbuki kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır. (109/8), (61/8)
Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O'dur. (109/9), (61/9)
Yüce Allah "Kendisine" inanmayan ve ortak koşanlar (müşrikler) istemeseler de dinini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için Hz.Muhammed'i insanları doğru yola (hidayete) ulaştırmak üzere ve gerçek olarak (hak ile) gönderdiğini bir defa daha açıkça bildirmekte ve bütün insanlardan "Akıllarını" kullanarak "Allah'ı" ve "İslam'ı" anlamalarını, doğru yola yönelmelerini ve böylece "İnsan Olmalarını" beklemektedir.
Yüce Allah karşılaştıkları zorluklar yüzünden kalpleri eğrilmeye yüz tutan Müslümanlara çok zorlu koşullarda Hz.Muhammed'in yanında yer alan ve ona "bağlılıklarını" koruyan muhacirleri, ensarı ve tövbe eden Müslümanları örnek olarak göstermekte ve onların böylece Allah'ın rızasına daha fazla yaklaşmalarının sağlandığı belirtilmektedir.
Andolsun ki Allah, Müslümanlardan bir gurubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamberi ve güçlük zamanında muhacirlerle ensarı affetti, sonra da onların tevbelerini kabul etti; çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir. (113/117), (9/117)
Bu hükme göre karşılaştıkları her türlü zorluklar yüzünden İslam’a olan inançlarında bazı kuşkulara kapılan (kalpleri eğrilmeye yüz tutan) tüm “inanan” insanlara, Müslümanları bağışladığını, sonra da "tövbelerini" kabul ederek onları imanları hakkında kuşku duymaktan kurtardığını, çünkü Allah'ın "tövbe" edenlere karşı çok şefkatli, pek merhametli olduğunu bildirmektedir. Bu nedenle Müslümanların karşılaştıkları her türlü güçlük veya zor koşullar karşısında işlerinden ve imanlarını korumaktan vaz geçmemeleri gerektiği açıklanmaktadır. Çünkü sabreden, imanından vaz geçmeyen ve yaptıkları hata ve yanlışlıklar için "tövbe" edip tekrarlamaktan sakınanlara karşı çok şefkatli, pek merhametli olan Allah'ın onlara "yardımcı" olacağı hatırlatılmaktadır.
Burada “İslam” açısından çok önemli bir konu dikkat çekmektedir. Yüce Allah İslam’ı yeryüzüne “indirdiği” ilk “Akıllı İnsan” olan Adem ve sonrasında toplumlara gönderdiği” diğer “peygamberleri” tarafından bütün insanlara bildirdiklerini “Din” olarak nitelendirmekte ve “İslam” adını verdiği bu Dinin “Allah’ın Yolu” olduğunu açıklamaktadır.
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. (89/3), (19/3)
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur. (89/19), (3/19)
Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır. (89/85), (3/85)
Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. (112/3), (5/3)
Ayetlerde bütün insanlara işaret edilen gerçekler, yapılan uyarı, öğüt ve öneriler Allah'ın Yolu (Doğru Yol) olarak tanımlanmakta ve topluca "Din" olarak belirtilmektedir.
Ancak yapılan bütün bu açıklamalara ve uyarılara rağmen Din konusunda ve ibadetlerin uygulanmasında ana kurallar, zorunluklar (farz), şekiller, zamanlar ve okunacak dualar gibi konularda insanlar tarafından bugüne kadar yapılan yorumlar, açıklamalar ve uygulamaların çeşitli nedenlerle birbirlerinden çok farkı oldukları görülmektedir. Bunun nedeninin insanlar arasındaki “kıskançlık” olduğuna işaret edilmekte ve bundan ötürü kendilerine iletilen "gerçekleri" bildiren “İslam” üzerinde (Dinde) anlaşmazlığa düştükleri hatırlatmaktadır.
Bu nedenle bütün insanlardan kendilerine “lütfedilen” akıllarını kullanarak “Tek Yaratıcı Güç” olan Allah’ı anlayabilmeleri beklenmekte, bunun için İslam’da “birlik” olmaları, böylece İslam’ı (Dini) ayakta tutmaları, çeşitli nedenlerle aralarında ayrılığa ve anlaşmazlıklara (ihtilafa) düşmemeleri ve hep birlikte İslam’a (Allah'ın İpine) sımsıkı yapışıp parçalanmamaları gerektiğine işaret edilmektedir.
Buna göre Yüce Allah “Bütün İnsanlardan” ve “Müslümanlardan” Ayetlerde açıkladığı ve “İslam” olarak adlandırdığı iman ve inanç birliğinin sağlanmasını beklemektedir. “Bütün İnsanlar” ve “Müslümanlar” kendilerinden beklendiği gibi İslam Dinini anlamak ve “İslam Birliğini” sağlamak durumundadır. Zira bu “birlik” sağlanamadığı sürece özellikle Müslüman toplumlar Dünya kaynaklarına sahip olan ve kullanan zengin ve maddi olarak güçlü grupların ve toplumların isteklerine ve “çıkarlarına” hizmet etmekten ve onlara “bağlı” ve “bağımlı” olmaktan kurtulamayacaklardır.
Tek Ümmet, Ayrılıklar ve İhtilaflar
Yüce Allah tüm insanlara Hz.Muhammed ile indirdiği Kur'an'ın anlaşılmasında Ayetlerinin nitelikleri ile diğer Ayetler ile olan anlam bağlarının dikkate alınmasının ve Ayetlerin bir "bütün" olarak değerlendirilmesinin önemli ve gerekli olduğunu açıklamaktadır. Nitekim Kur'an’ın bu "ilkelere" göre yorumlanmasında bazı "özel" nitelikli Ayetlerin "kılavuz" niteliğinde oldukları bu Ayetlerin ifadelerinden anlaşılmaktadır. Buna göre Ayetlerin bir bölümünün anlamlarının değişmez (muhkem) diğerlerinin ise “Aklı Selim” kimseler tarafından anlaşılabilecek nitelikte yoruma bağlı oldukları ayrıca bir Ayet hükmünün bir diğer Ayet hükmünü değiştirebileceği veya yerine geçebileceği gibi Kur'an’ın anlaşılmasında "yol gösterici" niteliklerinin bulunduğu açıkça bildirilmektedir.
İnsanların Kur’an’ı okuyup işaret edilen “gerçekleri” anlayabilmelerinde dikkat edilmesi gereken konular hakkında “Kur'an" bölümünde ayrıntılı bilgi bulunmaktadır. Ancak önemi nedeniyle insanların kendi bilgi birikimleri çerçevesinde yorumlayıp “anladığı” hususların “en doğru” olduklarını düşünmemeleri ve özellikle de diğer insanlara bu “kendi doğrularını” kabul etmeye yönlendirmemeleri ve zorlamamaları gerektiğinin unutulmaması gerekmektedir. Zira bu durumda Kur’an’ı okuyan her insanın Ayetlerde ifade edilen konuları kendi düşüncelerine göre anlamaları mümkün hale gelmektedir. Bu durumda şayet dikkat edilmez ise, toplumda önü alınamayacak bir şekilde kavram kargaşasına yol açabilecek bir ortama neden olabilecektir. O nedenle insanların Kur’an Ayetlerini aralarındaki toplantılarda ve günümüzde ortaya çıkan her türlü iletişim olanaklarından yararlanarak fikir alışverişinde bulunmalarında fayda bulunmaktadır. Böylece aynı Ayet ile ilgili ortaya çıkacak farklı görüş ve yorumların her kes tarafından yeniden düşünülmesi ve Ayetin “asıl” fikrine ulaşılabilmesi mümkün olabilecektir. Yüce Allah “özel” bir Ayeti ile bu duruma işaret etmektedir.
Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih ayetlerin peşine düşerler. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler, ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar. (89/7), (3/7)
Böylece çok anlamlar barındıran Ayetlerin hangi zamanda ve hangi olaylar açısından önem taşıdığı ve hüküm içerdiği konusundaki araştırmalarda, “hüküm ve kararlarında doğruyu yanlıştan iyiyi kötüden ayıran akıl, sağduyu; İnsanı diğer canlılardan ayıran ve onu sorumlu kılan temyiz gücü; düşünme ve anlama melekesi” olarak tanımlanan “Aklı Selim” sahibi olan insanların yorumlarına itibar edilmesi önerilmektedir. Buna göre “Kıyamet” zamanına kadar olan süreçte “Aklı Selim” sahibi insanların “bilgi birikimlerinde” ve “sayıca çoğalmalarında” giderek “artan” bir ivme ile gelişmeler meydana gelecektir. Bu gelişmeler sonucunda, Ayetlerin nasıl anlaşılmaları ve yorumlanmaları gerektiği konusunda şu anda insanlar ve özellikle de Müslümanlar arasında yaşanmakta olan ayrılıklar, ihtilaflar, sorunlar ve karmaşalar da giderek azalacak ve Ayetlerin “anlamları” çok daha “doğru” olarak anlaşılabilecektir.
Bu durum aslında Evren ortamının sona ereceği zamana kadar yaşayacak olan bütün insanlara Kur'an’ı anlayabilmelerinde yol göstermek üzere Yüce Allah tarafından bildirilmiştir. Kur'an böylece "tüm zamanlarda" anlam ve önemini kaybetmeyecek ve Yüce Allah'ın her konuda en "geçerli" uyarı, öğüt ve önerilerinin İnsanlara iletilmesini sağlayacaktır.
Nitekim Ayette "Allah'a, Hz.Muhammed'e indirilene (Kur'an), İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve Ya'kub oğullarına indirilenlere, Musa, İsa ve diğer peygamberlere Rableri Allah tarafından verilenlere inanılarak iman edilmesi ve onların birbirlerinden ayırt edilmeden sadece "Tek Yaratan" olan Allah'a “teslim olunması" Din olarak tanımlanmakta ve "İslam" olarak adlandırılmaktadır. Buna göre Yüce Allah insanlar için doğru (hak) dinin İslam olduğunu, insanlar için “Din” olarak İslâm'ı beğendiğini, insanların üzerlerine lütfettiği “nimeti” olarak insanların “Dinini” böylece tamamladığını (ikmal ettiğini) bu nedenle İslam'dan başka bir “Dinin” asla kabul edilmeyeceğini ve İslam'dan başka bir “Din” arayanların ahirette ziyan edenlerden olacağını bildirmektedir.
Allah, böylece önceki "Uyarıcılar" tarafından insanlara iletilen öğüt, uyarı, önerilerin ve inançların da "İslam" kapsamında bulunduğunu açıklamaktadır.
Yüce Allah bir diğer Ayetinde insanlara O'ndan başka herhangi bir "tanrı" veya "ilah" bulunmadığının kabul edilmesi esasına dayanan ve bu esasları daima "aynı" kalacak ve "değişmeyecek" olan "İslam'ın" bildirilmesi ile insanların başlangıçta tamamının "bir anneden doğan çocuklar" gibi "İslam'ı kabul eden Müslümanlar" olarak sadece bir tek "ümmet" olduklarını ancak sonradan ayrılığa düştüklerini özellikle bildirmektedir.
İnsanlar sadece bir tek ümmetti, sonradan ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi. (51/19), (10/19)
İnsanların "tek ümmet" olarak belirtilen aynı inanca sahip bir topluluk iken kendilerine bildirilen "gerçeklerin" anlaşılmasında genellikle "nefslerinin" etkisi altında kalarak aralarında ayrılığa ve ihtilafa düştükleri görülmektedir.
Buna göre yeryüzü ortamında "İlk Akıllı İnsandan" itibaren tüm insanlara "Din" olarak iletilen ve Allah'a "Tek Yaratıcı Güç" olduğu, O'na teslim olunması gerektiği ve O'ndan başka herhangi bir "tanrı" veya "ilah" bulunmadığının kabul edilmesi esasına dayanan anlayışı ifade eden ve "bu esasları" daima "aynı" kalacak ve "değişmeyecek" olan "İslam'ın", insanların nefslerine yenik düşerek kendilerine Peygamberler tarafından iletilen uyarı, öğüt ve önerilerini (Ayetlerini) "kendi düşüncelerine" uygun olarak anlayıp yorumlamaları ve anlamlarını değiştirip tahrif etmeleri sonucunda İslam'ı farklı uygulamalar haline dönüştürdükleri ve böylece aralarında "ayrılığa ve ihtilafa" düşmelerine neden olduklarına işaret edilmektedir. Bu durum Ayetlerde çoğunlukla Ehl-i Kitap olarak tanımlanan İsrailoğulları ve Hristiyanlar üzerinden açıklanmaktadır. Bu nedenle İsrailoğullarına ve aslında başka inançlara sahip olan bütün insanlara da hakkında ihtilaf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu "Kur'an'ın" anlatmakta olduğu Ayette açıklanmaktadır.
Doğrusu bu Kur'an, İsrailoğullarına, hakkında ihtilaf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır. (48/76), (27/77)
Ve o, müminler için gerçekten bir hidayet rehberi ve rahmettir. (48/77), (27/77)
Yapılan bu uyarıların aynı zamanda "müminler" için de Allah'ın "merhameti" ile (rahmeti) bildirdiği gerçek bir doğru yol (hidayet) rehberi olduğu açıklanmakta ve benzer hatalara düşülmemesi için Ayetlerde bu anlamda yapılan uyarıların dikkatle incelenmesinin onlardan beklendiğine işaret edilmektedir.
Örneğin İsrailoğullarının güzel bir yurda yerleştirdiğini ve onlara temiz nimetlerden rızık verildiği, peygamberleri ile kendilerine ilim (gerçekler) gelinceye kadar ayrılığa düşmediklerini ancak kibirlerine (nefslerine) engel olamayıp kendi akıllarının üstünlüğüne inanarak kendilerine bildirilen "Allah" ve "İlim" ile ilgili "gerçekleri" inkâr ettikleri ve aralarındaki inananlar ve Müslümanlar ile ayrılığa düştükleri belirtilmektedir.
Andolsun biz İsrailoğullarını güzel bir yurda yerleştirdik ve onlara temiz nimetlerden rızık verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa düşmediler. Şüphesiz ki Rabbin, kıyamet günü onların, aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında hükmedecektir. (51/93), (10/93)
Yüce Allah kıyamet zamanında (günü) onların, aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında hükmedeceğini ihtar etmekte ve bütün insanlara ders almaları ve Allah'a yönelmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır.
Yapılan bu "uyarılara" göre insanlardan kendilerine lütfedilmiş olan "Akıl" unsurunu işleterek gördükleri, keşfettikleri ve kendilerine iletilenleri değerlendirip "Yaratılış ve "Yaratan" ile ilgili "Gerçeklere" ulaşmaları beklenmektedir. Ancak bu uyarılara ve kendilerine iletilen o kadar delile ve gerçeklere rağmen, sonradan gelen nesillerin bir kısmı İslam'a inanmaya devam ederken bir kısmının da bunu kabul etmedikleri ve Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere "tapındıkları" böylece Allah'ı inkâr yolunu seçerek "ayrılığa düştükleri" bildirilmektedir.
Yüce Yaratan kendilerine "İslam'ı” ileten peygamberlerine inanmayıp "inkârcı" duruma düşen insanlara bu yüzünden vereceği azabını, yaşamları boyunca "Akıllarını" kullanarak elde edecekleri bilgi birikimlerinin onları "doğru yola" yönlendirmesinin mümkün olması nedeniyle "ertelediğini" şayet bu "sözü" vermemiş olsa idi, peygamberleri ile "ayrılığa düştükleri" konuda azabını hemen indirip işleri bitirmek üzere aralarında hüküm verilmiş olacağını çok sayıdaki Ayetlerinde defalarca bütün insanlara hatırlatmaktadır.
Nitekim Musa Peygambere Vahiy ettiğini (Kitab'ı verdik) açıklamakta fakat toplumunun onda ihtilaf ettiği belirtilerek eğer azabın ertelenmesi için bir söz vermemiş olsaydı elbette onların arasında hüküm verilmiş olacağı teyit edilmektedir.
Andolsun biz Musa'ya Kitab'ı verdik; fakat onda ihtilaf edildi, eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, elbette onların arasında hüküm verilmişti; şüphesiz ki onlar da Kur'an hakkında derin bir şüphe içindedirler. (52/110), (11/110)
Andolsun biz Musa'ya Kitab'ı verdik, onda da ayrılığa düşüldü; eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında derhal hükmedilirdi. Onlar Kur'an hakkında derin bir şüphe içindedirler. (61/45), (41/45)
Böylece halen yaşayan ve kıyamet zamanına kadar yaşayacak olan ve "nefslerine" uyarak "Allah'ı" ve "İslam'ı" inkâr edenlere de inkârları yüzünden uğrayacakları azabını, yaşamları boyunca "Akıllarını" kullanarak elde edecekleri bilgi birikimlerinin onları "doğru yola" ulaştıracak olan "gerçeklere" yönlendirmesinin mümkün olması nedeniyle "ertelediğini" bir defa daha bildirilmekte ve onlardan "Akıllarını" kullanarak Kur'an Ayetlerini dikkatle incelemelerinin ve edindikleri bilgi birikimleri ile "gerçeklere" ulaşmalarının beklendiği bu Ayetlerde bütün insanlara hatırlatılmaktadır.
Aynı zamanda Hz.Muhammed'in Allah'ın "vahiylerini" ilettiği kendi toplumunda da Kur'an hakkında derin bir şüphe içinde olanların bulunduğuna işaret edilmekte ve "Dileseydi" bütün insanları "inanmış bir tek millet" olarak yapmasının mümkün olacağı çok sayıdaki diğer Ayetlerde de açıklanmaktadır.
Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. Onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler. (52/118), (11/118)
Ancak yapılan bu uyarılara rağmen, "nefslerine" olan bağları (Şeytan'ın dürtüleri) yüzünden bir şekilde aralarında ayrılığa ve ihtilafa düşmeye devam edecekleri hatırlatılarak, insanlardan dikkatli olmaları beklenmektedir.
Bu arada gerçek (Hak) dinin (İslam) yalnız Allah'ın olduğuna dikkatleri çekilmesine rağmen Allah'ı bırakıp kendilerine bir takım "dost" edinenlerin sadece "Allah'a yaklaştırsınlar" diye onlara "kulluk" ettiklerini ileri sürdükleri belirtilmektedir.
Dikkat et, halis din yalnız Allah'ındır, o'nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler: “Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz” derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez. (59/3), (39/3)
De ki: “Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi de aşikârı da bilen Allah! Kullarının arasında, ayrılığa düştükleri şeyin hükmünü ancak sen vereceksin.” (59/46), (39/46)
İnsanların aralarında ayrılığa düştükleri şeyler hakkında ölüm sonrasında gizliyi de aşikârı da bilen Yüce Allah'ın hüküm vereceği ihtar edilmekte ve bütün insanlara bu açıklamalardan ders almaları, Allah'a yönelmeleri gerektiği, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmeyeceği bütün insanlara yeniden bildirilmektedir. Bu anlamda Hz.Muhammed'e insanların aralarında ayrılığa düştükleri şeyin hükmünü ancak gökleri ve yeri yaratan, gizliyi de aşikârı da bilen Allah'ın vereceğini söyleyerek “dua” etmesi ve Allah'a teslim olması önerilmektedir. Bu teslim olma "duasının" bütün insanlar tarafından da "insan ilişkilerinde" karşılaştıkları her türlü olumsuz durumlarda yapılmasının gerektiğine işaret edildiği söylenebilir. Böylece insanlardan Allah'a teslimiyetlerinden "şüphe etmemelerinin" beklendiği anlaşılmaktadır.
Öte yandan Ayetler hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapan ancak genellikle çıkarları nedeniyle bu durumu saklayanların böylece inkarını gizlemelerinin Allah'a gizli kalmadığına işaret edilerek ölümleri sonrasında yeniden diriltildiklerinde iman ile ölen ve Ahiret ortamına "güvenle" gelenler ile Kur'an Ayetleri hakkında doğruluktan ayrılıp "eğriliğe" saptıkları için azaba uğrayanlar (ateşin içine atılanlar) karşılaştırılmakta ve inkar ederek ölenlere hangisinin daha iyi olduğu sorulmaktadır.
Ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar bize gizli kalmaz, o halde, ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın! kuşkusuz O, yaptıklarınızı görmektedir. (61/40), (41/40)
Kendilerine Kitap geldiğinde onu inkâr edenler, halbuki o, eşsiz bir kitaptır. (61/41), (41/41)
Yüce Allah insanları bu ortamdaki "bir sürelik" kısa yaşamlarında "Akıllarını" kullanmalarında "serbest bıraktığına" yeniden dikkat çekerek insanlara "dilediğinizi yapmalarını" bildirerek "Kendisine" meydan okunmasına bile izin verdiğini açıklamakta ancak kuşkusuz yaptıklarını görmekte olduğunu hatırlatmaktadır. Buna göre "vahiylerini" açıklayan Kitap, özellikle "eşsiz" bir Kitap olan Kur'an kendilerine iletildiğinde onu inkâr edenlerin "şüphesiz" bunun sonucuna katlanacakları özellikle ihtar edilmekte ve bütün insanlardan bu gerçeklerin "doğru yola" yönelip "kurtuluşa ulaşabilmeleri için önemli birer "uyarı" olduklarını dikkate alarak Allah'a iman etmek olan İslam'dan "ayrılığa" düşmemeleri için durumlarını gözden geçirmeleri beklenmektedir
Örnek olarak Musa'ya Kitap verildiği ancak daha sonra onda da ayrılığa düşüldüğü bir defa daha açıklanmakta ve eğer bir söz vermiş olmasaydı ayrığa düşenlerin aralarında derhal hükmedilmiş olacağı yeniden bildirilmektedir.
Andolsun biz Musa'ya Kitab'ı verdik, onda da ayrılığa düşüldü; eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında derhal hükmedilirdi. Onlar Kur'an hakkında derin bir şüphe içindedirler. (61/45), (41/45)
De ki: “Ne dersiniz. Eğer o Allah tarafından ise, siz de onu inkâr etmişseniz o zaman uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim vardır?” (61/52), (41/52)
Bu durumda Musa Peygambere iman eden toplumunun (Yahudilerin) Kur'an hakkında derin bir şüphe içinde bulunduğu belirtilerek Kur'an'ın Allah tarafından iletildiğinin "gerçek" olması halinde onu inkâr ederek bu "gerçekten" uzaklaşacakları böylece iman edenler ile "ayrılığa düşmüş" olacakları ve bunun ötesinde bir sapıklığın bulunmadığı açıklanarak onlardan bu Ayetlerin üzerinde düşünmelerinin beklendiği hatırlatılmaktadır.
Yüce Allah, "Kur'an" bölümünde ayrıntılı olarak açıklandığı gibi, Kur'an'ı o sırada Mekke'de (Şehirlerin Anası) ve çevresinde yaşamakta olan Hz.Muhammed'in toplumunu, asla şüphe duyulmaması gereken ölüm sonrası ortamlarda yaşanacak olan "toplanma gününde" yeniden diriltilecek olan insanların bir bölümünün Cennette bir bölümünün de azap çekecekleri (çılgın alevli) Cehennemde olacakları gerçeği ile "uyarması" için "Arapça" olarak "vahiy ettiğini" açıklamaktadır.
Şehirlerin anası ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur'an vahyettik. Bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli cehennemdedir. (62/7), (42/7)
Allah dileseydi onları bir tek millet yapardı, fakat O, dilediğini rahmetine kavuşturur; zalimlerin ise hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur. (62/8), (42/8)
Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? halbuki dost yalnız Allah'tır. O ölüleri diriltir, her şeye kadirdir. (62/9), (42/9)
Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah'a mahsustur. “İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. O'na dayandım ve O'na yönelirim.” (62/10), (42/10)
"Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı; fakat kendilerini çağırdığın bu Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir. (62/13), (42/13)
Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler, eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi; onlardan sonra kitaba vâris kılınanlar da onun hakkında derin bir şüphe içindedirler. (62/14), (42/14)
İşte onun için sen davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol, onların heveslerine uyma ve de ki: “Ben Allah'ın indirdiği Kitab'a inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işledikerimiz bize; sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır.” (62/15), (42/15)
Daveti kabul edildikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri, Rableri katında boştur, onlar için bir gazap, yine onlar için çetin bir azap vardır. (62/16), (42/16)
Ayetlerdeki bu ifadeler Yüce Allah'ın insanları bu ortamdaki yaşamlarında "akıllarını kullanarak" davranışlarını yönlendiren "kararları" vermelerinde "serbest" bıraktığını göstermektedir. Zira her şeyin yaratıcısı ve sahibi olarak "dileseydi" onları bir tek düşünceye sahip olarak bir tek millet yapabileceğini, buna göre dilediğini "rahmetine kavuşturacağını" ve Allah'a inanmayan "zalimlerin" ise hak ettikleri "azap" karşısında hiçbir dostu ve yardımcısının bulunmadığını bir defa daha hatırlatmaktadır. İnsanların bu gerçeklere rağmen "inkara" yönelmelerinde Allah'tan başka "güçlere" güvendiklerini düşündükleri ancak tüm insanlar ve tüm varlıklar açısından "gerçek" dostun esasen onları "yaratmış" olan "tek Yaratıcı Güç" olan Allah olduğu bildirilmekte ve Allah'ın insanları ölüm sonrasında yeniden "dirilttiğine" işaret edilerek her şeye "kadir" olduğu "aklı olan" bütün insanlara özellikle hatırlatılmaktadır.
İnsanların kendilerine defalarca iletilen bütün bu "gerçekler" karşısında nefslerine yenilerek kendi akıllarını beğenmeleri, kibirlenmeleri ve direnmeleri sonucunda aralarında çeşitli konularda ve Allah'a iman konusunda görüş ayrılıklarının oluştuğu belirtilmekte ve ayrılığa düşülen konularda en doğru hüküm vermenin ancak Allah'a ait olduğu bildirilmektedir. Bu nedenle insanlar arasında meydana gelen görüş farkları için Allah'ın "İslam" olarak bildirdiği ve peygamberler tarafından insanlara iletilen uyarı, öğüt ve önerileri (Kur’an Ayetlerini) dikkate almaları, Allah'a dayanmaları (güvenmeleri) ve Allah'a yönelmeleri gerektiği açıklanmaktadır.
Gerçekten Yüce Allah Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya Ayetlerinde "İslam" olarak adlandırdığı "Dini" ayakta tutmalarını ve onda ayrılığa düşmemelerini tavsiye ettiğini belirtmektedir. Böylece önceki peygamberlere tavsiye ettiğini Hz.Muhammed'e vahiy ederek Müslümanlara da "Din" kıldığına işaret etmekte ve bu "Dinin" ayakta tutulmasını ve onda "ayrılığa düşülmemesini" bütün insanlara bildirmektedir. Bu uyarıların Allah'a ortak koşanlara ağır geldiği belirtilmekte, buna karşılık yapılan uyarıların farkına vararak Allah'a yöneleni de doğru yola iletmek üzere kendisine iman etmesini dilediklerinin arasına olmak üzere "seçtiğini" açıklamaktadır.
Öte yandan kendilerine İslam bildirildikten (ilim geldikten) sonra insanların sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüklerine ve onlardan sonra gelenlerin de (kitaba vâris kılınanların da) İslam hakkında derin bir şüphe içinde olduklarına işaret edilmektedir. Yüce Allah eğer belli bir süreye kadar bir erteleme sözü vermemiş olsa idi aralarında hemen hüküm verilmiş olacağını yeniden açıklamakta ve teyit etmektedir. Böylece halen yaşayan ve kıyamet zamanına kadar yaşayacak olan ve "nefslerine" uyarak "Allah'ı" ve "İslam'ı" inkâr edenlere, inkarları yüzünden uğrayacakları azabını yaşamları boyunca "Akıllarını" kullanarak elde edecekleri bilgi birikimlerinin onları "doğru yola" ulaştıracak olan "gerçeklere" yönlendirmesinin mümkün olması nedeniyle cezalandırılmalarının "ertelediğini" bildirilmekte ve onlardan "Akıllarını" kullanarak Kur'an Ayetlerini dikkatle incelemelerinin ve edindikleri bilgi birikimleri ile "gerçeklere" ulaşmalarının beklendiği bu Ayetlerde bütün insanlara hatırlatılmaktadır.
Bu nedenle Hz.Muhammed'e insanları birliğe (tevhide) davet etmesi ve "peygamberlik" görevi nedeniyle emrolunduğu gibi dosdoğru olması, inkâr edenlerin güzel gösterdiklerine (heveslerine) uymaması ihtar edilmekte ve “Ben Allah'ın indirdiği Kitab'a inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum, Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize; sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır.” diyerek onları "doğru yola" yönlendirmesi öğüt verilmektedir.
Ayrıca Allah'ın "daveti" olan İslam kabul edildikten sonra Allah hakkında tartışmaya girenlerin delil olarak ileri sürdüklerinin Allah (Rableri) katında "boş" olduğunu, bu nedenle "Yaratıcının Öfkesine" maruz kalacaklarını ve onlar için çetin bir "azap" bulunduğunu onlara bildirmesi Hz.Muhammed'den istenmektedir.
Bu konuda önceki peygamberlerin Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğu esasına dayanan ve "İslam" olarak adlandırılan "Dine" inanmalarının gerektiğini toplumlarına ilettikleri gibi İsa Peygamberin de toplumuna "açık deliller" ile gönderildiği bildirilmektedir.
İsa, açık delillerle geldiği zaman demişti ki: “Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyleyse Allah'tan korkun ve bana itaat edin.” (63/63), (43/63)
“Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur.” (63/64), (43/64)
Ama aralarından çıkan guruplar, bir ihtilafa düştüler, acı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin haline! (63/65), (43/65)
İsa Peygamberin insanlara ilim ve akılla gerçeğe ulaşma yolunu (hikmet) getirdiği ve "inanç" konusunda ayrılığa düştükleri şeyleri kendilerine açıklamak için görevlendirildiği belirtilmekte ve Allah'a teslim olarak O'na iman etmeleri (korkmaları) ve kendisine de itaat etmeleri gerektiğini çünkü Allah'ın onun da insanların da "Rabbi" olarak O'na ibadet edilmesini, bunun "doğru yol" olduğunu toplumuna bildirdiğine işaret edilmektedir. Ancak aralarından çıkan gurupların "ihtilafa" düştükleri, böylece insanlara "zulüm ettikleri" belirtilerek bu nedenle "cezalandırılacakları" acı bir günün azabı karşısında zavallı durumlara düşecekleri bildirilmektedir. Nitekim daha önce de İsrailoğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik verildiği, onların güzel rızıklarla beslendikleri, dünyalara “üstün” kılındıkları ve "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah esasına dayanan ve diğer Ayetlerde İslam olarak adlandırılan "Din" konusunda onlara açık deliller verildiği ancak bütün bunlara rağmen onların kendilerine "ilim" geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştükleri hatırlatılmaktadır.
Andolsun ki biz, İsrailoğullarına Kitap, hüküm ve peygamberlik verdik, onları güzel rızıklarla besledik ve onları dünyalara üstün kıldık. (65/16), (45/16)
Din konusunda onlara açık deliller verdik ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler; şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir. (65/17), (45/17)
Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık, sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma. (65/18), (45/18)
Çünkü onlar, Allah'a karşı sana hiçbir fayda vermezler. Doğrusu zalimler birbirlerinin dostlarıdır; Allah da takvâ sahiplerinin dostudur. (65/19), (45/19)
Ayetlerde "toplumlara ilim geldikten sonra" şeklinde yer alan ifadelerden çağlar boyunca bütün insanlara iletilmiş olan "Tek Yaratan" fikrine dayanan bütün "İnançlara" işaret edildiği söylenebilir.
Buna göre geçmiş toplumlara Peygamberler (Uyarıcı) tarafından "Din" olarak tanımlanan ve "İslam" olarak adlandırılan "Gerçekler" Kur'an Ayetlerinde "İlim" olarak belirtilmektedir. Bu durumda insanlardan kendilerine bildirilen bu "İlim" karşısında İslam'ı anlamaları beklenirken akıllarını "sadece görebildikleri" ile kısıtlayarak kullanmalarını "İlim" olarak tanımladıkları ve İslam'ım bu kısıtlı ilim dahil tüm "yaratılışları" kapsadığını göz ardı edip kibirlenerek çekememezlik, kıskançlık, bencillik gibi nefsani dürtülere engel olamamaları yüzünden ayrılığa düştükleri açıklanmaktadır. Yüce Allah Ayetlerinde defalarca ayrılığa düştükleri şeyler hakkında Kıyamet ortamlarında hüküm vereceğini ders almaları ve doğru yoldan ayrılmamaları için bütün insanlara bildirmekte bu nedenle Dinde ayrılığa düşmemelerini öğüt vermektedir.
Yüce Allah Hz.Muhammed'i "Din" olarak tanımlanan ve "İslam" olarak adlandırılan "Gerçekleri" bütün insanlara bildirmekle görevlendirdiğine işaret ederek onun "Din" konusunda izlenecek yolun (Şeriat) sahibi olduğunu (kıldığını) açıklamaktadır. Böylece Hz.Muhammed'e Ayetlerde Din konusunda insanların "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah'ı tanımaları, O'nu anmaları ve O'na teslim olmaları gerektiğinin açıklandığı “bu yola” uyması, bu yol ve yöntemleri (ibadet) insanlara göstermesi ve bu konuda bilgi sahibi olmayanların isteklerine uymaması bildirilmektedir.
Kendilerine iletilen "gerçeklere" rağmen Din (İslam) hakkında bilgisi olmayan ve bilgi edinmeyi de düşünmeyenlerin Hz.Muhammed'e ve doğal olarak onun ilettiği "gerçeklere" inanan müminlere kendi fikirleri ile hiçbir fayda sağlayamayacakları bildirilmektedir. Onların inanmamakla ancak "zalim" oldukları ve zalimlerin de ancak birbirlerinin dostu oldukları belirtilmekte ve Allah'a, Hz.Muhammed'e ve onun ilettiği Allah'ın Ayetlerinde açıklanan Dine (İslam'a) samimiyetle inanan "takva" sahiplerinin dostunun ise Allah olduğu bütün insanlara bildirilmektedir. Bu nedenle özellikle Müslümanlardan Dini ayakta tutmaları ve onda ayrılığa düşmemeleri önemle hatırlatılmakta ve beklenmektedir.
Önceki dönemlerde yaşamış olan toplumlara da "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah'ı tanımaları, O'nu anmaları ve O'na teslim olmaları ile ilgili gerçekleri bildirmek üzere peygamberler gönderildiğine dikkat çekilmekte, fakat aklını nefslerinin dürtülerine göre kullanan toplumların iman etmedikleri belirtilerek Şeytan'ın böylece onların "velisi" olduğu ve onlar için ölüm sonrası ortamlarda elem verici azap bulunduğu hatırlatılmaktadır.
Allah'a andolsun, senden önceki ümmetlere de göndermişizdir, fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de. İşte o, bugün onların velisidir ve onlar için elem verici bir azap vardır. (70/63), (16/63)
Biz bu Kitab'ı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik. (70/64), (16/64)
Kur'an'ın insanların aralarında ihtilafa düştükleri şeyleri açıklaması ve inanıp iman edenlerin toplumlara da kurtuluşa ulaşmalarında doğru yolu göstermesi için Hz.Muhammed'e indirildiği açıklanmaktadır
Yapılan uyarılara rağmen Allah'a iman konusunda ve diğer ilişkilerinde Şeytan'ın dürtülerinin etkisi sonucunda ayrılığa düştükleri ve ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında Allah'ın "Kıyamet" ortamlarında insanların aralarında "hüküm vereceği" bildirilmektedir.
Muhakkak ki Rabbin, ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında kıyamet günü onların aralarında hükmedecektir. (75/25), (32/25)
Buna göre insanlardan Ayetleri birbirleri ile olan anlam bağlarını da dikkate alarak inceleyip akıllarını kullanarak içeriklerini anlamaları, böylece aralarındaki "imana" veya "günlük yaşamlarına" dair olan ayrılık ve ihtilafları bu ortamda yaşarken gidermeleri ve kendilerine bildirilen "gerçeklere" ulaşmaya gayret etmeleri beklenmektedir. Aksi halde Allah'ı inkâr veya insan ilişkilerinde yaptıkları her türlü haksızlıklar hakkında Yüce Allah'ın ölümleri sonrasında "hüküm vereceğini" dikkate almaları ihtar edilmektedir.
Kur'an'ın indirilmesinden önceki toplumlardan olan Yahudiler ile Hıristiyanların Peygamberlerinin kendilerine ilettiği kitaplarda "bildirilenleri" okudukları halde "kendilerine" göre yorumlamaları sonucunda birbirlerini doğru yolda olmamakla itham ederek aralarında ayrılığa ve ihtilafa düştükleri örnek olarak açıklanmaktadır.
Hepsi de kitabı okumakta oldukları halde Yahudiler: Hıristiyanlar doğru yolda değillerdir, dediler. Hıristiyanlar da: Yahudiler doğru yolda değillerdir, dediler. Bilmeyenler' de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah, ihtilafa düştükleri hususlarda kıyamet günü onlar hakkında hükmünü verecektir. (87/113), (2/113)
Bu toplumlarda Peygamberlerinin ilettiği kitaplar hakkında bilgileri bulunmayanların da onlara katıldıkları, onların söylediklerini tekrarladıkları açıklanmakta ve Yüce Allah'ın ölümleri sonrasında (Kıyamet Günü) ihtilafa düştükleri hususlarda "hüküm vereceği" bir defa daha ihtar edilmektedir. Böylece aralarında ayrılığa düşmelerinde Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi ve özellikle Hz.Muhammed ile ilgili olan konuları gizleyip kendi düşüncelerine dayanak yorumlar yapılmasının ancak kendilerinin azap çekmelerine neden olacağı açıklanmaktadır.
Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yeyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. (87/174), (2/174)
Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! (87/175), (2/175)
O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. Kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir. (87/176), (2/176)
Yüce Allah'ın kendilerine gönderilen kitapları tahrif ederek çıkarları doğrultusunda "değiştiren" ve böylece insanlar arasında ayrılığa neden olanlar ile ölümleri sonrasında "konuşmayacağını" ve onları temize çıkarmayacağını, orada onlar için can yakıcı bir azap bulunduğunu bildirmektedir. Onların bu davranışları ile doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfirete (af edilmeye) karşılık olarak da azabı satın aldıkları, devamlı azap içinde olacakları (onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!) ve o azabın sebebinin Allah'ın Kitabı gerçek ve doğruları açıklamak üzere (hak olarak) indirmiş olmasına rağmen Kitapta ayrılığa düşenlerin farklı yorumlar yaparak elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüş oldukları açıklanmakta ve azap çekmeyi hak ettikleri bildirilmektedir.
Yapılan bu uyarıla ile insanların "Yaratılış" ve "Yaratıcı" hakkında kendilerine iletilen "gerçekleri" dikkate almalarının önemine işaret edilmekte ve insanlara bir süre yaşamaları için "indirildikleri" bu yeryüzü ortamında ilk zamanlarda aynı şeyleri düşünen ve aynı şeylere inanan bir tek toplum (ümmet) iken sonradan nefslerindeki dürtülerin etkisi ile öncellikle çıkarlarını düşünerek aralarında anlaşmazlığa ve ayrılığa düştüklerine işaret edilmektedir.
İnsanlar bir tek ümmet idi.Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir. (87/213), (2/213)
Yüce Yaratan böylece oluşan insanlar arasındaki anlaşmazlık ve ayrılıkların giderilmesi için onları Allah'ın Yolu olarak tanımladığı doğru yola yönelmelerini sağlamak üzere müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdiğini açıklamaktadır. Esasen daha önce de her millet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) gönderdiğini, ayrıca peygamberlerine insanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için doğru yolu (hak yolu) gösteren kitapları da gönderdiğini ancak kitaplarda apaçık deliller geldikten sonra, kendilerine kitap verilenlerin aralarındaki kıskançlıktan ötürü kendilerine iletilen "gerçekler" üzerinde (Dinde) anlaşmazlığa düştükleri hatırlatmaktadır. Böylece Yüce Allah "Dinde" anlaşmazlığa ve ihtilafa düşenlerin peygamberlerini ve kitaplarını yalanlayarak inkâr edenlerden oldukları gerçeğini, anlayıp ayrılığa düşmemeleri için iman edenlere “izni ile” gösterdiğini bildirmektedir. Allah dilediğini doğru yola ilettiğine yeniden işaret ederek İnsanlardan yapılan bu uyarıları dikkate almalarını, durumlarını ona göre değerlendirerek kendilerine iletilen "gerçekler" hakkında ayrılığa ve ihtilafa düşmemeleri gerektiğini, böylece Peygamberlerin ilettiği Allah'ın Ayetlerine uyulması halinde insanların Allah'ın "doğru yola" iletmeyi dilediklerinin arasında olabileceklerini açıkça bildirmektedir.
Öte yandan Yüce Allah peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldığını belirtmektedir. Ayetlerdeki ifadelerden Allah'ın onlardan bir kısmı ile konuştuğu (Musa Peygamber) bazılarını da derece derece yükselttiğini (Nuh, İbrahim Peygamberler), İsa Peygambere de açık mucizeler verdiğini ve onu Mukaddes Ruh (Rûhu'l- Kudüs) ile güçlendirdiğini bildirmektedir.
O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu'l- Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı lâkin Allah dilediğini yapar. (87/253), (2/253)
Allah dileseydi bu "üstün" peygamberlerin kendilerine açık delilleri bildirdikten sonra insanların Ayetlerine uymayıp "Dinde" ve aralarında ayrılığa ve ihtilafa düşerek birbirleri ile savaşmamış olacaklarını açıklamaktadır. Ancak bu ortamdaki yaşamlarında karar ve davranışlarında serbest bırakılan insanların akıllarını kullanmakta zayıflık göstermeleri ve nefslerine Şeytan tarafından eklenen her türlü olumsuz ve kötü duyguların etkisi altında kalmaları sonucunda kendilerine iletilen ve doğru yolu gösteren "Din" konusunda ihtilafa düştükleri, içlerinden kiminin iman kiminin de inkâr ettiği, üzerinde düşünmeleri için insanlara örnek olarak açıklanmaktadır.
Yüce Allah "dileseydi" birbirleri ile savaşan insanların Peygamberleri ile kendilerine bildirilen "gerçekleri" dikkate alarak ve akıllarını kullanarak aralarında ihtilafa düşmemiş ve savaşmamış olacaklarına işaret etmekte ancak insanlar için hazırladığı bu ortamın bütün kurallarını ve koşullarını koyarak onları karar ve davranışlarında serbest bıraktığını ve bu "gerçekleri" insanlara ilettiğini bildirmekte böylece "dilediğini yaptığını" hatırlatmaktadır.
Önceki bölümlerde belirtildiği gibi ilk Akıllı insandan itibaren esasen Ruhlarında yer alan “Tek Yaratıcı” Allah'a ait tüm gerçeklerin "Din" olarak tanımlanarak İslam olarak adlandırıldığı ve bütün insanlara gönderilen çok sayıdaki peygamberler üzerinden iletildiği Ayetlerde defalarca açıklanmaktadır
İnsanların peygamberlerinin kendilerine ilettiği Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğu esasına dayanan ve "İslam" olarak adlandırılan "Dine" inanmaları ve bunda ayrılığa düşmemeleri gerektiğine dikkatleri çekilirken aslında İslam'ı kabul etmiş olan Müslümanların da genellikle çıkar sağlamak veya çıkarlarını korumak nedeniyle aralarında çekememezlik ve kıskançlık yüzünden ayrılığa düşebileceklerine işaret edildiği anlaşılmaktadır. Müslümanların kendi aralarında ayrılığa düşmeleri durumunda bir yandan İslam inancında zafiyete neden olabilecekleri ve gibi diğer taraftan İslam'a inanmayan "güçlü toplumların" çıkarları nedeniyle İslam'ı zayıflatarak Müslüman toplumların ellerindeki zenginliklerine sahip olmaya çalışacakları ihtar edilmektedir. Hatta daha kötüsü olarak Müslüman olan "güçlü" toplumların bile daha zayıf olan Müslüman toplumları sömürmeye ve zenginliklerine el koyabileceklerine de işaret edilmektedir. O nedenle Müslümanların ve Müslüman toplumların bu durumu özellikle dikkate almaları ve İslam'ı "ayakta tutarak" onda "ayrılığa" düşmemeleri gerekmektedir. Bu nedenle Müslümanların bütün işlerinde ve diğer inançlara sahip insanlar ile olan ilişkilerinde Kur'an Ayetleri ile bildirilen Allah'ın uyarı, öğüt ve önerilerini kapsayan "İslam'ı" toplumdaki sosyal düzeyleri veya zenginlik durumları ne olursa olsun daima her işlerinde ön planda tutmaları, çıkarları yüzünden aralarında ayrılığa düşmemeleri ve bundan asla taviz vermemeleri gerekmektedir.
Yüce Allah, Gerçek Ortamda "halifesi" olarak yarattığı ve "bütün isimleri" öğrettiği "Akıllı" insanlara, bu ortamda yaşamaya başladıkları dönemlerden itibaren çağlar boyunca "Gerçekliğini" ve "Yaratıcılığını" anlayabilmeleri için "müjdeleyici" ve "uyarıcı" olarak "Peygamberlerini" görevlendirdiğini, ayrıca onlarla beraber anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için doğru yolu (hak yolu) gösteren kitapları da gönderdiğini açıklamaktadır. Ancak kendilerine kitap verilenlerin, kendilerine böylece apaçık "deliller" geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan ötürü Allah'ın "Gerçekliği" ve "Yaratıcılığı" ile ilgili ilettiklerinde (Dinde) anlaşmazlığa düştükleri belirtilmekte ve bunun üzerine Allah'ın iman edenlere "son uyarıcı" olarak Hz.Muhammed'i görevlendirip ona "Gerçekliği" ve "Yaratıcılığı" ile ilgili "delillerin" yer aldığı kitabı (Kur'anı) vahiy ettiği ve böylece "üzerinde ihtilafa düştükleri" gerçekleri bütün insanlara gösterdiği açık ve kesin bir şekilde bildirilmektedir. Buna göre “Akıllarını Kullanarak” Allah'a inananların, Allah'ın "Doğru Yola" iletmeyi "dilediklerinin" arasına oldukları açıklanmaktadır.
Ayrıca önceki bütün Peygamberlere de temiz olan şeylerden yemelerini, güzel işler yapmalarını, Allah'ın insanların yaptıklarını tam ve doğru olarak (hakkıyla) bildiğini unutmamalarının, aslında bütün insanların ve peygamberlerin önderlik ettiği toplulukların "Allah'a Ait" ve bir tek "Ümmet" olduklarının, Allah'ın da onların tek "ilahı" olduğunun (Rab) toplumlarına iletmelerini bildirildiği açıklanmaktadır. Ancak bütün bu uyarı, öğüt ve önerilere rağmen insanların bunlara aldırmadıkları, kendi fikir ve davranışları ile övünerek "kibirlendikleri", gruplara ayrılarak kendi aralarındaki işlerini parça parça böldükleri, her gurubun kendi fikir ve davranışları ile sevinerek böbürlendikleri bildirilmektedir.
"Ey Peygamberler! Temiz olan şeylerden yeyin; güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim." (74/51), (23/51)
"Şüphesiz bu bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir; ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise benden sakının". (74/52), (23/52)
Ne var ki insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler, her gurup kendilerinde bulunan ile sevinip böbürlenmektedirler. (74/53), (23/53)
Kur'an Ayetlerinde şu anda yaşayan ve bu ortam sona erinceye kadar yaşayacak olan bütün "insanların" hepsine "tek tek" hitap edilmektedir. Ancak Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğunu açıklayan ve Ayetlerinde ayrıntıları belirtilen İslam'ın Allah'ın "bütün insanlar" için "beğendiği" ve onlardan uymalarını beklediği "Tek Din" olduğu bildirildiği dikkate alınarak insanlara kendi fikir ve davranışları ile övünerek "kibirlendikleri" böylece gruplara ayrılarak kendi aralarındaki işlerini parça parça böldükleri takdirde aralarında ayrılığa ve ihtilafa düşecekleri hatırlatılmakta ve insanlar bu duruma düşmemeleri için uyarılmaktadır.
Allah Hz.Muhammed'den önce de kendilerine "vahiy ettiği" kişilerden başkasını peygamber olarak göndermediğini bildirmekte, bu konuda kuşku duyanların (eğer bilmiyorsanız) bütün Peygamberler ile ilgili araştırmalar yaparak ve doğru bilgilere ulaşanlardan (Bilene) sorarak öğrenmelerini öğüt vermekte ve bu Kur'an'ı da "kendilerine indirileni" açıklaması için ve düşünüp anlasınlar diye insanlara iletmek üzere Hz.Muhammed'e "indirdiğini" bildirmektedir.
Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik, eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun. (70/43), (16/43)
Apaçık mucizeler ve kitaplarla İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik. (70/44), (16/44)
Buna göre de her insanın, Allah'ın kendisine verdiği "Akıl" unsurunu kullanarak "Yaratılışı" ve "Tek Yaratıcıyı" anlaması, böylece "Allah'ın Halifesi" olarak yaşadığını ve O'na teslim olmak yani "İnsan Olmak" için bu ortama gönderildiğini, "kendi kararı olarak" idrak etmesi gerekmektedir. Bu konularda yeterli bilgisi bulunmayanların "bilenlere" sormaları öğüt verilmekte ancak edindikleri bilgileri kendi "anlayışlarına" veya "çıkarlarına" göre yorumlayıp diğer insanları da bu yorumları kabul etmeye yönlendirmemeleri bildirilmekte ve böyle bir durumun İslam'da ayrılığa düşülmesine ve Din konusunda ihtilafa yol açılmasında etkili olacağı ihtar edilmektedir. Bu düşünceye sahip olanlara Allah'ın nezdinde gerçek (hak) dinin İslâm olduğuna yeniden işaret edilmektedir.
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur. (89/19), (3/19)
Kendilerine kitap verilenler ancak o açık delil kendilerine geldikten sonra ayrılığa düştüler. (100/4), (98/4)
Halbuki onlara ancak, dini yalnız O'na has kılarak ve hanîfler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur. (100/5), (98/5)
Ayette geçmişte insanların peygamberleri tarafından kendilerine açık delil olan "Kitap" verilerek İslam ile ilgili bilgi sahibi olduktan (kendilerine ilim geldikten) sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştükleri Allah'ın Ayetlerini inkâr edenlere Allah'ın hesabının çok çabuk olduğunu bilmeleri ve unutmamaları ihtar edilmektedir. Bu uyarılar ile onlara teslimiyeti (Dini) yalnız Allah'a has kılarak ve içtenlikle iman edenler (hanîfler) olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları (dua etmeleri) ve zekât vermeleri "sağlam din" olarak emredildiği açıklanmaktadır.
Bu konuda Allah'a ve Hz.Muhammed'e inanıp "iman edenlere" de özellikle uyarılar yapılmaktadır.
Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin. (89/102), (3/102)
Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve Allah'ın nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. (89/103), (3/103)
Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. (89/104), (3/104)
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır. (89/105), (3/105)
Buna göre insanlara ölüm sonrasındaki "Ahiret" ortamlarındaki yaşamlarında Allah'ın merhametine ulaşıp huzur içinde olmaları ve azap çekmemeleri için bu ortamdaki yaşamlarında kendilerine Ayetlerde belirtilen uyarı ve öğütlere uymalarının gerektiği "Allah'tan O'na yaraşır şekilde korkun" ifadeleri ile bildirilmektedir. Yüce Allah bir diğer Ayetinde de Allah'ın “yüceliği ve kudreti” ile yapmakta olduklarından “haberdar” olduğu “gerçeğini” bütün insanlara hatırlatmaktadır.
Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (101/18), (59/18)
Bu durumda bütün insanlara Allah’a karşı gelmemeleri ve yanlış yapmamaları (Allah’tan korkmaları) bildirilmekte ve İslam'a tabi olan "Müslümanlar olarak can vermeleri" öğütlenmektedir.
Yapılan bu öneri ile Müslümanların aralarında ayrılığa veya ihtilafa düşmemeleri için ellerinde bulunan ve her zaman başvuracakları çok değerli ve eşsiz bir kaynak olarak Kur'an'a işaret edilmektedir.
Ayette Müslümanların "hep birlikte" Allah'ın ipi olarak ifade edilen İslam'a ve İslam hakkındaki tüm "gerçekleri" bildiren Kur'an Ayetlerine sımsıkı yapışmaları, nefslerinin etkisi altına girerek kendi durumlarına ve çıkarlarına göre farklı yorumlar üretip farklı uygulamalar yaparak aralarında ayrılığa veya ihtilafa düşmemeleri, diğer bir ifade ile "parçalanmamaları" ihtar edilmektedir. Müslümanlar açısından bir örnek olarak Arap toplumunun önceleri birbirlerine "düşman" kabileler halinde iken Hz.Muhammed'in ilettiği Allah'ın uyarı, öğüt ve öneriler ile "birlik" oldukları, "gönüllerinin" birleştirildiği ve "kardeş" oldukları, bunun Allah'ın bir "nimeti" olduğu ve böylece mecazen "ateş çukuru" olarak belirtilen toplum barışına zarar veren "çekişme" hallerinden "kurtarıldıkları", böylece Allah'ın iman edenlere olan nimeti hatırlatılmaktadır. Bu hatırlatma ile Allah'ın Dini veya "doğru yol" olarak tanımlanan İslam'ın insanlığın geleceği açısından önemi hatırlatılmakta ve Müslümanların İslam'ın "parçalanmadan" korunmasında ne kadar etkili ve gerekli oldukları belirtilmektedir. Çünkü İslam, önceki dönemlerde peygamberlere gönderilen Allah'ın "Ayetlerini" ve bu Ayetlerin derlendiği "Kitaplarını" insanların kendi akıllarınca değiştirip tahrif etmiş olmaları karşısında, Evren ortamının sona ereceği "Kıyamet" zamanına kadar her dönemde yaşayacak olan bütün insanlara "Yaratılış" ve "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah ile ilgili "bilim ve inanç konularını" eksiksiz ve en doğru olarak açıklayan "tek kaynaktır".
Nitekim İslam'ın Allah'ın bildirdiği en üst bilgi düzeylerini içeren Kur'an Ayetlerinde insanlara bu konularda deliller ve işaretler bulunmaktadır. İnsanlara Evrenin "emirlerine verildiği" açıkça bildirilerek Evren ile ilgili tüm bilim ve inanç konularının Kur'an Ayetlerinde açıklanmış bulunduğuna işaret edilmektedir. Buna göre insanlardan bunlar üzerinde akıllarını kullanarak Evren ile ilgili tüm bilim ve inanç konularını araştırıp inceleyerek "Yaratılış" ve "Yaratan" ile ilgili "gerçeklere" ulaşması beklenmektedir.
Bu derece önem taşıyan İslam konusunda insanların aralarında ayrılığa ve ihtilafa düşmemeleri için onlardan beklendiği gibi "Akıllarını" kullanmaları ve İslam'ı bu yönüyle anlayıp "parçalanmasını" önlemeleri gerektiği özellikle "Müslümanlara" bildirilmekte ve ihtar edilmektedir. Aslında şu anda hangi dini inanışa sahip olurlarsa olsunlar "gönüllerinde" Allah'a ve Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğuna inanmış ve iman etmiş tüm insanların da İslam'ı kabul ettiklerinin farkında olmadıkları halde, "Allah'ın İpi" olarak ifade edilen İslam'a sımsıkı sarılanlar arasında oldukları söylenebilir. Onun için
Müslümanların öncelikle ve özellikle İslam'a sımsıkı sarılmaları ve aralarında ayrılığa ve ihtilafa yol açmamaları, her türlü konuları daima İslam'ın tek kaynağı olan Kur'an Ayetlerini okuyup anlayarak belirtilen "gerçekleri" bulmaya çalışmaları gerekmektedir.
Yüce Allah bu konuda insanların nefslerine "verdiği izin" ile onları Allah'ın yolundan alıkoymaya neden olacak duyguları "ekleyen" Şeytan'ın, insanları Dine (İslam’a) yönlendirmesi görevini verdiği peygamberleri üzerinde bile etkili olmayı denedikleri belirtilmektedir.
Biz, senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki, o, bir temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de katmaya kalkışmasın, ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah, kendi ayetlerini sağlam olarak yerleştirir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (103/52), (22/52)
Kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için, şeytanın kattığı şeyi bir deneme yapsın. Zalimler, gerçekten oldukça uzak bir ayrılık içindedirler. (103/53), (22/53)
Bir de kendilerine ilim verilenler, onun hakikaten Rabbin tarafından gelmiş bir gerçek olduğunu bilsinler de ona inansınlar, bu sayede kalpleri huzur ve tatmine kavuşsun. Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir. (103/54), (22/54)
Allah kıyamet gününde, ihtilaf etmekte olduğunuz konulara dair aranızda hüküm verecektir. (103/69), (22/69)
Ancak Allah Şeytanın peygamberlerin düşüncelerini etkilemesine ve onlar üzerinde "dürtülerini katmasında" neden olacak şeyi iptal ettiğini sonra da "Ayetlerini" anlamlarında kuşkuya yer bırakmadan "sağlam olarak" yerleştirdiğini bildirmektedir. Zira insanları Arş ortamında yaratan ve "Tek Yaratıcı Güç" olarak O'nu anlayıp O'na teslim olmalarını "idrak etmeleri" için bir süre yeryüzünde yaşamalarını hayal edebilecekleri ve hayal edebileceklerinin "ötesinde" olan her şeyi en doğru olarak (hakkıyla) bildiğini, onlara hükmettiğini ve tüm bunlar için gereken bilgi (hikmet) sahibi olduğunu bildirerek bu "gerçeklerin" ancak "akıllarını kullananlar" tarafından anlaşılabileceğini açıklamaktadır.
Bunun yanında insanları akıllarını kullanmakta "serbest" bıraktığına da işaret edilmektedir. Ayetlerden anlaşılabileceği gibi Allah peygamberleri üzerinde bile etkili olmaya kalkışan Şeytan'ın karar ve davranışlarında serbest bıraktığı insanlar üzerinde "nefslerindeki duyguları" kışkırtarak etkili olmasına izin verdiği, böylece kendilerine iletilen gerçekler (İslam) hakkında kuşku duyan (Kalplerinde hastalık olanlar) ve bu nedenle kalpleri katılaşanların Şeytan'ın kattığı "şeyi" bir deneyip görerek İslam'a yönelebilmesine imkân verdiği belirtilmektedir. Akıllarını kullanarak Allah'a iman etmeye yönelemeyenler Zalimler olarak tanımlanmakta ve onların gerçekten (haktan) oldukça uzak bir ayrılık içinde oldukları açıklanmaktadır. Bu durumda olanların insanlar arasında ve İslam'ı kabul eden Müslümanlar arasında ayrılığa neden olacaklarına dikkat çekilmektedir.
Öte yandan (bir de) Şeytan'ın, her konuda akıllarını kullanmakta serbest bırakılan" tüm insanlar arasında "kendilerine ilim verilenler" üzerinde de "nefslerindeki duyguları" kışkırtarak etkili olmasına izin verildiği belirtilmektedir. Böylece "İlim Sahibi" olanların Şeytani dürtüleri görebilmelerinin ve kendilerine iletilen gerçekleri (İslam'ı) açıklayan Kur'an'ın hakikaten Allah tarafından gelmiş bir "gerçek" olduğunu bilmelerinin ve ona inanmalarının mümkün olacağı ve bu sayede kalplerinin huzur ve tatmine kavuşacağı bildirilmektedir.
Yüce Allah yaptığı bu uyarılar ile aslında bütün insanlardan bilgi birikimlerini geliştirerek "ilim sahibi" olmalarını, böylece "İman Etmelerini" beklediğine işaret etmekte ve "Şüphesiz ki" iman edenleri "kesinlikle" dosdoğru bir yola yönelteceğini hatırlatmaktadır. Çünkü bu düzeye ulaşılması durumunda insanlar arasında ve İslam'a inanıp Müslüman olanlar arsında "Yaratılış" ve Tek Yaratıcı Güç" olan Allah hakkında ayrılığa veya ihtilafa düşülmesinin önlenebileceği belirtilmektedir. Aksi halde Allah insanlara "kıyamet gününde" ihtilaf etmekte oldukları konulara dair aralarında hüküm vereceğini bildirmekte ve vereceği hüküm ile neleri yanlış yaptıklarını artık çok geç olarak öğrenebileceklerine işaret etmektedir.
Nitekim Yüce Allah Hz.Muhammed'e önceki kitapları doğrulamak ve korumak üzere en son ve doğru olarak (hak olarak) indirdiği Kur'an (Kitap) ile insanlara hükmetmesini, bu "gerçeği" bırakıp ta doğru yoldan ayrılmışlara uymamasını ihtar ederek insanların Kur'an Ayetleri ile gösterilen İslam yolundan ayrılmamasını, böylece insanların İslam'da birleştirmesini ve ayrılığa veya ihtilafa düşmelerinin önlemesini ihtar etmektedir.
Sana da daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab'ı gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı fakat size verdiğinde sizi denemek için. Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeylerin O haber verecektir. (112/48), 5/48)
Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır. (112/49), 5/49)
Yüce Allah esasen önceki dönemlerde yaşamış olan toplumların her birine bildirilen "kitaplarında" onlara "doğru yolu" gösterecek olan bir yol (şeriat) verdiğini, ancak toplumların zamanla nefslerine uyarak bu yoldan bir şekilde ayrıldıklarına işaret ederek onlara verilen "gerçekler" ile ne kadar ilgi duyduklarını denemek için karar ve davranışlarında onları serbest bıraktığını açıklamakta ve "dileseydi" bütün insanları bir tek ümmet yapabileceğini bildirmektedir. Bu nedenle insanlara kendilerine doğru yol olarak bildirildiği gibi "iyi işlerde" birbirleri ile yarışmalarını, böylece aralarında ayrılığa düşmemelerini öğüt vermektedir. Çünkü bütün insanlar için ölüm sonrasında dönüşün Allah'a olacağını ve artık üzerinde ayrılığa düştükleri şeyleri haber vereceğini bildirmektedir.
Nitekim Allah'ın Hz.Muhammed'e insanların arasında Allah'ın indirdiği (Kur'an) ile hükmetmesi ve onların arzularına uymaması "talimatını" verdiği açıklanmaktadır. İnsanların Allah'ın hükmünden yüz çevirmeleri durumunda Allah'ın işledikleri günahlarının bir kısmının onların başına bela edeceğini bildirmektedir. Bu nedenle insanların birçoğunun da zaten yoldan çıkmış olmaları nedeniyle Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından saptırmamaları için "dikkat etmesini" Hz.Muhammed'den istediği açıklanmaktadır.
Buna göre İnsanlara ölüm sonrasında ne kadar boş ve önemsiz şeylerde ayrılığa düştüklerini ölüm sonrasında öğrenmelerinin hiçbir değeri olmadığı hatırlatılarak yaşarken Allah'a iman etmelerinin ve kendilerine son olarak bildirilen uyarı, öğüt ve önerileri dikkate alarak (Kur'an) aralarında ayrılık ve ihtilaflara düşmemelerinin gerektiği bildirilmektedir.
Mezhep, Tarikat, Cemaat
Yüce Allah'ın bu Evren’in sona ereceği zamana kadar yeryüzünde yaşayacak olan bütün insanlara ait “Ruhlarını” Gerçek Ortamda topladığı (Elest Toplantısı) ve Allah'ın "Tek Rab" olduğuna "şahitlik" ettikleri çok sayıdaki Ayetlerde açıklanmaktadır. Buna göre bütün insanların daha yeryüzünde yaşamalarından önce “Ruhlarında” Yüce Allah’ı tanıyıp O’na teslim oldukları böylece bu ortamda "Tek Ümmet" olarak “yaratıldıkları” bildirilmektedir.
Ancak insanların kendi fikir ve davranışları ile övünerek "kibirlendikleri" takdirde aralarında ayrılığa ve ihtilafa düşecekleri hatırlatılarak bu duruma düşmemeleri için uyarılmalarına rağmen özellikle Allah ve "Yaratıcılığı" ile ilgili olarak kendilerine bildirilen “gerçekler” hakkında (Dinde) anlaşmazlıklara düştükleri, anlayış ve uygulamalarda ayrılarak "parça parça" bölündükleri ve “mezhep” olarak tanımlanan bir takım “ana grupların” ortaya çıktığı, halen bu durumun devam etmekte olduğu tarihi bilgi ve belgelerden anlaşılmaktadır.
Nitekim önceki bölümde belirtildiği gibi, Hz.Muhammed’den önceki dönemlerde insanlara gönderilmiş olan çok sayıdaki peygamberler ve “uyarıcılar” tarafından iletilen ve genel anlamda “İslam” olarak adlandırılan “gerçeklerde” insanlar arasında ayrılığa ve ihtilafa düşüldüğü Kur’an Ayetlerinde açıklanmış bulunmaktadır.
Özellikle günümüzde insanların çok önemli bir bölümünün iman ettiği Yahudi ve Hristiyan inançlarında çeşitli “gruplaşmalar” bulunduğu ve bu gruplarda insanların bir kısmına derece, makam ve rütbeler de verildiği bilinmektedir. Yahudi inancında Allah'a ulaştıran yol olduğu ileri sürülerek haredi, halaqah, menahem, karay, sabetay, gibi tarikat veya cemaat halinde oluşturulan bu grupların bünyelerinde haham, ruhban, rabbani, kutsal, aziz gibi derece ve rütbeler (makamlar) bulunduğu, benzer şekilde Hristiyan inancında ortodoks, katolik, protestan, evangelist, babtist, mormon vs. gibi çok sayıda mezhep, tarikat veya cemaat gruplarının yapılarında papa, piskopos, papaz, kardinal, pastör, rahip, vb. gibi derece ve rütbeler (makamlar) bulunmaktadır.
Bunların dışında çok sayıdaki insanların kabul ettikleri inançlarda da önemli fikir ve uygulama farklarının oluştuğu bilinmektedir. Örneğin Budizm olarak adlandırılan inanç kapsamında uygulandığı bölgelere göre Tibet Budizmi, Hindistan Budizmi, Japon Budizmi, Orta Asya Budizmi, Çin Budizmi olarak olarak adlandırılan ve mezhep, tarikat veya cemaat niteliğinde gruplandırılan çok çeşitli farklı uygulamaların meydana geldiği görülmektedir.
Son olarak bütün insanlara “bildirilen” Kur’an Ayetlerinde bu konuya özel bir önem verilmekte ve önceki dönemlerde meydana gelen çok sayıdaki “kutuplaşmalar” ve “gruplaşmalar” hatırlatılarak Müslümanlar ve aslında bütün insanlar “uyarılmakta” ve “İslam” olarak tanımlanan “Allah’ın Dini” konusunda aralarında ayrılığa ve ihtilafa düşmemeleri gerektiği Ayetlerde hatırlatılmaktadır.
Ancak Hz.Muhammed sonrasında Müslümanlar arasında da iman ve uygulamalar açısından “görüş ayrılıkları” meydana geldiği ve mezhep, tarikat veya cemaat halinde bir takım “gruplaşmaların” ortaya çıktığı tarihi bilgi ve belgelerden anlaşılmaktadır. Bu gruplar “Şii” ve “Sünni” olarak iki ana grupta yer aldığı görülmektedir. Sonraki Dönemlerde bu iki ana grup altında çok sayıda mezhepler de ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında Sünni mezhepler Hanefi, Şafiî, Maliki ve Hanbeli olarak dört ve Şii mezhepler de Zeydiyye, İmamiyye (Caferiyye) ve İsmailiyye olarak üç “büyük” kola ayrılmış bulunmaktadır. Ancak daha sonra zaman içerisinde Sünni mezheplerde Nakşibendi, Süleymancı, Nurcu, Rufai vb. ve Şii mezheplerde Sebeiye, Beyâniyye, Mugiriyye, Harbiyye, Mansuriyye, Cenâhiyye, Nusayriyye, Hattabiyye ve Gurâbiyye gibi çok sayıda “tali” tarikat ve cemaatlerin bu iki ana grup altında faaliyet gösterdiği bilinmektedir. Sünni mezhep önderlerine şeyh, hoca, alim, kâmil, hâlis, evliya, şuheda, sıddık, gibi birtakım adlar verilmekte, Şii mezheplerde mezheplerin önderleri Hz.Muhammed’in soyundan gelen Ehl-i Beyt mensuplarından “tayin edilmekte” ve “imam” olarak tanımlanmaktadır. Bunların dışında yeryüzünde yaşayan çok sayıdaki insanların kabul ettikleri çeşitli inançlarda da önemli fikir ve uygulama farklarının oluştuğu bilinmektedir.
Önceki bölümde belirtildiği gibi, Peygamberler tarafından iletilen ve genel anlamda “İslam” olarak adlandırılan “gerçeklerde” ayrılığa ve ihtilafa düşülmemesinin gerektiği insanlara açıklanmış bulunmaktadır. Bu nedenle özellikle Hz.Muhammed tarafından tüm insanlara bildirilen Kur’an Ayetinde Yüce Allah Nuh'a İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye tavsiye ettiğini “Allah’ın Dini” olarak Hz.Muhammed’e de tavsiye ederek Müslümanlara da “Din” kıldığını onlara ve bütün insanlara “Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye öğüt verdiğini açıklamaktadır.
Müslüman toplumlarda ortaya çıkan “ana” gruplar, mezhepler, tarikatlar ve cemaatler amaçlarını “Allah'a ulaştıran yol” olarak ifade etmekle birlikte bir bölümünün "Allah'ın Vahiylerinden" edindikleri bazı bilgileri kendi çıkarlarına ve düşüncelerine göre şekillendirip kendilerine maddi veya siyasi güç kazandırmayı hedeflediği de yapılan uygulamalardan anlaşılmaktadır. Ancak Kur'an Ayetlerinde şu anda yaşayan ve bu ortam sona erinceye kadar yaşayacak olan bütün "insanların" hepsine "tek tek" hitap edilmekte ve Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğunu açıklayan ve Ayetlerinde ayrıntıları belirtilen İslam'ın Allah'ın "bütün insanlar" için "beğendiği" ve onlardan uymalarını beklediği "Tek Din" olduğu ve Allah’ın insanlardan İslam dışında bir Dini kabul etmeyeceği kesin bir dille açıklanmaktadır.
Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır. (89/85), (3/85)
Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. (112/3), (5/3)
Bu konuda Allah'a ve Hz.Muhammed'e inanıp "iman edenlere" de özellikle uyarılar yapılmaktadır.
Nitekim Kur'an Ayetlerinde görüş farklılıklarına göre insanlar arasında "gruplaşma gerektiğine” dair bir bilgi yer almamakta ancak birçok anlama gelebilecek Ayetlerin “Aklı Selim” sahibi olan “Bilge” insanlar tarafından anlaşılabileceğine işaret edilerek insanlardan devamlı olarak “bilgi edinmelerinin” beklendiğine işaret edilmektedir.
Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin. (89/102), (3/102)
Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. (89/104), (3/104)
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır. (89/105), (3/105)
Ayette Aklı Selim sahibi insanlar kast edilerek toplumu hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunması öğüt verilmektedir. Böylece Aklı Selim sahibi insanların giderek çoğalmaları ile Ayetlerin asıl amaç ve anlamlarının anlaşılacağı, sonuç olarak ta İslam’da ayrılık ve ihtilafın azalacağı bildirilmektedir.
Buna göre bütün insanlara ve özellikle de Müslümanlara kendilerine apaçık deliller geldikten sonra aralarındaki kıskançlıklar yüzünden ve çıkar ve itibar sağlamak amacı ile diğer insanlar üzerinde etki ve baskı yapıp "Dinde" anlaşmazlığa neden olarak toplumu parçalayıp ayrılığa düşürenler gibi olmamaları gerektiği ihtar edilmektedir.
Ayrıca Dini ayakta tutmaları (İslam’da “birlik” olmaları), ayrılığa düşmemeleri ve hep birlikte Allah'ın “ipine” sımsıkı yapışıp parçalanmamaları bir defa daha hatırlatılmaktadır.
"Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı; fakat kendilerini çağırdığın bu Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir. (62/13), (42/13)
Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve Allah'ın nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. (89/103), (3/103)
Bu Ayetler çerçevesinde aynı zamanla insanların bilgi birikimlerinin bu durumu “anlayabilecek” üst düzeylere ulaşmış olması nedeniyle, Hz.Muhammed ile bildirilen Kur’an Ayetleri (Allah’ın İpi) üzerinde ayrılığa ve ihtilafa düşülmemesinin gerektiği son bir “uyarı” olarak ve tüm İslam’ı kapsamak üzere bütün insanlara özellikle yeniden hatırlatılmaktadır.
Mezhep konusunda İslam Ansiklopedisinde oldukça ayrıntılı ve aydınlatıcı bilgiler yer almaktadır.
MEZHEP - TDV İslâm Ansiklopedisi
Özetle, kelime anlamı olarak mezhep, Kur’an Ayetlerinde açıklanan ve Dinin inanç ve iman esaslarına dair (aslî) veya insanlar arasındaki ilişkilere ait (fer‘î) uygulamalarla ilgili hükümlerinin dayandığı “delilleri” bularak bunlardan “hüküm çıkarıp yorumlamakta” uzman sayılan “alimlerin” ortaya koyduğu görüşler olarak tanımlanabilmektedir.
Buna göre Mezhepler, Kur'an Ayetlerinin anlaşılması ve yorumlanması ve bunlara göre bazı uygulama "kurallarının" oluşturulmasında, diğer bir ifade ile "İslam’ın" ve "Müslümanlığın" yorumlanmasında "kendine özgü" yaklaşımlarda bulunarak bu yaklaşımlar etrafında "düşünce sistemleri" oluşturmuşlardır.
Ayette “hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk” olarak belirtilen ve Müslümanlar arasında “alimler” olarak ta tanımlanan “Aklı Selim” sahibi olanların toplumdaki meselelerle ilgili olarak “kendi görüşlerini” yazdıkları (risâle) veya sözle ifade ettikleri düşüncelerinin zamanla giderek belirginleşen “farklı düşünceler” etrafında gruplaşmalara (fırka) neden olduğu görülmüştür.
Nitekim "inanç esaslarını" anlama ve yorumlama konusunda farklı yaklaşımlar nedeniyle ortaya çıkan bazı grupların kendi görüşlerine göre kurallar ve düşünce tarzı geliştirip uyguladıkları söylenebilir. Böylece ortaya çıkan bu gruplar "mezhep" olarak tanımlanmaktadır.
Bu durumda Hz.Muhammed’in “vahiy” olarak aldığı ve bizzat göstermesi ile insanlara aktardığı Kur’an Ayetlerindeki “asli” ve “fer’i” nitelikteki hüküm ve kuralların, değişik düşüncelere ve farklı kültürlere sahip olan “alimler” tarafından kendi görüş ve anlayışlarına göre yorumlanmasının “mezheplerin” oluşmasında etkili olduğu söylenebilir. Buna göre her mezhep, İslâm’ı benimseyen “Aklı Selim” sahibi “alimlerin” kendi düşüncelerine ve kültürlerine göre şekil alan fikirlerini, uygulamalarını, töre, âdet ve geleneklerinin bütününü ifade etmektedir.
Buna göre Kur’an’ın “irade serbestliği” verdiği insanlar arasında bazı görüş ayrılıklarının oluşabileceğine işaret ettiği söylenebilir. Özellikle “Müteşabih” olarak adlandırılan Ayetleri herkesin aynı şekilde anlamasının mümkün olmadığı dikkate alındığında bu tür Ayetlerin “Aklı Selim” olanlar tarafından da farklı şekillerde yorum yapmasına yol açabileceği söylenebilir. (Bu konuda Muhkem ve Müteşabih Ayetler Bölümünde ayrıca bilgi bulunmaktadır.)
Nitekim İslam’ın ilk dönemlerde “mezhep” olarak nitelendirilebilecek çok sayıda “gruplaşmaların” meydana geldiği anlaşılmaktadır. Bu konuda en önemli olan ve tüm Müslümanlar açısından sayıca en fazla takipçisi (müridi) bulunan mezheplerin “Şii” ve “Sünni” olarak iki ana grupta yer aldığı görülmektedir. Sonraki Dönemlerde yukarıda belirtilen nedenlere bağlı olarak bu iki ana grup altında çok sayıda mezhepler de ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında Sünni mezhepler Hanefi, Şafiî, Maliki ve Hanbeli olarak dört ve Şii mezhepler de Zeydiyye, İmamiyye (Caferiyye) ve İsmailiyye olarak üç “büyük” kola ayrılmış bulunmaktadır. Ancak daha sonra zaman içerisinde Sebeiye, Beyâniyye, Mugiriyye, Harbiyye, Mansuriyye, Cenâhiyye, Nusayriyye, Hattabiyye ve Gurâbiyye gibi çok sayıda “tali” mezheplerin bu iki ana grup altında faaliyet gösterdiği bilinmektedir.
Ancak toplumsal birlik ve beraberliği bozan fikir ayrılıklarına ve Ayetler ile açıklanan Dinin (İslam) asli ve temel hükümlerini ortadan kaldırabilecek veya etkisiz hale getirebilecek şekilde ihtilafa düşmemeleri gerektiği de Ayetlerde insanlara ayrıca çeşitli örnekler verilerek hatırlatılmaktadır. Bu nedenle Ayetlerde “iman esasları” ve özellikle insanlardan beklenenler ile ilgili konularda oluşacak görüş farklarının “Aklı Selim” sahibi olanların fikir alışverişlerinde bulunarak (istişare ederek) giderilerek Dinde ayrılığa düşmemesinin gerektiği ayrıca ihtar edilmektedir.
Burada Hz.Muhammed’in vefatını (633) izleyen günlerde “İlk Müslüman Toplumunun” onun yerine “halife” olarak kimin getirilmesi konusunda “ilk olarak ayrılığa” düşmesinin, 23 yıllık peygamberliği sürecinde tüm insanlara “Allah’ın Sözü” olarak ilettiği Kur’an Ayetlerinde açıklanan “İslam” açısından “şaşırtıcı” olduğu düşünülebilir. Çünkü toplumu "Yönetme" yetkisinin kullanılması ile ilgili olan bu durumun Müslümanlar arasında ilk "ihtilaf" olduğu söylenebilir.
Bu durumda Hz.Muhammed’in vefat ettiği sırada toplumun henüz iman esaslarına dair (aslî) unsurlarda ve insanlar arasındaki ilişkilere ait (fer‘î) uygulamalarla tam bir “birlik” içinde olmadıkları ve bu durumun daha ölümünün ilk günlerinde toplumun “yönetim” anlamında ayrılık yaşamasına neden olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumun “vefatı esnasında” Hz.Muhammed’in yakın çevresinde bulunan “Aklı Selim” sahibi olanların da toplumun yönetimi ile ilgili olarak aralarında henüz “bir görüş birliği” içinde olmamalarından kaynaklandığı söylenebilir.
Nitekim Hz.Muhammed’in vefatından sonraki birkaç günde, toplumun yönetiminin belirlenmesi esnasında Medine’li Müslümanlar olan “Ensar”, Hz.Muhammed’in mensubu olduğu Kureyş kabilesinin alt kolu olan bir Arap aşireti olan “Haşimiler”, Medine’ye hicret sırasında ona eşlik eden “Muhacirler” ve adaylardan hiçbirini benimsemeyip “tarafsız kalanlar” olarak dört grubun oluştuğu anlaşılmaktadır. Ortaya çıkan bu durum, Kur'an Ayetleri ile İslam’ın insanlar arasındaki ilişkileri ile ilgili olarak önerilen ve Hz.Muhammed tarafından uygulanan “istişare” yöntemi gereğince, toplumun önde gelen “Aklı Selim” insanları arasında yapılan toplantıda çözümlenmiş ve Hz.Muhammed’in en yakın “yoldaşlarından” olan Ebû Bekir yönetime (halife) seçilmiştir.
Ancak yapılan bu “seçime” rağmen özellikle Hz.Muhammed’in cenaze işleri dolayısıyla toplantıda bulunamayan Hz. Ali’nin halife seçilmesini isteyen Hâşimîler’in ilerleyen zamanda bu görüşlerinde devam ettikleri ve böylece Şii olarak tanımlanan mezhebin oluşmasında etkili oldukları belirtilmektedir.
Hz.Muhammed'in vefatından hemen sonra gelişen bu "ayrılık" hareketinin de etkisi ile, Hz.Muhammed'in vefatını izleyen Dört Halife döneminde ve sonrasında çok sayıda iç karışıklıklar ve savaşları meydana gelmiş ve ilk halife olan Ebubekir sonrasında halife olanlar suikastlar sonucu öldürülmüşlerdir.
Dört Halife ve sonrasına ait uygulamalar ile ilgili konularda İslam Ansiklopedisinde detaylı bilgiler bulunmaktadır
HULEFÂ-yi RÂŞİDÎN - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Dört Halife döneminde ve sonrasında meydana gelen olayların ve gelişmelerin, o dönemdeki Müslüman toplumu üzerinde "Güç" sahibi olma amacına yönelik olduğu ve Kur'an Ayetlerinin de bu amaca, çıkarlara ve yaşam tarzlarına yönelik olarak farklı şekillerde "yorumlamaları" nedeniyle meydana geldiği söylenebilir. Bu durumda o dönem Müslüman toplumunda gerek sahabenin ve "seçilen" halifelerin gerekse toplumun yönetiminin Peygamberin damadına verilmesi gerektiğini ileri sürenlerin, siyasi güç sahibi olmak istemeleri yüzünden, Kur'an Ayetlerini diğer Ayetler ile birlikte bir "bütün" halinde "değerlendirerek" taşıdıkları "asıl anlamlarının" ve "amaçlarının" açıkça anlaşılması olarak açıklayabileceğimiz bir faaliyette bulunmadıkları anlaşılmaktadır. Bu nedenle günümüzde de Müslüman toplumlar arasında çok önemli boyutlardaki fikir ayrılıklarının önüne geçilememekte ve bu ayrılıkların halen sürdürüldüğü görülmektedir.
Buna göre Şii hareketinin toplumun yönetiminin "emanet" edileceği kişinin belirlenmesinde ileri sürdükleri bu "farklı" yorumlamaların etkisi ile, diğer "inananlardan" ayrıldıkları anlaşılmaktadır. Böylece Müslümanlık adına toplumda iki ayrı "anlayış" ortaya çıkmış ve bu farklı anlayışta olanlar arasında baş gösteren ve Kur'an hükümleri (Nas) ve Peygamberin sünnetlerinin "yorumlanmasında" ve bunlara göre uygulanacak olan "İnanç Esaslarının" belirlenmesi konusunda "anlaşmazlık" hali o zamandan beri "artarak" süregelmiştir ve devam etmektedir.
Örneğin Sünnilere göre içtihatlar ve buna göre yapılacak uygulamalar "Sahabenin" rivayetleri üzerinden ulaşılacak fikir birliğine (icma) göre yürütülürken, Şii görüşlere göre en sağlam ve geçerli olan “rivayet yolu” olarak Hz.Muhammed'in "Soyundan" gelen “Ehl-i beyt” kanalı olduğu ve yanlış yapmayacaklarına inanılan "imamların" bildirdikleri “icmaları” esas alınmaktadır. Bu nedenle kendi görüşlerine (İmamlara) uygun olmayan Sünnî kaynaklı rivayetler uydurma veya en azından "zan" ifade eden yani rivayet derecesine ulaşmamış olan haber (âhad haber) olarak değerlendirilmekte, imamların icmalarına "aykırı" bulunmakta ve bunları delil kabul edip üzerlerine hüküm çıkarmanın "doğru" olmadığı kabul edilmektedir. Buna göre özünde "Müslüman" olan bu iki "Ana Hareket" mensuplarının, Kur'an hükümlerini ve Hz.Muhammed'in sünnetlerini "yorumladıkları" ancak farklı sonuçlara ulaşarak birbirlerinden "ayrı" görüşler ve uygulamalar oluşturdukları görülmektedir.
Böylece ortaya çıkan ayrışma nedeniyle Osman döneminin ikinci yarısından itibaren çeşitli sebeplerle siyasi kargaşa ortaya çıkmış, halife Osman’ın şehit edilmesi üzerine siyasi anlayışlara dayalı birtakım gruplar meydana gelmiş ve bu gruplar siyasi amaçlarının arkasındaki hedeflerini örtmek için Ayetlere (naslara) dayanmışlardır. Bu arada Ali’nin saflarında yer alan bir grup ilk ayrışmalar (fırka) olarak Hâricîler’in doğmasına yol açmıştır. Aynı şekilde hilâfet tartışmalarında Ali yanlısı olanlar zaman içinde hilâfetin Ali ve çocuklarının hakkı olduğu görüşü etrafında fakat ayrıntıda birbirinden ayrılan birçok “alt” fırka meydana getirmiştir.
Bu gelişmelere göre Müslümanlar arasında ilk olarak genellikle siyasi nedenlere dayalı olarak ayrışmaların ortaya çıkmasında, Ayetlerde belirtilen iman esaslarına (İslam’a) dair (aslî) veya insanlar arasındaki ilişkilere ait (fer‘î) uygulamalarda aslında insanların tam bir “birlik” içinde anlayışa sahip olmamalarının etkili olduğu anlaşılmaktadır. Zira İslam “Tek Yaratıcı Güç” olarak “Allah’ın Birliği” esasına (Tevhid) dayanmakta ve İslam’a inananların da birlik ve beraberliklerini “korumaları” bu birlikteliğin (tevhidin) bir gereği olarak kabul edilmektedir.
Öte yandan Yüce Allah bu ortamın sona ereceği "Kıyamet" zamanına kadar yaşayacak tüm insanlara ayrı ayrı hitap ederek Kur'an Ayetlerini “Akıllarını” kullanarak ve sahip oldukları "bilgi birikimleri" üzerinden değerlendirip "anlamalarını" istediği anlaşılmaktadır. Bu durumda Kur’an’ı okuyan her insan Ayetleri kendi özel bilgi birikimine göre değerlendireceğinden insan sayısınca “farklı” yorumların yapılacağına dikkat çekilerek Ayetlerin bir kısmının kesin hükümlü (Muhkem) ve bir kısmını da insanların bilgi birikimlerine göre yorumlayabilecekleri şekilde (Müteşabih) hazırladığı, ayrıca bir Ayet hükmünün ancak başka bir Ayet ile değiştirilebileceğini veya ortadan kaldırılabileceğini bunları ancak "Aklı Selim" sahiplerinin anlayabilecekleri bildirilmektedir.
Ayetlerin böylece insanlar tarafından farklı yorumlanmasının ayrıca her insanın kendi fikrinin en doğru olduğunu düşüncesine kapılacağı ve benzer görüşlere sahip olanları gruplaştırarak kendilerine iletilen “gerçeklere” iman edenler ile aralarında ayrılıklara neden olacağına da işaret edilmektedir.
Bu nedenle Müslümanlar her fırkanın kendi fikirleri ile böbürlendiğine işaret edilmekte ve dinlerinin bütünlüğünü bozup parçalayan ve çeşitli gruplara (bölüklere) ayrılmamaları için uyarılmaktadır.
Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan, her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir. (84/32), (30/32)
Yapılan bu çok önemli uyarılara uyulmaması durumunda Müslümanlar arasında ayrılıkların ve ihtilafların ortaya çıkacağı belirtilmektedir. Nitekim her mezhep kendi yaklaşımının en doğru olduğunu ileri sürmektedir. Ancak Ayetlerde "asıl unsurlar" olarak yer alan Allah ile ilgili “gerçekler” ve bazı "Muhkem" hükümler dışında yapılan yorum farklılıkları nedeniyle "İslam'ın" zarar görmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Ortaya çıkan bu olumsuz durum nedeniyle mezheplerin yönetenleri durumunda olan “İmamların” bir araya gelip Ayetler üzerinde araştırmalar yaparak ortaklaşa bir “fikir birliği” oluşturulması için gayret sarf edilmesi gerekmesine rağmen, bütün mezheplerce kendi çıkarlarını izleyerek ve elde edilecek faydaları en yüksek noktaya getirmeye çalışarak (pragmatik) bir “uzlaşma” sağlandığı görülmektedir. Buna göre her mezhebin yorum ve uygulamalarının ayrı ayrı "geçerli" olduğu kabul edilmiş bulunmaktadır. Diğer bir deyişle her mezhep mensubunun kendi mezhebinin öngördüğü hüküm ve kurallara göre yapacağı uygulamalar diğer mezheplerce de “İslam” açısından “uygun” görülmektedir.
Örneğin “Sünni” mezheplerde ilk dönemlerde Hasan-ı Basrî, Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel gibi gibi "İmamların" fikir açıkladıkları eserler verdikleri, bu görüşlere göre Hanefi, Maliki, Şafi, Hanbeli olmak üzere dört ana mezhebin bulunduğu, ancak daha sonraki zamanlarda bir kısmını İslam açısından önem taşımayan hatta hiçbir "değeri" bulunmayan çok sayıda mezhep görüşlerinin ortaya çıktığı ve bu durumun “Şii” mezheplerde de benzer şekilde çeşitli ayrışmalara neden olduğu bir gerçektir. Ülkemizde "Hanefi" mezhebi görüşleri çoğunlukla kabul edilmiş olduğundan Diyanet İşleri tarafından yapılan açıklamalarda ve İslam Ansiklopedisi gibi yayınlarda bu mezhep görüşlerine göre yorum yapılmaktadır.
İlk örnekleri böylece ortaya çıkan İslam’da ayrışmaların zamanla devam ettiği ve günümüzde daha da çeşitlenerek Müslüman toplumlarda daha çok ticari amaçlı ve parasal ve siyasi güç oluşturularak “çıkar” sağlanmasına dayalı çok sayıda alt (tali) mezhepler ile Tarikat ve Cemaat yapılaşmalarının ortaya çıktığı görülmektedir.
Bu durumun nedenleri ile ilgili olarak Muhammed Esed tefsirinde şu özet açıklama yer almaktadır.
"Ama [sizi izlediklerini söyleyen toplumlar] aralarındaki bu birliği bozup parça parça oldular; her hizip [ancak] kendi benimsediği [öğretinin dar ve katı kalıpları] içinde rahat soluk alır oldu. Lafzen, "ellerinde bulunanla hoşnutluk duyar oldular". Bu ayet ilk ağızda, şu ya da bu yoldaki muhtelif dinî gruplara, yani daha önceki vahyî tebliğlerden birini ya da ötekini benimseyen, ama zaman içinde tevhidî yoldan ayrılıp Yahudilik, Hristiyanlık gibi ayrı isimler altında hizbî bir taassup içine kapanıp katılaşan ve her biri kendi dogmalarına, kendi biçimsel, törensel uygulamalarına kıskançlıkla sarılıp diğer bütün ibadet yollarına (menâsik) karşı en küçük bir müsamaha göstermekten uzak kalan gruplara işaret etmektedir. Yukarıdaki kınama, ayrıca, bu yerleşik ve kurumlaşmış dinlerin kendi içlerinde birliği bozan hizipleşmeye de işaret etmektedir ki bu bütün ümmetler için geçerlidir ve dolayısıyla, son Peygamber Hz.Muhammed'in bugüne kadar uzanan bütün izleyicilerini de içine almakta ve onlara, çağımızda İslam dünyasının içine gömüldüğü doktriner uyuşmazlığı önceden haber veren ve bunu kınayan bir mesaj vermektedir."
Muminun suresi Muminun oku Muminun arapça türkçe (kuran.gen.tr)
Bu durum Hz.Muhammed’den önceki dönemlerde insanlara gönderilmiş olan çok sayıdaki peygamberler ve “uyarıcılar” tarafından iletilen “gerçeklerin” sonradan nasıl değişikliklere uğradığını da açıklamaktadır. Nitekim yukarıda da belirtildiği gibi özellikle günümüzde insanların çok önemli bir bölümünün iman ettiği Yahudi ve Hristiyan öğretilerinde ve geleneksel olarak halen sürdürülen çok sayıdaki diğer bütün “Dini” inanışlarda çeşitli “mezhepler” bulunduğu bilinmektedir.
Ancak Kur'an Ayetlerinde şu anda yaşayan ve bu ortam sona erinceye kadar yaşayacak olan bütün "insanların" hepsine "tek tek" hitap edilmekte ve Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğunu açıklayan ve Ayetlerinde ayrıntıları belirtilen İslam'ın Allah'ın "bütün insanlar" için "beğendiği" ve onlardan uymalarını beklediği "Tek Din" olduğu ve Allah’ın insanlardan İslam dışında bir Dini kabul etmeyeceği kesin bir dille açıklanmaktadır.
Nitekim Kur'an Ayetlerinde görüş farklılıklarına göre insanlar arasında "gruplaşma gerektiğine” dair bir bilgi yer almamakta ancak bir çok anlama gelebilecek Ayetlerin “Aklı Selim” sahibi olan “Bilge” insanlar tarafından anlaşılabileceğine işaret edilerek insanlardan devamlı olarak “bilgi edinmelerinin” beklendiği, Aklı Selim sahibi insanların böylece giderek çoğalmaları ile Ayetlerin asıl amaç ve anlamlarının anlaşılacağı, sonuç olarak ta İslam’da ayrılık ve ihtilafın azalacağı bildirilmektedir. Bu konuda Allah'a ve Hz.Muhammed'e inanıp "iman edenlere" de özellikle uyarılar yapılmaktadır.
Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin. (89/102), (3/102)
Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. (89/104), (3/104)
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır. (89/105), (3/105)
Buna göre bütün insanlara ve özellikle de Müslümanlara kendilerine apaçık deliller geldikten sonra aralarındaki kıskançlıklar yüzünden ve çıkar ve itibar sağlamak amacı ile diğer insanlar üzerinde etki ve baskı yapıp "Dinde" anlaşmazlığa neden olarak toplumu parçalayıp ayrılığa düşürenler gibi olmamaları gerektiği ihtar edilmektedir.
Bu konuda ileride Aklı Selim insanların yürütecekleri çalışma, araştırma ve derlemelerde üzerinde durulması gereken hususlar olarak Diyanet İşleri eski başkanı Prof.Dr. Ali Bardakoğlu'nun yaptığı tespit ve uyarıların da önemli olduğu söylenebilir.
1. İslam dini dünyada yaşansın diye gönderildi, ahirette değil. Yani dünyayı terk et, hiçbir şey yapma, ahirette kazanırsın mesajını vermiyor. Müslümanlar dünya-ahiret dengesini yitirdiler.
2. Biz Müslümanlığı sadece inanma ve namaz, oruç, hac gibi belli ritüelleri yerine getirme olarak algıladığımız sürece bu mahçup edici durum devam edecektir.
3. Ortadoğu toplumları barut fıçısı gibi. Birbirlerine duydukları öfkeyi mezhep, din duyarlılığı veya öteki üzerinden dile getiriyor, onlar üzerinden kimlikler şekilleniyor. Toplum olarak ayrıştığımız, artık birbirimize öfke duyduğumuz doğrudur. Bunlar sosyal birlik beraberliğimiz açısından alarm noktalarıdır.
4. Serbest pazar mantığıyla fetva arayan, müşteri memnuniyetine göre fetva verenler kapladı ortalığı. İslam âlimlerinin içinde yaşadığı hayatla ve gerçekliklerle bağı koptu. Üçüncü, beşinci asırda yazılan kitaplardaki bilgileri tekrar ederek insanlara dini anlattığımızı düşünemeyiz. 50 küsur İslam ülkesi var, paramparçayız.
5. İslam barış dinidir diyoruz ama kimseyi inandıramıyoruz, çünkü birçok yerde Müslümanlar birbirinin boğazını sıkıyor. Birbirinin Müslümanlığını beğenmez oldular, birbirini itham ve tekfir ederek sürekli camdan aşağı atmakla meşguller.
6. Her şeyin altüst olduğu, fırsat eşitliğinin olmadığı, işgaller altında umutların tükendiği, siyasal katılımın olmadığı toplumda sadece din anlatarak insanları mutlu edemeyiz.
İslam dünyası acilen bilgi, çalışma, üretme, temizlik, sosyal barış, sosyal adalet, insan hakları, kadın hakları, çevre, özgürlükler, ötekinin hakkı gibi temel konularda zihnini durultmak ve bu konularda mesafe almak zorunda. İslamiyet’te ibadet sadece kıldığımız namaz değildir. İnsanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranış ibadettir.
7. Gönlüm isterdi ki, evrensel ilâhî din olan İslam’ın günümüz uleması dünyada kanıksadığımız bunca eşitsizlik, sömürü, adaletsizlik, güçlü ve egemenin oldu bittileri karşısında hakkın sesi olsun, her türlü ayırımcılığa karşı çıksın, bizlere hepimizin Âdem’in çocukları kardeşler olduğumuzu, insan olarak eşit ve değerli olduğumuzu, insanca bir hayatın hepimizin temel hakkı olduğunu hatırlatsın.
Ama öyle olmadı ve olmuyor.
8.Bugün birçok dini cemaat birer ekonomik sektöre dönüştü. Unutmamalı, Türkiye’de dini gruplar kamusal alana sirayet etmeye başladığı, kapalı ve kayıt dışı olup kendilerine göre dini eğitim vermeye başlarsa sorun büyür, FETÖ’deki gibi. Ülke benzeri oluşumlara gebe demektir.
9. Dini cemaat ve tarikatlar siyaset, kamusal alan, yaygın din eğitimi ve ticaretten elini çekip kendi asli ve sivil hizmet alanlarına çekilmezse, kayıt dışılıktan çıkıp şeffaf ve denetlenebilir olmazsa yeni maceralar yaşamamız kaçınılmaz görünüyor.
10. Din artık melankoli ve gözyaşı olarak sunuluyor ve algılanıyor. Hazreti Muhammed’in hayatını öyle bir anlatıyorlar ki, öyle bir hayatın örnek alınması ve yaşanması mümkün değil. Bugün İslam dinini gizemli, esrarengiz bir din olarak sunanlar, asılsız kutsallıklar üretenler aslında kendi din ticaretleri için müşteri artırımı peşindeler.
11. “Din, acı, gözyaşı, melankoli ve menkıbedir” dedik.ve Ya geçmişe özlemle ya da bir kurtarıcı bekleyerek vakit geçiriyoruz. Bireyi ve birey bilincini, birey sorumluluğunu yok ettik.
12. Böyle bir dini anlayışın, çocuklarımız, torunlarımız tarafından nasıl karşılanacağından emin değilim. Artık yavaş yavaş yol ayrımına geliyoruz. Çocuklarımız, torunlarımız bunları sorguluyor, görüyor, biliyor.5
Bireyin olmadığı, kadın hakkı, insan hakkı, çevre bilinci, bilgi üretimi, sosyal adalet, hukuk, özgürlük, düşünce gibi temel değerlerin yeterince gelişmediği, sadece melankoli, sadece menkıbe, gözyaşı, ötekileştirme ve öfkenin yer aldığı bir din anlatımı İslamofobi’yi mahallemize indirecektir. Bizim çocuklarımız, torunlarımız da büyük sorular soracaktır.
13. Bizim din anlayışımız sığlaştı. Dindarlığı dar bir alana hapsettik. Müslümanlar şeklen dindarlaştıkça, dünyevileşmesi de artıyor. İslam, seccadeni ser ibadetle ömrünü geçir demiyor. Düşünce, bilgi, yararlı iş, temizlik, haklının ve mağdurun yanında olma, iyiliği destekleyip kötülüğü önleme, insanı insan olduğu için sevme hepsi ibadettir.
14. Kuran’ı Kerim ile aramız açıldı. Kuran’ı Kerim’in bize verdiği öğütlere kulak tıkadık ve kendi yanlışlarımıza kendimiz fetva vermeye başladık.
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu
ali-bardakoglu_1571f24a7c7c07.pdf
Bu bölümde yapılan açıklamalardan Hz.Muhammed tarafından bütün insanlara bildirilen İslam’ın ilk dönemlerde bazı etkenlerin sonucunda “mezhep” olarak nitelendirilebilecek çok sayıda “gruplaşmaların” meydana geldiği, bunlar arasında “Şii” ve “Sünni” olarak iki ana grupta yer aldığı, sonraki Dönemlerde bu iki ana grup altında çok sayıda alt (tali) mezheplerin de ortaya çıktığı, bunlar arasında Sünni mezheplerin Hanefi, Şafiî, Maliki ve Hanbeli olarak dört ve Şii mezheplerin de Zeydiyye, İmamiyye (Caferiyye) ve İsmailiyye olarak üç “büyük” kola ayrıldıkları anlaşılmaktadır.
Müslüman toplumlarda genellikle Allah'ın Ayetlerini ve Hz.Muhammed'in gösterip öğrettiklerini yorumlayarak Allah'a veya Hz.Muhammed'e olan imanlarını, saygılarını, sevgi ve teslimiyetlerini daha ileri düzeylere çıkarmak amacı ile mezhepler, tarikat ve cemaatler oluşturuldukları, ancak bunda aşırı giderek yeni ibadet şekilleri ve uygulamalar geliştirdikleri görülmektedir. Yüce Allah insanlara imanlarını, saygılarını, sevgi ve teslimiyetlerini daha ileri düzeylere çıkarmak amacı ile “aşırı” giderek yeni ibadet şekilleri ve hükümler geliştirmemeleri, manevi hislerini çok güçlendirmek üzere kendilerince bazı hükümler, kurallar ve uygulamalar oluşturmamaları için iman edenleri uyarmaktadır.
Ey iman edenler! Allah'ın ve Resûlünün önüne geçmeyin, Allah'tan korkun; şüphesiz Allah işitendir, bilendir. (106/1), (49/1)
Zira bu şekilde "sonuçları düşünülmeden" yapılan uygulamalar "Allah'ın ve Resulünün önüne geçmek" olarak tanımlanmakta ve imanı "daha güçlendirmek" amaçlanırken, Allah'ın bildirdiği uyarı, öğüt ve önerilerinin ve Hz.Muhammed'in gösterip öğrettikleri ile bildirilenlerin (Ayet ve sünnet) yerine bu uygulamalara daha çok önem verilmesi (önüne geçmesi) ihtimali bulunmaktadır. Zira Şeytan her konuda olduğu gibi bu konuda da müminleri her an musallat olmaktadır. Bu durum özellikle mezhep, tarikat, cemaat gibi yapılanmalarda görülebilmekte ve asıl amacın dışına çıkılarak insanların yanlış düşüncelere ve geçersiz inanışlara yönelmelerine neden olmaktadır.
Ancak daha sonraki dönemlerde ve yakın geçmiş zamanlarda da Kur’an Ayetlerinde açıklanan ve İslam’ın (Dinin) inanç ve iman esaslarına dair (aslî) veya insanlar arasındaki ilişkilere ait (fer‘î) uygulamalarla ilgili hükümlerini kendi görüş ve anlayışlarına göre düzenleyen ve sayısı bilinmeyen birçok “gruplaşmaların” ortaya çıktığı görülmektedir. Bu tür gruplaşmalar genel olarak Tarikat veya Cemaat olarak tanımlanmaktadır.
Bu çerçevede önceleri Mezhepler bünyesinde ortaya çıkan “Tarikatların” Allah inancının daha derinden hissedilmesine yönelik görüşlerini benimseyenlerin (müritlerin) sayısının artması sonucunda “Tarikat Liderlikleri” oluşturarak alt üst ilişkilerine dayalı sorumluluk ve yetkilerine göre sınıflandıran “hiyerarşik” bir yapıya dönüştükleri görülmektedir. Böylece toplumda kendilerine bir “yer” edinen Tarikatların ve Cemaatlerin genellikle mezheplerin bünyesinde olduklarını belirtmelerine rağmen, zamanla İslam’ın (Dinin) inanç ve iman esaslarına dair konularından yararlanarak aslında “maddi” konulara öncelik verdikleri ve böylece toplumda “güç” elde ettikleri yaptıkları uygulamalardan anlaşılmaktadır.
Liderler takipçilerinin (Müritlerin) giderek artan sayılara ulaşması sonucunda elde ettikleri “hükmetme gücü” ile önce ekonomik ve ticari ilişkilerini geliştirip “daha güçlü” ekonomik yapıları oluşturmuşlar ve buna bağlı olarak “siyasi” ortamlarda da etkinlik sağlayıp toplumda “saygınlık” kazanmışlardır. Toplum üzerinde etkili olan bu gücün siyasi ortamda daha fazla imkân sağladığının anlaşılması üzerine Tarikatlar “siyasi otoriteyi” belirleyen unsur olmuşlardır veya kendileri siyasi otorite haline gelmişlerdir.
Ülkemizde kurulan çok sayıdaki tarikatların da genel olarak çıkar sağlamaya ve insanlar üzerinde güç ve hakimiyet kurmaya yönelik olarak faaliyet gösterdikleri söylenebilir. Tarikatların toplumumuzda siyaset ile de iş birliği yaparak ekonomik güç odakları haline geldikleri Diyanet İşleri eski başkanı Ali Bardakoğlu'nun yaptığı bir saptamada açıkça belirtilmektedir.
"Günümüzde tarikatlar din üzerinden din ticareti yapan, din üzerinden kazanan ve dünyaya yatıran bir ekonomik geliri, siyasi manevraları önemseyen dünyevileşmenin tam göbeğinde bir oluşuma dönüşmüştür. Günümüzdeki tarikatları İslam düşüncesinin ve ahlakının temsilcisi saymak İslam'a haksızlıktır."
Sorun Menzil’in aldığı ihale mi? - Aytunç ERKİN - Köşe Yazıları – Sözcü (sozcu.com.tr)
Bu durum Yüce Allah'ın aşağıdaki Ayetleri ile çelişmektedir. Zira böylece Tarikat ve Cemaat yapılanmalarının İslam’ın (Dinin) inanç ve iman esaslarına dair (aslî) uygulamalarını "maddi çıkarları" uğruna “kullanan” Tarikat ve Cemaat “liderleri” ve bunların peşinden giden “müritleri” altından kalkamayacakları "Vebal" yüklenmektedirler.
Dinlerini parça parça edip guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir. (55/159), (6/159)
"Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı; fakat kendilerini çağırdığın bu (din), Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine (peygamber) seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir. (62/13), (42/13)
Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler, eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir (erteleme) sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi; onlardan sonra kitaba vâris kılınanlar da onun hakkında derin bir şüphe içindedirler. (62/14), (42/14)
Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. (88/46), (8/46)
Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir. (84/32), (30/32)
Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin. (89/102), (3/102)
Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. (89/103), (3/103)
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır. (89/105), (3/105)
Ayetlerde açıklananlar bütün "Müslümanlara" Yüce Yaratan'ın bütün insanlara "bildirdiği" öğüt, öneri ve uyarılarını açıklayan "gerçekleri" dikkatle inceleyerek onları anlamaya çalışmalarının ve bu ortamdaki yaşamlarında bu gerçekleri dikkate almalarının ne kadar önemli ve gerekli olduğunu göstermektedir.
Çünkü Kur'an Ayetlerinin yorumlanmasında ve buna bağlı olarak yapılacak ibadetlerin uygulamalarında mezhepler, tarikatlar veya cemaatler arasında çeşitli nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan farklılıklar, Ayetlerde amaçlanan anlamlarının insanlar tarafından anlaşılmalarını da zorlaştırmaktadır.
Burada önemli bir “ayrıntı” olarak Hz.Muhammed'in yaptığı Hac ibadeti (Sadece bir defa bu ibadeti yaptığı kabul edilmektedir) sırasında yaklaşık 125.000 kişi olduğu söylenen “Müslüman” topluluğa hitaben verdiği “Hutbede” insanlara "Sizlere iki emanet bırakıyorum" şeklinde başlayan cümlesinin Hz.Muhammed’in kendisinden “duyarak” bu hutbeye “şahit” olan her mezhepte ve bağlı tarikatlarda ayrı şekilde ifade edildiğinin ve bu durumun halen sürdürülmekte olduğunun belirtilmesi gerekmektedir.
Sünni Mezhebi:
"Ey Müminler, benden sonra küfre dönmeyin, birbirinin boynunu vuran kafirler haline gelmeyin. Size, sımsıkı sarıldığınız sürece asla hak yoldan uzaklaşmayacağınız apaçık dinî, ilmî, idari, siyasi kuralları içeren Allah'ın kitabı Kur'an'ı ve Resulünün sünnetini bıraktım. Bunlarla amel ediniz, davranışlarınıza Kur'an ve sünneti yansıtınız. Bir de soyumdan yakınlarımı, Ehl-i beytimi bıraktım."
http://www.sonpeygamber.info/veda-hutbesi-tam-metin
"Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah'ın kitabi Kur-an-ı Kerim ve Peygamberin (a.s.m) sünnetidir."
http://www.mumsema.org/cuma-hutbeleri/44496-arapca-turkce-veda-hutbesi.html
Şii Mezhebi:
"Ben, sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; onlara sarıldığınız sürece benden sonra asla sapıklığa düşmezsiniz. Onlar Allah'ın Kitab'ı ve benim itretim, Ehl-i Beyt'imdir. Bu ikisi, Kevser Havuzu üzerinde bana tekrar dönünceye kadar asla birbirlerinden ayrılmazlar. Bakın, görün Ben'den sonra onlara nasıl davranacaksınız?"
“Ben sizin aranızda iki şey bırakıyorum; onlara sarıldığınız sürece sapıklığa düşmezsiniz. Biri Allah'ın kitabı ve biri de Ehlibeyt'im-itretim-dir."
Alevi Tarikatında:
"Ahirete göçmekte hepinizden önde bulunuyorum. O (Cennette) havuz başında bana ulaştığınız zaman sizden, değerli şeyi soracağım; size iki paha biçilmez EMANET bırakıyorum. Biri ötekinden daha da büyük: Biri, Allah’ın Kitabı olan KURAN, diğeri de EHL-İ BEYTİM’dir."
"Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah'ın kitabı Kur-ân-ı Kerim ve Ehl-i beytimdir."
http://www.aleviturkler.com/index.php/styles/peygamberler/hz-muhammed/alevimisin-videolari
Görüldüğü gibi İslam bünyesinde iki ana kolu oluşturan “Sünni” ve Şii” mezhepler arasında olduğu gibi bu mezheplere “bağlı” olan diğer tarikatlar ve cemaatler arasında da önemli görüş ve uygulama farklılıkları bulunmaktadır.
Sünni mezhep, tarikat ve cemaat ehli olanlar arasında özellikle Dört Halife dönemi ve sonrasına Kur'an Ayetlerinin diğer Ayetler ile birlikte bir "bütün" halinde "değerlendirilmemeleri" yüzünden "asıl anlamlarının" ve "amaçlarının" açıkça anlaşılamaması nedeniyle Kur'an Ayetlerinin "yorumlanmasında" önemli ölçüde "farklılıkların" meydana geldiği ve bazı olumsuz olayların ve gelişmelerin yaşandığı tarihi kayıtlardan anlaşılmaktadır.
Kur'an’da belirtilen "inanç" ile ilgili konularda bu tür farklılıkların en aza indirilerek Müslümanlar arasında “anlayış” ve “uygulama” birliği sağlanması açısından Ayette "yetki sahibi kimselere" danışılması önerilmektedir.
Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar halbuki onu Resûl'e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi onların arasından işin içyüzünü anlayanlar onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz. (92/83), (4/83)
Ayette "İslâm Alimleri" olarak düşünebileceğimiz “bilgili” ve “Aklı Selim” sahibi insanların “yetki sahibi” olduklarına işaret edilmektedir. Buna göre "yetki sahibi kimselerin" her dönemde insanların “bilgi birikimleri” ve ulaşılan “yaşam koşulları” karşısında İslâm’ın ve Kur’an’ın esaslarının uygulamasında uyulması gereken bazı "kuralları" Ayetleri yorumlayarak geliştirmeye ve böylece Müslümanlar arasında "inanç ve uygulama birliği" sağlamaya “fikren yetkili” olduklarına işaret edildiği söylenebilir.
Buna göre Hz.Muhammed'in vefatından sonra "yetki sahibi kimseler" tarafından bireysel olarak Kur'an ayetlerine (Nas) ve Hz.Muhammed’in sözlerine ve yaptıklarına (Sünnetine) göre insanların bireysel ve toplumsal yaşamını düzenleyici olan "kurallar" üzerinde yorum yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu şekilde yapılan "hüküm çıkarma" faaliyeti "kişisel içtihat" olarak (içtihat-ı re'y) tanımlanmaktadır. Böylece oluşan “kişisel içtihatların” diğer "yetki sahibi kimseler" tarafından incelenip görüşülerek bütün Müslümanlarca benimsenmek üzere "fikir birliğine" vardıkları dinî hükümler oluşturulması faaliyeti de "İcma" olarak tanımlanmaktadır. Böylece belirlenen "hukuki" hükümler İslam Hukuku (Fıkıh) olarak tanımlanmakta ve Sünni Hareket Mezheplerince (Ehl-i Sünnet) Kur’an ve Sünnetten sonra "uyulması gereken" üçüncü kaynak olarak önemli bir yer tutmaktadır.
İslam Ansiklopedisinde icma ve içtihat konuları ile ilgili olarak geniş biçimde açıklama bulunmaktadır.
İCMÂ - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
içtihad - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Ancak İslam'ın ilk zamanlardan beri Kur'an Ayetlerinin ve Hz.Muhammed'in uygulamalarını (sünnetini) anlaşılması ve yorumlanması amacı ile yapılan "İçtihadlar" ve bütün Müslümanlarca benimsenmek ve uygulanmak üzere "fikir birliğine" varılmış dinî hükümler olarak "İcmalar" üzerinde, bu faaliyetleri yürüten "yetki sahibi kimseler" arasında tam bir fikir ve uygulama birliği bulunmamaktadır.
Bu durum ile ilgili bazı görüş ve incelemelerin yer aldığı bazı internet adresleri örnek olarak aşağıda belritilmektedir.
Cumhuriyet İlahiyat Dergisi » Makale » Ehl-i Sünnet Kelâmı’nda İcmâ
İslam hukukuna giriş (ankara.edu.tr)
Ders: 27026050 İslam Hukuk Metodolojisi II (ankara.edu.tr)
Doç. Dr. Ebubekir Sifil - "İCTİHÂD KAPISINI KİM AÇAR KİM KAPATIR?"
Bu kaynaklarda yer alan bilgilere göre Hz.Muhammed döneminden itibaren ilk dini hukuk bilginlerinin" bireysel olarak Kur'an ayetlerine (Nas), Hz.Muhammed’in sözlerine ve yaptıklarına (Sünnetine) göre insanın yaşamını ve toplumsal yaşamını düzenleyici olan dinsel kuralları (Şer'i Emirler) araştırarak ve onların "hukuki" hükümleri hakkında "kişisel" görüşler (içtihad-ı re'y) oluşturarak kendi hükümlerini uyguladıklarına yani "kişisel içtihad" oluşturduklarına işaret edilmektedir. Hz.Muhammed'in vefatından sonra ise onun bütün insanlara bildirmiş olduğu Kur'an Ayetleri (Nas) ile, onunla birlikte olan ve onun fikir ve uygulamalarını (Sünnetini) yakından bilenler (Sahabe) tarafından ifade edilenler dikkate alınarak yapılan "içtihad" ve "İcma" çalışmalarının bir usül çerçevesinde derlendikleri ve böylece "mezhep" olarak tanımlanan "gruplar" oluştuğu görülmektedir. Buna göre Kur'an Ayetlerinin ve Hz.Muhammed'in uygulamalarının nasıl yorumlanmalarının gerektiği ve bunlara göre "Dini" konuların nasıl uygulanacakları o zamandan beri ortaya çıkan "mezheplerin" ortaya koydukları usullere göre yürütülmektedir. Örnek olarak Müslüman toplumlarda yapılan bütün ibadetler ile ilgili kural ve uygulamalar "Sünni” mezhepler arasında oluşturulan fikir birliği (İcma) çerçevesinde yürütülmektedir. Ancak şu anda sayıca en çok takipçisi olan ve Kur'an Hükümleri ile Hz.Muhammed'in Sünnetlerini esas alan "içtihadlar" ve onlar üzerinde bazı konularda sağladıkları fikir birliği üzerinden "İcma Kuralları" oluşturan ve "Ehl-i Sünnet" olarak anılan en "önemli" dört mezhep (Hanefi, Hanbeli, Şafi, Maliki) arasında bile tam bir "birliktelik" bulunmamaktadır.
Örneğin ibadetlerin türleri, zamanları ve uygulanma esasları (farz, vacip veya sünnet olmaları) açısından, Ayetlerdeki ifadeler esas alınmasına rağmen, tam bir görüş ve uygulama birliği bulunmamakta, buna bir çözüm olarak her mezhebin uygulaması "doğru ve geçerli" olarak kabul edilmektedir.
Ehl-i Sünnet mezhepler arasındaki bu tür farklılıklar, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinde yayınlanan bir makalede incelenmektedir. (Yıl: 2015/1, Sayı: 34)
Aynı konuda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yayınları arasında bulunan "İslam Hukukuna Giriş" adlı kitapta (Prof. Joseph SCHACHT), Ehl-i Sünnet olarak tanımlanan mezheplerin bir uzlaşmaya ulaştıkları ve genel bir deyimle "İslam Prensiplerini" tamamlayıcı bir rol oynayan icma’nın bertaraf edilemeyen görüş ayrılıklarını zararsız hale getirmede başarılı olduğunu ve sonra dört mezhebin eşit şekilde icma'yı benimsedikleri açıklanmaktadır. Buna göre bu mezheplerin hepsinin de Kur'an ve Peygamber'in sünnetinde belirtilen Allah'ın iradesini "ayrı ayrı hukuki kaideler" şekline soktukları kabul edilmiş ve onların "değişik" yorumları da aynı şekilde "muteber" sayılarak içtihat metotları aynı ölçüde geçerli (meşru) görülmüştür. Yani "Ehl-i Sünnet" bir mezhebin üyesi olan bir Müslümanın inanç ve ibadet konusunda diğer bir "Ehl-iSünnet" mezhebi öğretilerine göre farklı bir uygulama yapması, her iki mezhep tarafından "geçerli" olarak kabul edilmektedir.
İslam hukukuna giriş (ankara.edu.tr)
Öte yandan, Hz.Muhammed sonrasındaki ilk dönemlerde dinsel kuralları (Şer'i Emirler) araştırarak onların "hukuki" hükümleri hakkında "kişisel" görüşler (içtihad-ı re'y) oluşturulmasının, "ehil" olmayan insanlar tarafından "şahsi çıkarlara" yönelik kural oluşturulması veya çeşitli yörelerdeki bilim insanları (yetki sahibi kimseler) arasında bir "fikir birliği" sağlanamamış olması ya da aynı konuda farklı uygulamaların önerilmesi yüzünden, yaklaşık 850-1000 yılları arasında sona erdirildiği çok sayıdaki araştırmalarda yer alan bilgilerden anlaşılmaktadır. Bu durum İslam Tarihinde "içtihat Kapısının Kapatılması" olarak yer almış bulunmakta ve halen sürdürülmektedir.
Bu konuda Doç.Dr.Ebubekir Sifil tarafından yapılan yorumda o dönemde yeterli derecede ilgisi olan herhangi bir kimse için kendi görüşüne göre dini hukuk üzerinde bu şekilde içtihada girişme kapısının "açık" olduğu ancak Hz. Peygamberden (ve sahabiden) rivayet edilerek muteber bir şekle sokulan pek çok hadisin ortaya çıkması gibi bazı olumsuzluklar nedeniyle kişisel içtihadın (serbest re'yin) zamanla sistematik içtihadın sert disiplinine tâbi tutulduğu, böylece ferdi hüküm sahası gittikçe daraltıldığı belirtilmektedir. Bununla birlikte İslam hukuk bilgin veya uzmanlarının (mütehassıslarının) hukuk problemlerini "kendi" çözüm yollarına göre halletme hakkına sahip olduklarını "asla" inkâr edilmediği ve bu "kapatılmanın" cahil kimseleri işe karıştırmamak için yapıldığı açıklanmaktadır.
Doç. Dr. Ebubekir Sifil - "İCTİHÂD KAPISINI KİM AÇAR KİM KAPATIR?"
İslam Ansiklopedisinde de içtihat kapısının kapatılmasının "Mezheplerin" ortaya çıkması ile yakından ilgili olduğuna değinilmektedir.
"Ancak mezheplerin teşekkülü ve fıkıhlarının derlenmesiyle birlikte içtihadın ilk geniş anlamının daraldığı ve mevcut derlemelerin uygulanmasından ibaret hale geldiği de bilinmektedir. Joseph Schacht’ın tespitine göre, III. (IX.) yüzyılın ortalarına kadar içtihat hususunda bir kısıtlama bulunmazken bu tarihlerden itibaren sadece önceki yetki sahibi kimselerin içtihat yetkisine sahip oldukları yönünde yaygınlaşmaya başlayan anlayış IV. (X.) yüzyılın başlarından itibaren genel bir kabule dönüşmüş ve artık bu dönemden sonra İslam hukuku bilginleri veya uzmanlarının (fakihlerin) bütün işlemleri önceki imamların tezlerini yorumlamaktan ibaret kalmıştır. Bu durum “içtihad kapısının kapanması” olarak ifade edilir"
içtihad - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Böylece yeni içtihat yapılmaması sonucunda Mezheplerin kendilerini Kur'an Hükümleri ve Sünnet konularında "uzman" olarak gördükleri, onların görüş ve yorumlarının "doğru" olduğunu ileri sürdükleri ve insanlar üzerinde bu görüşleri doğrultusunda yönlendirdikleri görülmektedir. Bu durum insanlar üzerinde "etkili olma" gücü sağladığı için bu defa da çok sayıda "mezhep" ortaya çıkmış ve toplumların "yönetim" emaneti kendilerine verilenlerin bu güçten yararlanmalarına imkân sağlamıştır.
Tüm bu tarihsel gelişmeler sonucunda günümüzde Kur’an hükümlerini (Nas) ve Hz.Muhammed'in uygulamalarını (Sünnetini) anlayarak yorumlayıp kişisel veya toplumsal "İslami" yaşam ile ilgili olarak karşılaşılan "yeni durum" veya "sorunların" çözülmesi için "uygulamalar" belirlenerek genel anlamda "inanç ve uygulama birliğinin" sağlanması konusunda "içtihat" veya "icma" olarak yeni bir faaliyet, insanların inançları üzerinde etkisi olan mezheplerden ve mezheplerin bu güçlerinden yararlanan “siyasiler” tarafından hoş görülmemektedir.
Bu konudaki yorumlarda değinilen bazı hususlar üzerinde yeniden düşünülmesi gerekmektedir. Ehl-i Sünnet olarak tanımlanan mezhepler tarafından O dönemlerde yapılmakta olan "kişisel içtihat" uygulamalarının sakıncaları olarak, Hz.Muhammed ve "sahabenin" söylediği veya uyguladığı iddia edilen ancak gerçekliği belirlenemeyen "hadislerin" ortaya çıkmasına ve "cahil" kimselerin karşılaşılan önemli konular hakkında "karar veren" durumunda olabilmelerine olanak sağladığına işaret edilmektedir. Ancak belirtilen bu "sakıncaların" kendilerini "bilgili" olarak tanımlayan insanlar için de geçerli olduğu dikkate alınmalıdır. Çünkü insan "nefsinin" her an Şeytan'ın etkisi altında olduğu Ayetlerde bildirilmektedir. Buna göre Ayette "yetki sahibi kimseler" olarak değinilen "bilgili insanların" iman esasları ve ibadetleri kapsayan Ayetlerin yorumlanmasını ve uygulama kurallarını (Şer'i Hükümleri) oluştururken, yani "içtihat ve icma" yaparken zaman içinde kişisel çıkarlar sağlamak veya toplum yönetiminde "güç" elde etmek amacı ile "insan nefsinin" etkisinde kaldıkları ve bu yüzden sonuçta "bazı konularda" tam bir fikir birliğine ulaşılamadıkları anlaşılmaktadır. Ortaya çıkan bu "farklılıklar", mezheplerin hepsinin de "içtihatları" geçerli (meşru) görülerek ve bunlara göre yapılan "değişik" yorumların Kur'an Ayetleri ve Peygamber'in sünnetinde belirtilen "Allah'ın İradesini" ayrı ayrı "hukuki kaideler" şekline sokuldukları kabul edildiği, böylece asgari düzeyde bile olsa ortaklaşa bir fikir birliğine (İcma) ulaşıldığının kabul edilmesi ile "çözüldüğü" yukarıda belirtilen yayınların incelenmesinden anlaşılmaktadır. Ancak ulaşılan bu "çözüm" ile Kur'an Ayetlerinin sadece "seçkin" kişiler tarafından yorumlanarak dini İnanç esaslarının ve uygulamalara ait kuralların bu kişilerin o dönemler için "uygun görüp" belirledikleri "davranış biçimleri" ve uygulama "şekilleri" ile sınırlı kaldığı ve sonraki dönemlerde insanların ulaştıkları "bilgi düzeyleri" çerçevesinde ortaya çıkan durumlar karşısında meydana gelen bazı çelişkili durumların çözülemediği görülmektedir.
Öte yandan, Kur'an Ayetlerinin sadece "seçkin" kişiler tarafından yorumlanarak dini İnanç esaslarının ve uygulamalara ait kuralların bu kişilerce belirlenmesi, "ezoterizm" olarak tanımlanan ve eski Yunan döneminden itibaren süregelmekte olan ve "İlahi" konuların" ancak ve sadece "belli bilgili kişilerin" yetkisinde olması olarak açıklanabilecek düşünce tarzı ile benzerlik göstermektedir. Buna göre toplumdaki insanların "inançları" ile ilgili konular daima belli ve çok sınırlı sayıdaki "bilge" insanların yetkileri dahilinde ve onların kontrolünde bulunmaktadır. Toplum üzerindeki "etkileri" nedeniyle "ezoterik" grupların toplum yöneticileri tarafından daha çok siyasi kazanç ve çıkar elde edilmesi için önemli bir "araç" olarak görüldükleri ve sıkı bir iş birliği içine çekildikleri tarihi belgelerden anlaşılabilmektedir.
Buna ilaveten "kişisel içtihat" yapanların hangi "bilgiye" göre değerlendirildikleri ve kimin "cahil" olduğuna nasıl karar verildiği açıklanmamakta fakat "içtihat" yapabilecek yetki sahibi kimselerin (müçtehid) Arapça dilini, Kur'an Ayetlerinin "yenileme" veya "değiştirme" niteliklerini, Hz.Muhammed'in sünnetlerini, icma edilen ve ihtilaflı olan konuları, kıyas yöntemlerini, örf ve adetleri, dini hükümlerle ilgili rivayetleri (Hadisleri) bilmelerinin gerektiği belirtilmekte ve bu konulara hakim olmayanlar "cahil" olarak nitelendirilmektedir. Ancak bu tanımlamaya göre "Yaratılış" ve "Tek Yaratıcı Güç" konularında bilgilere sahip olmayan yetki sahibi kimselerin de bu konularda "cahil" oldukları ileri sürülebilecektir. Bu nedenle yetki sahibi kimselerin nitelikleri olarak sayılanların yanında Ayetlerde önemli yer tutan Evrenin madde yapısının yaratılması, yaratılanların aralarındaki “mucizevi” dengelere göre varlıklarının sürdürülmesi ve sona erdirilmesi gibi “bilimsel araştırma” ilgili “bilgilere” sahip olmadan "kişisel içtihat" yapılmasının Kur'an Ayetlerinde tam olarak "amaçlanan" gerçekleri kapsamadığı söylenebilir.
Kendilerini "İslam İnancının" en "doğru" ve "tek" temsilcisi olarak gördüklerini her fırsatta açıklayan Ehl-i Sünnet mezheplerin böylece yeni içtihat veya icma uygulamalarına son verip "iman esaslarını" önceki uygulamalar üzerinden sürdürerek Ayetlerin sonraki zamanlarda "Akıllı İnsanların" ulaştığı "bilgi birikimleri" sonucunda ortaya çıkan "yaşam tarzlarını" kapsayacak nitelikte olmak üzere yeni "içtihat" ve "icma" geliştirememiş olmaları, diğer bir deyişle içtihat kapısını kapatmaları yüzünden günümüzde Allah'a "İman" ve O'nun bütün insanlara bildirdiği "gerçekler" ile ilgili olarak çok sayıda farklı görüş ve düşünceler ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Gerçekten de bugün yeryüzünde bir yandan İslam tarihinde yerini almış ve gerçekten "inanca" dayalı mezheplere inanarak "Allah Yolunda" olduklarına inananların yanında, sonradan "çıkar amacı" ile kurulan veya daha da kötüsü olarak iman esaslarını esas aldıklarını açıklamakla birlikte, İslam İnancını bastırmak hatta ortadan kaldırmak amacını güden "güçlü toplumların" etkisi altına giren ve onların telkinleri ile acımasızca "terör" faaliyetinde bile bulunan çeşitli "mezheplerin ve tarikatların" bulunduğu bir ortam mevcuttur.
Bu şekilde ortaya çıkan mezhep ve tarikatların başında bulunanların belirledikleri kurallar ve uygulamalar ile insanlara "imanlarını güçlendirmeyi" telkin ettikleri, fakat aslında onları kendi istekleri doğrultusuna yönlendirmek için Kur'an Ayetlerini ve Hz.Muhammed'in sünnetlerini "kişisel içtihat" oluşturarak değiştirdikleri bilinmektedir. Buna göre "Ehl-i Sünnet" Müslüman toplumlarında yaşayan ve "samimiyetle" iman ve ibadet edenlerin ve "İman" konusunda yeterli bilgi sahibi olamayanların bazı mezheplerin ve tarikatların bu tür uygulamaları yüzünden "Akıllarını" kullanarak Ayetleri "anlamaya" çalışmadıkları için Kur'an, Sünnet, İcma ve diğer İslami konulara gereken ilgiyi de göstermedikleri görülmektedir. Bu nedenle onların bu durumlarından yararlanmak isteyen "güçlere" engel olmadıklarını ve karşı koyamadıklarını yaşanan olaylar göstermektedir.
Bu ve benzer konularda daha fazla bilgi için aşağıda bazı görüşlere ve yorumlara ait internet bağlantıları bulunmaktadır.
“İçtihadın kapısı açıktır, ancak müçtehid yoktur….”
İçtihat / içtihad kapısı açık mıdır, kapanmış mıdır? | Sorularla İslamiyet (sorularlaislamiyet.com)
“Evet, sanal alışveriş, uçakla yolculuk ediyoruz namazlar kısaltılacak mı? Teknoloji yeni birtakım şeyler önümüze koyuyor; organ nakli, yüz nakli diyoruz, insan genetiğinin şifreleri çözülüyor, bununla ilgili problemler var, canlılar klonlanıyor fıkhımız bunlara ne diyor? Bu ve benzeri teknolojinin getirdiği, ortaya attığı meseleler var, bu meselelerin çözümü lazım. Benim şahsi kanaatim müstakil içtihad iddiasına gerek olmadan mevcut mezhep müktesebatı içerisinde çözülebilecek meseleler.İşin asıl özüne geldiğimizde, mevcut yapıyı işlettiniz de nerede tıkandı ki yeni bir içtihad istiyorsunuz… Yeni bir içtihaddan korkuyor muyuz? Hayır, korkmuyoruz. Ben içtihad ediyorum diyen insan onun vebalini üstlenir, sorumlusu odur, hesabını Allah’a o verecektir. İçtihad etsin… Ama bunu yaparak bu ümmetin mazisiyle aidiyetleriyle ilişkisini, irtibatını zedelemeyelim.
Tarih içinde yeni içtihad iddiasında olanlar var. Mesela diyelim ki İmam Suyûtî “Et-Tahaddüs bi’Nimetullah” isimli bir kitap yazmış. “Allah bana içtihad mertebesi nasip etti, bu bir sorumluluktur, ben bunun gereğini yerine getirmek zorundayım, ben içtihad edeceğim.” demiş. Fakat bunu yaparken ne mevcut mezheplere dil uzatmış ne de mevcut birikime karşı kusur etmiş. “Ben sorumluluğumun gereğini yerine getiriyorum.” diyor. “Benden önce bu binaya hizmet etmiş çok mübarek insanlar var, onlara saygımız sonsuz, hâlâ onlardan istifade ediyoruz ama Allah bana bir nimet nasip etti, ben kimseyi taklit etmeden içtihad edebilirim.” Böyle deseler bunu da bir yere kadar kaldırabiliriz ama böyle demiyorlar. “Bizden öncekileri kaldırın atın, bunların dönemi bitti, bunları çöpe atın, şimdi biz yeni şeyler söyleyelim…” İşte bu olmadı! Neden olmadı? Çünkü bu doğru bir okuma biçimi değil, bu Müslümanca değil. Bu bakış açısı tarihi, zamanı, insanlığı, bıçakla keser gibi bir eşiğin öncesi ve sonrası diye ayırmak ve böyle takdim etmek Müslümanlara mahsus bir okuma biçimi değil. Bu, gayri müslimlere, münhasıran Protestanlık sürecinden geçmiş modern batılı insana ait bir bakış açısı. İtirazımız bunadır. Böyle bir arızaya yol açılmadığı sürece bir insan “Ben içtihad edebiliyorum.” derse etsin, meselemiz o değil.
Bu, (Kişisel içtihad) mevcut usûl kitapları içerisinde tartışılmış. Bu caizdir diyenler var; caiz değildir diyenler var. Caizdir diyenlerin yanında yer almakta bir sakınca yok. Bugün bir insan tek başına bir Ebu Hanife (rahimehullah) seviyesine ulaşamıyorsa zorlamanın da bir anlamı yok. Konuyla ilgili ehil, müstakîm insanlar bir araya gelir, her biri meseleye farklı bir açıdan bakar, ortak bir akıl oluşur ve bu ortak içtihad ümmetin problemlerini çözer. İçtihad dediğimiz gene fetvadır, tercihtir, tahricdir, temyizdir, bunun altını çizelim. Öbür türlüsü de olur, ona da teorik olarak itiraz etmeyiz. Gerçekten ehil insanlar olur, ortaya kolektif bir usûl-i fıkıh koyarlar, orijinal bir usûl-i fıkıh koyarlar, “Biz orijinal bir çalışma yaptık, mevcut usûl-i fıkıhların hiç birine benzemiyor, gerekçelerimiz şunlardır…” derler, o zaman tartışılır, rüştünü ispat etmiş bir şey ise ‘tamam’ denir; siz de buyurun içtihad edin, itiraz olmaz. Ama tekraren söyleyeyim; ister ferdî olsun, ister kolektif olsun günümüzde ihtiyaç duyduğumuz şey mutlak içtihad değil, mutlak müçtehid değil, mevcut yapıyı çalıştıracak ehil insanlar…”
İslam’ın Ana Gövdesi Ehl-i Sünnet / Dr. Ebubekir Sifil | feyzdergisi
“Mezhep imamları öyle bir konuma getirilmiştir ki; sahip oldukları yetkiyle diledikleri gibi bazı hükümleri iptal etmiş, diledikleri gibi bazı hükümler getirmiş, kişisel yorumlarını genelleştirmiş, kendi kabullerine uygun hadisleri benimseyip çelişenleri dikkate almamış, Kuran’a ya da hadise dayandıramadıkları konularda ise içtihad ederek Kuran’ın otoritesinin de üzerine çıkmış ve Kuran’daki hükümlerden kat kat fazla hacimde sünnetler, farzlar, vacipler, helaller, haramlar ilan etmişlerdir. Kuran’ın otoritesi dışında oluşturulan bu mezheplere Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli, Caferi adları verilmiş, bu mezheplere uyan mukallitler (mezhep taklitçileri) ise mezheplerinin adlarıyla anılmışlardır. Oysa dinde bölünme değil bölünmeme marifettir
Mezhep imamlarının, olaylardan çıkarttıkları sonuçlar ve görüşleri “rey”, “kıyas”, “içtihad” ve “fetva” gibi isimlerle dinin bir parçası haline getirilmiştir.
Yeni gelişen olaylarda ise bu mezheplerin bağlıları olan sonraki devir imamlarının verdiği fetvalar, yaptıkları içtihadlar da sonradan dine eklenmiştir. Örneğin kolonya çıkınca, “necis” (pis) olup kullanılamayacağı, üstümüze dökülürse namaz kılınamayacağı; televizyonun seyredilmesi ile ilgili farklı fetvalar; sigaraya hem helal, hem haram, hem mekruh diyen ayrı içtihadlar; sonradan ortaya 161 MEZHEPLER çıkan durumlara karşı ileriki dönem mezhep imamlarınca yapılan yorumların, nasıl dine ilave edildiklerinin örneklerindendir.”
Uydurulan Din ve Kuran'daki Din (kurandakidin.com)
Mezheplerin durumu hakkında son zamanda yayınlanmış olan kitap ile ilgili olarak yapılan bir yorumda da bu durum özetlenmekte ve "içtihat" uygulamalarının devam etmesinin ne derece yararlı ve gerekli olduğuna işaret edilmektedir.
murat erdin | edebiyathaber.net
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından yayımlanan araştırmaya göre Hz.Muhammed'in aldığı "vahiylerde" İslâm dininin temel kaideleri ve inanılması "zaruri" olan hükümlerinin (Akaid) başlıca üç "esas" üzerine dayandığı belirtilmektedir. İslam Dininin "temelleri" olan bu "esaslara" göre, bütün insanların (1) Allah'ın "gerçek" ve "tüm yaratılışın kaynağı" olduğuna (varlığına) aynı zamanda Allah'ın "Tek" olduğuna ve O'ndan başka bir şeye (Putlara) tapınılmaması gerektiğine, (2) Peygamberlerini ve "son peygamber" olarak Hz.Muhammed'i insanları Allah'ın yolu olan doğru yola (hak yola) ulaştırmak üzere "görevlendirdiğine" ve (3) insanların ölüm sonrasında (Ahiret) yeniden "diriltilerek" yeni bir hayata başlayacaklarına, Allah'a inananların ödüllendirileceklerine ve inkar edenlerin cezalandırılacaklarına inanmaları gerekmektedir.
İslam mezhepleri tarihi (ankara.edu.tr)
Ayrıca bir süre Türkiye Diyanet Vakfı yöneticiliği yapmış olan eğitimci yazar Ayşe Sucu'nun yazıları özellikle üzerinde durulması gerekecek niteliktedir.
Türk İslam’ı Arap İslam’ı farkı (sozcu.com.tr)
İslamlaştırılan Arap geleneği - Ayşe Sucu - Köşe Yazıları – Sözcü (sozcu.com.tr)
Din üzerinden siyasetin kökenleri - Ayşe Sucu - Köşe Yazıları – Sözcü (sozcu.com.tr)
Müslümanlık Araplaşmak değildir - Ayşe Sucu - Köşe Yazıları – Sözcü (sozcu.com.tr)
Aklın yok sayıldığı yerde din de yoktur - Ayşe Sucu - Köşe Yazıları – Sözcü (sozcu.com.tr)
Kur’an mana mıdır, lafız mıdır? - Ayşe Sucu - Köşe Yazıları – Sözcü (sozcu.com.tr)
İşin fıtratı ölüme mahkûm edilemez (2) - Ayşe Sucu - Köşe Yazıları – Sözcü (sozcu.com.tr)
Bu gerçekler dikkate alındığında Müslüman toplumların varlıklarını ve değerlerini korumak için İslam’a her türlü zararlı etkileri olabilecek “nefsani” akım ve girişimlerden etkilenmeden sadece “Tek Yaratıcı Güç” olan Allah’a “İman” ve insanlara ilettiği gerçeklere olan “İnanç” esasları çerçevesinde araştırmalara yönelmelerine ihtiyaç bulunduğu anlaşılmaktadır.
Bu amaca ulaşılabilmesi için Müslüman toplumlarda “Aklı Selim” bilim insanlarının Kur’an Ayetleri ile (naslarla) bağlantılı olarak araştırmalar ve çalışmalar yaparak İslam ile ilgili konularda yaşanan bütün sorunları çözecek “tezler” üretmeleri gerekmektedir. Böylece İslam’ı “Akaid” dışında ve daha çok “nefsani çıkarları” gözeten kural ve koşullara bağlayarak İslam’ın temel ilke ve hükümlerinin dışında “kalıplaştırılmış” hükümler oluşturan mezhep gruplarının ve diğer çok sayıdaki Tarikat ve Cemaat yapılaşmalarının etkisiz hale getirilmesi mümkün olabilecektir.
İman, Din ve İbadet ile ilgili olarak Müslüman toplumların bugün Yüce Allah’ın dini (İslam’ı) parçalamayın ve birlik olun öneri ve ihtarlarının hangi mezhep, tarikat veya cemaat mensubu olurlarsa olsunlar bütün Müslümanlar tarafından her an üzerinde durmaları, düşünmeleri ve Ayetlerde istenen ve İslam olarak açıklanan gerçekler üzerinde “birliğin” sağlanmasına çalışmaları gerekmektedir.
Ayetlerde açıklanan ve Allah’ın “İslam” olarak adlandırdığı iman ve inanç birliğinin sağlanması “bütün insanların”, özellikle de bütün insanlara bu gerçekleri ileten Hz.Muhammed’e inanıp iman eden Müslümanların en önde gelen ve en önemli görevleri olduğunu bir an bile unutmamaları gerekmektedir. Buna göre “Bütün İnsanlar” ve “Müslümanlar” onlardan beklendiği gibi “İslam Birliğini” sağlamak durumundadır. Zira bu “birlik” sağlanamadığı sürece bütün Müslüman toplumlar Dünya kaynaklarına sahip olan ve kullanan zengin ve maddi olarak güçlü grupların ve toplumların isteklerine “bağlı” ve “bağımlı” olmaktan kurtulamayacaklardır.
Hadisler
Hz.Muhammed'in aldığı vahiyleri insanlara iletmekte olduğu dönemde Hz.Muhammed ile yaşamış olanlar (sahabi) tarafından söylendikleri ileri sürülen (rivayet edilen) ve yaşadığı dönemde çevresindekiler tarafından sorulan sorular veya karşılaşılan durumlar ya da anlaşmazlıklar nedeniyle kendisine baş vurulduğunda Ayetler çerçevesinde onlara verdiği cevap veya yaptığı uyarı veya öğütlerin ve ayrıca ibadetlerin uygulanması ve öğretilmesini de kapsayan "Açıklamaların", toplumdaki bazı uygulamalar olaylar ile olarak bizzat "yaptığı" ileri sürülen iş ve eylemlerin tamamı "hadis" olarak tanımlanmaktadır.
İslam Ansiklopedisinde Hadis, özet olarak Hz.Muhammed'in sözleri, fiilleri ve onayladıklarını bildiren haberler olarak tanımlanmaktadır.
"...sahâbe devrinde ve daha sonraki dönemlerde bu kelime, Resûl-i Ekrem’in sözleriyle onun fiillerini ve tasviplerini bildiren haberler anlamında kullanılmıştır."
HADİS - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Bu anlamda Kur'an’da yer alan “ibadetlerin” ancak nasıl yapılacaklarının, usul ve uygulama yöntemlerinin belirtilmediği veya tarif edilmediği ve bu hususları insanlara Hz.Muhammed’in “uygulayarak” gösterdiği tartışılmaz bir gerçektir. Örneğin Hz.Muhammed Hicret (622) olayından sonra ölümüne kadar olan 11 yıllık sürede Kur’an’da “Salât” olarak geçen ve bizim “Namaz” olarak adlandırdığımız ibadetin nasıl yapılacağını bizzat kendisi "İmam" olarak göstermiştir. Aynı şekilde Ayetlerde açıklanan hac ibadetinin nasıl yürütüleceğini de bizzat uygulayarak göstermiştir. Oruç ve diğer mali ibadetlerin yapılmasında da örnek olmuş ve hepsini insanlara göstererek yerine getirmiştir.
Bu nedenle ibadetlerin Hz.Muhammed tarafından "Gösterildiği ve Öğretildiği" şekle "Uygun" olarak yapılmalarının en kesin ve önemli "Hadisler" olarak değerlendirilmeleri gerekmektedir.
Ayrıca ibadetlerin uygulanması ve öğretilmesi aşamalarında yaptığı "Açıklamalar" İle "Kendisine" iletilen sorunlar üzerine söylemiş olduğu sözler de bu açıdan çok önem taşımaktadır ve inançlı bir Müslümanın bu öğüt ve önerileri yaşamında dikkate alması gerekir. Çünkü Hz.Muhammed’in bu şekilde yapmış olduğu açıklamalar aynı zamanda tüm insanlara iletmekte olduğu "Kur'an Ayetlerinin" en yetkili kişiden yapılmış olan "Yorumları" niteliğindedir ve bu anlamda “Hadis” olarak tanımlanmaktadır.
Görüldüğü gibi Hadisler aslında her türlü olumsuz, fuzuli veya gerçek olmayan sözleri söylemekten veya bu tür davranışlarda bulunmaktan uzak "Çok Seçkin ve En Doğru" bir kişilik olarak Kur’an Ayetlerini insanlara ileten Peygamberimizin tamamı kendisine vahiy edilen Kur’an Ayetlerine bağlı olarak söylediklerini, uyguladıklarını, yaptığı uyarıları ve verdiği öğütleri, ayrıca ibadetlerin öğretilmesini kapsamaktadır.
Hz.Muhammed’den sonraki dönemlerde “sahabe” tarafından Hz.Muhammed’in sözlerinin ve bazı konularla ilgili davranışlarının (Hadis) toplum arasında yayıldığı anlaşılmaktadır. Böylece ya kendisinin “duyduğunu” veya “gördüğünü” belirterek ya da Hz.Muhammed’den “duyduğunu” veya “gördüğünü” ifade edenlerden “rivayet” olarak çok sayıda Hz.Muhammed’in sözlerinin ve davranışlarının insanlara iletildiği bilinmektedir.
Öte yandan Hz.Muhammed’in insanlara Ayetlerden ayrı olarak söylediklerinin yakın çevresinde bulunan “sahabe” tarafından “yazılmasına” izin vermediği yine bu şekilde rivayet edilenlerden “yazılmış” olan “hadislerde” belirtilmektedir.
“Benden Kuran dışında hiçbir şey yazmayın. Kim benden Kuran dışında bir şey yazmışsa imha etsin.”
(Müslim, Sahihi Müslim, Kitab-ı Zühd; Hanbel, Müsned, 3/12, 21, 33)
“Sahabe Allah’ın elçisinden sözlerini yazmak için izin istediler. Ancak onlara izin verilmedi.”
(Darimi, es-Sünen)
“Biz hadis yazarken Hz. Peygamber yanımıza geldi ve ‘Yazdığınız şey nedir?’ dedi. ‘Senden işittiğimiz sözler’ dedik. Hz. Peygamber; ‘Allah’ın kitabından başka kitap mı istiyorsunuz? Sizden evvelki milletler Allah’ın kitabı yanında başka kitaplar yazdıkları için yoldan çıktılar.’ dedi”
(El Hatib, Takyid) Tirmizi’den
“Allah elçisinden sözlerini yazmak için izin istedik, bize izin vermedi.”
(Tirmizi, es-Sünen, K.İlm)
Buna rağmen halen Müslüman toplumlarda ne kadarının “gerçekten” Hz.Muhammed’in söylediği belli olmayan çok sayıda “Hadis” bulunmaktadır.
Zamanımızda Müslüman toplumlarında bir takım mezhep, tarikat veya cemaatler tarafından insanların "Dini inançlarından yararlanıp" toplumda hakimiyet kurulmasına, maddi çıkarlar veya diğer amaçların sağlanmasına hatta yönetimin ele geçirilmesine yönelik olarak bazı Ayetlerin seçilerek “amaca uygun” yorumlar yapıldığı ve kurallar oluşturularak insanlara dayatıldığı görülmektedir.
Böylece Kur'an Ayetlerinin birbirleri ile olan ilişkileri dikkate alınmadan oluşturularak yapılan yorumlara ve kurallara dayanarak bu tür uygulamaların yapılmamasının gerektiği öncelikle “Kur'an Ayetlerinde” yer almasına rağmen, insanların Kur'an’ı doğrudan okuyup anlamaya çalışmaları yerine “Din” konusunda kendilerini "Uzman-Yetkili" sayan fakat yeterli “bilgi birikimine” sahip olmayanların, daha kötüsü bilerek ya da bilmeyerek bazı çıkar unsurlarına hizmet edenlerin öğretilerini “sorgusuz sualsiz” olarak kabul etmeleri nedeniyle, Hz.Muhammed’den sonraki dönemlerde başlayan bu tür insanların dini inançlarından yararlanarak yapılan bazı uygulamalar halen birçok Müslüman toplumlarda sürdürülmektedir.
Bu uygulamaların insanlar tarafından kolayca kabul edilmelerini sağlamak üzere, en etkili ve kolay yöntem olarak Hz.Muhammed’in "Sözleri" ve "Yaptıkları İşlemler" yani "Hadisler" örnek gösterilmektedir. Bu nedenle dini bir kimliği bulunan bir kişinin çıkıp “Hz.Muhammed şu konuda şunları söylemiştir" dediğinde, bu konularda yeterli veya hiçbir bilgisi olmayan insanlar Yüce Peygamberimize olan sonsuz sevgileri ve itaatleri nedeniyle bu söylenenleri hiç tereddüt etmeden doğru kabul edip söyleyen kişiye inanmaktadırlar.
Örneğin bazı mezhep, tarikat veya cemaat mensuplarınca yapılan öğütlerde (vaazda) İslam’ı sadece Kur'an’da aramanın Din açısından uygun olmadığı "Kur'an Müslümanlığı Yoktur" şeklinde açıklanmakta ve Hz.Muhammed'in hadislerinin dışlanması halinde Dinin (İslam’ın) kalmayacağını ileri sürülerek “tüm hadislerin” gerçek (Sahih) ve "Uyulması Gereken Kurallar" oldukları ifade edilmekte ve örnek olarak namazın ve diğer bazı ibadetlerin nasıl yapılacaklarının Kur'an’da bulunmadığı ve bunları insanlara Hz.Muhammed’in bizzat gösterdiği belirtilmektedir.
Bu durumda hadislerin "doğru" veya "gerçeklere" dayanmış olmaları, kendilerine "Rivayet" olarak iletilen "hadisleri" yazan kişilerin "kişisel inançları" ve niyetlerindeki "samimiyete" doğrudan bağlı olduğu görülmektedir. Nitekim, bu "Rivayetleri" derleyen ve yazan kişilerin hadisleri genel olarak aşırı derecede ayrıntılı ve inanılması imkânsız hayali olaylar şeklinde yazdıkları mevcut hadis kitaplarından anlaşılmaktadır. Örneğin, Hz.Muhammed'in “İsra” olayından sonra "Sahabeye" anlattığı ifade edilen "İzlenimlerini" betimleyen hadisler bu konuda ne kadar ileri gidilebileceğini göstermektedir.
Buna göre bir anlamda Ayetlerin açıklamaları oldukları düşünülen söz konusu "Rivayetlerin" hadis derleyicilerinin bu şekilde ve kendi anlayışlarına göre yazmaya nasıl "Yetkili" oldukları açıklanması gereken bir sorun olmaktadır. Çünkü bu hadisleri yazanlar Kur'an’da belirtilmeyen bazı konularda kendilerini bu konuları "Açıklayabilecek" insanlar olarak görmektedirler ve bu durum Kur'an’ın bazı Ayetlerinin anlaşılabilmesi için bu "Hadisçiler" tarafından yazılan hadislere ihtiyaç olduğuna insanların inandırılması gayretinde olduklarını göstermektedir. Aslında Kur'an’ın Ayetlerinin anlaşılabilmesi için böyle kendilerini yetkili kılan insanların ortaya attıkları açıklamalara ihtiyaç bulunmamaktadır. Zira Kur'an Ayetleri aklını kullanan insanlar tarafından ne derecede "yetkin" oldukları bilinmeyen kişilerin kişisel görüşlerine dayanan ek ve abartılı "Telkinlerine" ihtiyaç olmadan "Anlaşılabilir" niteliktedir. Bunun için aynı konulardaki Ayetlerin tamamının bir araya getirilerek okunması yeterli olacaktır.
Öte yandan söz konusu hadislerin neden Hz.Muhammed'in vefatından 200 yıl sonra ortaya çıkan ve bunlardan altısının önemli oldukları belirtilen "Hadis Yazarları" tarafından "Birdenbire" hatırlanarak "kitap" halinde derlenerek yazıldıkları ve neden bunlardan sonra hiç kimsenin yeni hadis kitapları "Yazmadıkları" üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
Bu durumda, herhangi bir yanlış veya eksik anlamaya yol açılmaması için Ayetlerin bir "bütün" halinde değerlendirilmesi ve özellikle bir konuda bir Ayette belirtilen "hükmün" diğer Ayette veya Ayetlerde "birbirlerini tamamlayan" nitelikte yer alan hükümler ile birlikte dikkate alınması gerekmektedir. Ayrıca halen kullanılan "Hadislerin" mutlaka bu konuda bilgi ve “Aklı Selim” sahibi olan "uzman bilim insanları" tarafından bir hataya meydan vermeyecek şekilde ve Kur'an Ayetleri çerçevesinde "Yeniden" incelenmelerinin gerektiği son derece önem taşımaktadır. Zira Hz.Muhammed'in yanında (Sahabe) olduğundan başka bir "delil" bulunmayan herhangi bir kişinin tam olarak "hatırlamamasına" ve içeriği konusunda bilgi sahibi olmamasına rağmen, Hz.Muhammed tarafından söylendiğine "şahit" olduğunu ileri sürdüğü bir hükmün doğruluğunun kanıtlanması tam olarak mümkün olmamaktadır. Bu nedenle söz konusu "söylentilerin" iyi niyetli olmayanlarca ve özellikle daha sonraki İslam toplumlarının bazı "yöneticileri" tarafından kendi "çıkarları" için kullanıldığı, hatta bu çıkarları için bazı hükümlerin Hz.Muhammed'e atfedilerek "hadis" oldukları belirtilip "uydurulduğu" bilinmektedir. Bu durumda olanların Allah ve Resûlüne karşı geldikleri ve apaçık bir sapıklığa düşmüş oldukları Ayetlerde açıkça bildirilmektedir.
Allah ve Resûlü bir konu hakkında hüküm verince, inanmış bir erkek ve kadının kendiliklerinden seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. (90/36), (33/36)
Yüce Allah, Ayetlerine ve Hz.Muhammed'e (Resûlüne) karşı gelindiği takdirde apaçık bir "sapıklığa" düşüleceğini bildirilerek bütün insanları ve özellikle "iman etmiş" olanları "uyarmakta" ve Akıllarını kullanarak doğruluktan ayrılmamaları gerektiğine dair "ihtarda" bulunmaktadır.
Bu konuda ilahiyatçı yazar Ayşe Sucu, hadislerin çok büyük bir bölümünün eski İslam bilginlerince uydurulduğunu, Buhari ve Müslim'in topladıkları yüzbinlerce hadis arasından sadece birkaç binini seçtiklerini ifade eden Prof. Dr. Fazlur Rahman'a atıfta bulunarak, hadislerin İslâm toplumunun (ümmetinin) durumuna yıllarca bir süreklilik ve istikrar kazandırdığını, ancak bu istikrarın orta çağın sonraki devirlerinde yeni bir yaratıcılık ve orijinallikten yoksunluk pahasına, hatta insanları dinden soğutma pahasına "muhafaza" edildiğine işaret etmektedir.
Ayrıca yukarıda belirtildiği gibi Hz.Muhammed'in hadis yazılımını yasakladığına, Ebubekir ve Ömer’in de hilafetleri sırasında hadisleri imha ettirdiklerini açıklamaktadır.
"Hz. Peygamber, sözlerinin Kur'an ayetleri ile karışmasını istemediği için hadis yazımını yasaklamıştır. Daha sonra izin verdiği konusunda muhtelif rivayetler olsa da bu da tartışmalıdır; bunun diplomatik yazışmalarla karıştırıldığı söylenir. Sahabenin ileri gelenleri hadis nakletme konusunda hassas davranmışlardır. Örneğin “Hz. Ebu Bekir'in derleyip yazdığı 500 hadisi yakması, rivayet sırasında bir hata yapılmış olabileceği endişesinden kaynaklanmıştır. Keza hadislerin yazılmasını düşünen Hz. Ömer'in, ileri gelen sahabe ile bir ay boyunca istişare ettikten sonra bu düşüncesinden vazgeçmesi” de dikkat çekicidir. (Diyanet İslam Ansiklopedisi) Hz. Ömer halifeliği döneminde bütün şehirlere bir genelge gönderir ve şu talimatı verir: “Elinde hadis türünden bir şey olan herkes elindekini imha etsin.” Bu hassasiyet sonraki yıllarda kaybolmuştur. "
İnsan Tanrı’dan ziyade mucizeler arar - Ayşe Sucu - Köşe Yazıları – Sözcü (sozcu.com.tr)
Bu anlamda İslam kaynaklarında yaklaşık olarak 600.000 hadis bulunduğu rivayet edilmektedir. Örneğin en önemli hadis kaynağı olarak gösterilen İmam Buhari'nin 600.000’den fazla hadis-i şerifi senetleriyle (delilleri) birlikte ezbere bilen bir âlim olduğu ifade edilmektedir.
http://imambuhari.kimdirkimdir.com/
Hadis sayısının bu derece fazla olması nedeniyle "Gerçeklikleri" konusunda bazı tereddütlerin meydana geldiği düşünülmektedir. Gerçekten, bu tür sapmaların görülmesi üzerine hadisler elden geçirilmiş ve "Kudsi Hadis" ve "Sahih-Gerçek Hadis" şeklinde ayırımlar yapılarak bunların dışında kalan hadislerin "Doğruluklarının" belirlenemediği kabul edilmiştir. Nitekim Hz.Muhammet'in vefatından yaklaşık olarak 200 yıl sonra şu anda en gerçek Hadis Kaynağı olarak gösterilen 6 önemli İslam Alimi tarafından yapılan "Derlemelerde" en çok 7275 "Gerçek Hadis" bulunduğu anlaşılmaktadır.
(http://www.sonpeygamber.info/kutub-i-sitte)
Burada çok ilginç olabilecek birkaç husus bulunmaktadır. Bugün "İtibar" edilen "Hadis Kaynakları" olan tüm eserlerin Muhammet'in vefatından yaklaşık 200 sene sonraki dönemde yaşamış olan "Din Bilimcileri" tarafından yazıldıkları görülmektedir. Bu dönem, Müslüman Devletleri açısından değerlendirildiğinde Abbasiler (750-1258) Devletinin hüküm sürdüğü zamanı göstermektedir.
Hadislerin derlenmesi ve yazılı hale getirilmesi konusunda "İmam Buhari'nin Hayatı" isimli kitapta şu bilgilere yer verilmektedir.
"Beşinci Emevi Halifesi olan Ömer b. Abdülaziz Medine valisi olan Ebû Bekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm’a Peygamber efendimizin hadislerini yazmasını emreder. Ayrıca diğer şehirlerin valilerine de bu vazifeyi vererek tedvin sürecini başlatır. Bu dönemin seçkin âlimlerinden İmam Muhammed b. Müslim b. Şihab ez-Zuhri tedvin hareketine ciddi katkılarda bulunur. (S.121)
Bu yöntem ile oluşturulan Hadislerin sayısı İmam Buhari'nin deyimi ile "Câmiu’s-Sahih’i on altı sene zarfında altı yüz bin hadis arasından seçerek yazdım ve onu Rabbimle aramda bir hüccet kıldım" 600.000 dolayında olduğu görülmektedir. (S.124)"
http://www.imambuharivakfi.org/wp-content/uploads/2014/02/imam-buharinin-hayati.pdf
İnsanlar üzerinde son derecede "Etkili" olan Hz.Muhammed’in ibadetlerin uygulanması ve öğretilmesi aşamalarında yaptığı "Açıklamalar" İle "Kendisine" iletilen sorunlar üzerine söylemiş olduğu “sözlerin” Emevî hükümdarı olan Muaviye ve izleyen Halifeler döneminde amacı dışında "Mutlak Otorite kurmak ve "Çıkar amacı ile yapılacak işlemlere "Dayanak "olarak kullanıldıkları anlaşılmaktadır. Daha kötüsü, bu mutlak otorite uğruna kendisi tarafından bazı talimatların "Hadis" olarak insanlara dayatıldığı hususu da iddia edilmektedir.
http://www.kurandakidin.com/2011/10/12-bazi-onemli-hadis-uyduruculari/
Bu durum Emevî hükümranlığının sona ermesini takiben kurulan Abbasi Devleti (750) Hükümdarı olan Cafer El-Mansur (754) dönemine kadar sürmüştür. Mansur, Mehdi, Harun Reşit, Me’mun, Mu’tasım ve Vasık dönemleri, İslam medeniyetinin temellerinin atıldığı Abbasilerin “Altın Çağı” olarak kabul edilmektedir. Abbasilerin bu parlak döneminde, o dönemim önde gelen "İmamlar" tarafında Hz.Muhammed'in açıklamaları ve sözleri (Hadisleri) arasından "Gerçek" olanların araştırılması ve belirlenmesi çalışmalarının teşvik edildiği ve 830 -910 yılları arasında söz konusu "Hadis" eserlerinin derlendiği anlaşılmaktadır. Bu dönemlerde İslam dini ve İlim açısından son derece önemli çalışmalar yapılmış ve halen tüm Dünyanın kullandığı tüm bilimsel disiplinlerin kaynağı sayılabilecek eserler verilmiştir. Bunlar arasında Farabi (870-950), Matirudi (853-944) ve İbni Sina (980-1037) sayılabilir.
Ancak günümüzde çeşitli vesilelerle insanlara "Hadis" olarak aktarılan hususlar, bu eserler öncesinden kalan bazı "Rivayetlerin" halen kullanıldıklarını ve bu eserlerde yer alan "Hadisler" arasında da "Gerçekliği" kuşkulu olanlar bulunabileceğini düşündürmektedir.
Maalesef Abbasi dönemini izleyen zamanlarda ve günümüzde de Müslüman toplumlarının yöneticileri tarafından "Otorite" sağlamak uğruna Hz.Muhammed tarafından yapılan bu "Açıklamalar ve Sözler" arasından gerçek ve doğru (Sahih) olanların araştırılması ve belirlenmesi için başka gayret gösterilmediği ve bu konuda kayda değer bir çalışma yapılmadığı görülmektedir.
Buna göre, özellikle Muhammed S.A.V. Tarafından söylendiği ileri sürülen Yüzbinlerce (İmam Buhari'ye göre 600.000, İmam Müslim'e göre 300 bin) Hadislerin Kur'an Ayetlerinde insanlara öğüt ve öneri olarak anlatılanlar (Kur'an Ayetleri) çerçevesinde gözden geçirilerek yanlış anlama ve uygulamalara neden olabileceklerin belirlenmesinde, tüm İslam toplumlarının daha "İslami ve Huzurlu" olması açısından ve İslam’ın Esas Temelinin tüm insanlar tarafından anlaşılması açısından fayda bulunmaktadır.
Hadisler konusunda “Kur’an’daki Din” kitabında kapsamlı bilgiler bulunmaktadır.
http://www.kurandakidin.com/2011/10/12-bazi-onemli-hadis-uyduruculari/

İbadet
Genel anlamda ibadetler, kişinin "hiçbir şeye inanmadığını" söylese bile, "Ruh Yapısında" yer alan ve daha çok zor durumlarında kendisini etkilediğini hissettiği "Üstün Gücü" anlaması ve O’na olan inancını, saygısını ve bağlılığını çeşitli davranışları ve eylemleri ile ifade etmesi olarak tanımlanabilmektedir.
"Bana ne olmuş ki, beni yaratana ibadet etmeyecekmişim. Halbuki, hepiniz O'na döndürüleceksiniz." (41/22), (36/22)
Onlar, kendilerine bir itibar ve kuvvet olsun diye, Allah'tan başka tanrılar edindiler. (44/81), (19/81)
Hayır, hayır! onların ibadetlerini tanımayacaklar ve onlara hasım olacaklar. (44/82), (19/82)
"Allah'tan başkasına ibadet etmemeniz için. Şüphesiz ki ben, onun tarafından size bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” (52/2), (11/2)
“Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (53/40), (12/40)
Sen şimdi Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol! (54/98), (15/98)
Ve sana yakın gelinceye kadar Rabbine ibadet et! (54/99), (15/99)
İbrahim: “Yonttuğunuz şeylere mi ibadet edersiniz!" dedi. (56/95), (37/95)
"Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı”. (56/96), (37/96)
İnsanın başına bir sıkıntı gelince, Rabbine yönelerek O'na yalvarır, sonra Allah kendisinden ona bir nimet verince, önceden yalvarmış olduğunu unutur, Allah'ın yolundan saptırmak için O'na eşler koşar. De ki: “Küfrünle biraz eğlenedur; çünkü sen muhakkak cehennem ehlindensin!” (59/8), (39/8)
Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse midir? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür. (59/9), (39/9)
De ki: “Ben dinimde ihlas ile ancak Allah'a ibadet ederim.” (59/14), (39/14)
Rabbiniz şöyle buyurdu: “Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” (60/60), (40/60)
Gece ve gündüz, güneş ve ay O'nun ayetlerindendir. Eğer Allah'a ibadet etmek istiyorsanız, güneşe de aya da secde etmeyin, onları yaratan Allah'a secde edin! (61/37), (41/37)
“Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur.” (63/64), (43/64)
De ki: “Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. Bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (69/110), (18/110)
Göklerde ve yerde kimler varsa O'na aittir, O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar. (73/19), (21/19)
Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah'ı tesbih ederler. (73/20), (21/20)
Bizim ayetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki, bunlarla kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile tesbih ederler. (75/15), (32/15)
Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. (75/16), (32/16)
"Sana vahyedilen Kitab'ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette ibadetlerin en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir." (85/45), (29/45)
Biz, Beyt'i insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail'e: "Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun" diye emretmiştik. (87/125), (2/125)
"Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin." (87/128), (2/128)
Öyle ise siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin! (87/152), (2/152)
Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin.Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir. (87/153), (2/153)
Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı anın. İnsanlardan öyleleri var ki: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver". derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur. (87/200), (2/200)
"Ey Meryem! Rabbine ibadet et; secdeye kapan, eğilenlerle beraber sen de eğil. " (89/43), (3/43)
Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez. (92/36), (4/36)
Bir zamanlar İbrahim'e Beytullah'ın yerini hazırlamış ve “Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut.” (103/26), (22/26)
Biz, her ümmete, uygulamakta oldukları bir ibadet tarzı gösterdik, öyle ise onlar bu işte seninle çekişmesinler. Sen, Rabbine davet et. Zira sen, hakikaten dosdoğru bir yoldasın. (103/67), (22/67)
Ey iman edenler! Rükû edin, secdeye kapanın, Rabbinize ibadet edin hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz. (103/77), (22/77)
Tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır, o müminleri müjdele! (113/112), (9/112)
Bu durum, Kur'an Ayetlerinde insanların "anne rahminde" iken cenin halindeki yapılarına "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah tarafından "Kendi Ruhundan" indirilen "İnsanın Ruh Yapısının" etkisi ile meydana gelmektedir. Buna göre insan hiçbir şeye "inanmadığını" düşünse bile, yalnızca bu ortamdaki varlığının "nedeni" üzerinde düşünmesi halinde Ruhunda yer alan hissettiği "Üstün Güce" bir anlamda "ibadet" etmiş olmaktadır.
Zira Yüce Yaratan Adem ve Eşinden itibaren bu ortamda yaşamış, yaşayan ve gelecekte de yaşayacak olan tüm insanların "Ruhlarını" bu ortamda yaşamaya başlamalarından çok önce "Kendi Ruhundan" yarattığını ve "Arş Ortamında" gerçekleşen bu yaratılış sonrasında bütün insanların Ruhlarına onların ibadet edilecek ve tapınılacak "Tek Rabbi" olup olmadığını sorduğunu, onların tamamından "evet" cevabını aldığını ve böylece yapmış oldukları bu "şahitliğin" yer aldığı "İnsanların Ruhlarının" anne rahimlerinde cenin halinde iken bünyelerine indirdiğini (üflendiğini) Ayetlerinde bildirmektedir.
Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onlar da “Evet şahit olduk” dediler. (39/172), (7/172)
Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır, ne kadar az şükrediyorsunuz! (75/9), (32/9)
Yüce Allah'ın bu ortamdaki ilk "Akıllı" insanlar olan Adem ve Eşinden itibaren bütün insanlara, aralarından seçtiği "uyarıcılar" ile daima "Yaratılış" ve "Tek Yaratıcı Güç" ile ilgili açıklamalar yaparak onları bu "gerçekler" üzerinde düşünmeye yönlendirdiği Ayetlerindeki ifadelerden anlaşılmaktadır. Böylece insanların kendileri ve bulundukları ortam ile ilgili olarak "düşünüp" bilgi edinmeleri ile, aslında bütün bunların "Yaratıcısına" olan "saygılarını ve bağlılıklarını" ifade ettikleri, yani "ibadet ettikleri" açıklanmaktadır. Çağlar boyunca "Yaratılışa" gösterilen bu saygı ve bağlılığın nasıl ifade edileceği, diğer bir deyişle nasıl "ibadet" edileceği konusunda İbrahim peygamberin Allah'a "Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin." diye dua ederek kendisine bildirmesini istediği belirtilmektedir.
Kur’an Ayetlerinde işaret edilen ve bazıları oldukça ayrıntılı olarak belirtilen ibadetlerin zamanlamaları ile ilgili olarak “Ay Takviminin” esas alındığı görülmektedir. Dünyanın Güneş sistemindeki konumu ve Güneş sisteminin işleyişi ile sistemi oluşturan uyduların yörüngeleri ve hareketleri, insanların zaman konusundaki ilk referansları olmuştur. Dünyada her belli sürede tamamlanan ve yinelenen durum ve Dünyanın uydusu olan Ay'ın hareketleri, bu ortamda algıladığımız zaman için bir ölçü esası oluşturmaktadır. İlk ortaya çıkmalarından itibaren insanlar, gözlemleyebildikleri Evrenin yapısında yer alan yıldızların ve diğer gök cisimlerinin kendi zaman ortamı içerisinde "değişmeyen" dengelere sahip olduklarını anlamışlar ve bu döngüleri zaman açısından "ölçü" olarak kullanmışlardır. Buna göre Dünya üzerinde geçen zamanın ölçülmesinde de ilk oluşumdan beri en ufak bir sapma göstermemiş olan gökyüzü olayları ve en yakın unsur olan Ay, insanlar için en hassas bir zaman ölçüsü olmuştur ve halen de olmaya devam etmektedir.
Hz.Muhammed döneminden önceki zamanlarda da Araplar, ayın görülen hareketlerini "zaman ölçüsü" olarak kullanmışlar ve ayın yinelenen döngüsüne göre bir yıllık süreyi 12 ay ve 354 gün olarak tanımlamışlardır. Buna göre Dünyanın "uydusu" olan Ay'ın yörüngesindeki seyri sırasında Dünya'dan çeşitli şekillerde görünen ve daima "tekrarlanan" görünüşlerinden "en ince" olan görüntüsünün (hilal) insanlar için ve özellikle de "hac" ibadeti için "zaman ölçüsü" olduğunu belirtilmektedir. Örneğin İbrahim peygamber ile ilgili Ayetlerde Kâbe’nin ziyaret edilmesinin başlaması için "haccı" insanlara Ayın bu durumuna göre ilân etmesi gerektiğine işaret edildiği anlaşılmaktadır.
Sana, hilâl şeklinde yeni doğan ayları sorarlar. De ki: "Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir." (87/189), (2/189)
İnsanlar arasında haccı ilân et ki gerek yaya olarak gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait birtakım yararları yakinen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları sana gelsinler. (103/27), (22/27)
Hz.Muhammed'e bencilliğinin (nefsinin) kendisini "yaratana" ibadet etmesine mâni olamayacağı hatırlatılmakta ve tüm insanlara da bu uyarıyı dikkate almalarını, zira sonunda Allah'a döndürüleceklerini iletmesi ondan istenmektedir.
İbadet konusundaki Ayetlerden Yüce Allah'ın insanlara yol gösterdiği anlaşılmaktadır. Buna göre en önemli ve "öncelikli" bir "uyarı" olarak insanlara nefslerinin etkisi ile kendilerini itibarlı ve güçlü sanmaları yüzünden bencillik ve kibre kapılıp "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah'tan başka "tanrılar" edinmemeleri ihtar edilmektedir. Bu şekilde "Yek Yaratan" dışında edinilen tanrıların onların ibadetlerini tanımayacakları ve ölüm sonrası ortamlarda onlara karşı şahitlik yaparak onlara "hasım" olacakları, çok sayıdaki Ayetlerde de belirtildiği gibi açıklanmaktadır. Böylece tanrı edinilen şeylerin sadece insanlar tarafından uyduruldukları ve adlandırıldıkları, bundan başka bir şey olmadıkları, Allah'ın onlar hakkında herhangi bir "delil" indirmediği, bu konudaki kararın ve hükmün sadece Allah'a ait olduğu, buna göre de insanlara Allah'tan başkasına ibadet etmemelerini "emrettiği" ve bunlara inanılıp uyumasının "dosdoğru din" olduğu kesin olarak açıklanmaktadır.
Nitekim Allah Hz.Muhammed'in “Ben dinimde ihlas (samimiyetle ve içtenlikle) ile ancak Allah'a ibadet ederim." diyerek ve Allah'ın kendisinin de ve bütün insanların da tabi ve teslim olacakları yegâne "Güç" olduğunu (Rabbinizdir), sadece Allah'a ibadet edilmesi gerektiğini ve işte bunun "doğru yol" olduğunu "tüm insanlara" bildirmesini istemektedir. İnsanların bu anlatılanlara ilgi göstermeye ve merak edip anlamaya çalışmaya yönlendirilmesinde onlara "güven" verilmesi için, kendisinin yalnızca onlar gibi bir insan (beşer) olduğunu, akıllarında hayal ettikleri “her türlü” ilâhın aslında sadece "Bir Allah" olduğunun kendisine bildirildiğini (vahyolunuyor), artık her kim ilahına (Allah'a) kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapmasının ve Allah'a ibadette hiçbir şeyi ortak koşmamasının gerektiğini "tüm insanlara" bildirmesi Hz.Mumammed'den istenmektedir.
Bu bağlamda üzerinde düşünülmesi gereken bir örnek olarak örnek olarak İbrahim Peygamberin toplumuna kendi yonttukları şeylere ibadet ettiklerine, aslında kendi yaptıklarını da Allah'ın yaratmış olduğuna, bu durumda onlardan "yardım beklemelerinin" ne kadar "anlamsız" olduğuna dikkatlerini çektiği ve bu kadar açık bir "gerçeği" göremeyecek kadar düşünceden uzak olduklarını onlara gösterdiği açıklanmaktadır. Fakat yine de nefslerine uyarak bencillikleri ile kibre kapılan insanların çoğunun bu gerçekleri bilmediklerine işaret edilmekte, Hz.Muhammed'in Allah'tan başkasına ibadet etmemeleri için Allah tarafından tüm insanlara gönderilmiş olan bir "uyarıcı ve müjdeleyici" olduğu bildirilmekte ve insanlardan kendilerine Hz.Muhammed tarafından "Ayetler" olarak yapılan bu "uyarıları" dikkate almaları ve doğru yola yönelmeleri istenmektedir.
Bu uyarılar ile birlikte, gece ve gündüzün, güneş ve ayın Allah'ın "Ayetlerinden" olduklarına (Allah'ın yarattıkları) dikkat çekilerek eğer "Yaratıcı" olan üstün bir güce (Allah'a) ibadet etmek istenirse güneşe, aya değil fakat onları yaratana (Allah'a) secde etmeleri gerektiği tüm insanlara ve bu konuda halen bilgisi olmayan bazı "ilkel" insan toplumlarına da iletilmesi bir defa daha bildirilmektedir.
Ayetlerde Allah'a yapılacak ibadetlere örnek olarak İbrahim Peygamberin inşa ettiği ve Allah'ın insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldığı Beytullah'ta (Kabe) toplanarak (hac) dua (namaz) edilmesi, belirlenen yerlerin etrafında dolaşılması (tavaf edilmesi), Yaratan'ın (Allah'ın) yüceltilerek (hamd ile) anılması, saygı ifadesi olarak Allah'ın "manevi huzurunda" eğilinmesi (rüku), yere kapanılması (secde), teşekkür edilmesi (şükredilmesi), sabır ve dua ile yardım istenmesi, vücutları yataklardan uzak kalarak Rablerine yalvarılması, kendilerine verilenlerden (rızıktan) Allah yolunda harcanması, yalnızca Allah'a ibadet edilmesi, Allah'a hiçbir şeyin ortak koşulmaması, ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ev halkına iyi davranılması, iyiliğin emredilip kötülükten alıkonulması, hayır işlenmesi, hatalarından dolayı tövbe edilmesi, oruç tutulması böylece Allah'ın sınırlarının korunması gibi uygulamalar bütün insanlara ibadet yöntemleri ve aynı zamanda Allah'ın iman eden müminlere "müjdesi" olarak önerilmektedir.
Nitekim geçmiş toplumların yaşantıları ile ilgili olarak elde edilen bilgilerden inançları ve ibadetlerinde bütün bu davranışların yer aldığı görülmektedir. İbrahim peygamberin "Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tövbemizi kabul et; zira, tövbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin." diyerek yaptığı duanın tüm zamanlarda tüm insanlar tarafından tekrarlanması, insanlara doğru yola yönelmelerinde yardımcı olacağı unutulmamalıdır.
İnsanlara "ibadet" yöntemi olarak önerilen uygulamalar arasında özel olarak Allah'ı anmanın elbette ibadetlerin en büyüğü olduğu belirtilmekte ve bunun için Hz.Muhammed'e vahyedilen Kitabın (Kur'an’ın) okunmasının ve Allah'a dua edilmesinin (namaz) önemine işaret edilerek bunların muhakkak ki insanları ahlaksızlıktan (hayasızlıktan) ve kötülükten alıkoyduğu hatırlatılmaktadır. Yüce Allah tüm insanlara bu ortamdaki yaşamlarında ne düşündüklerini, niyetlerini ve yaptıklarını bildiğini de davranışlarında dikkate almaları için ihtar etmektedir.
İbadetlerin insana ölüm (yakın olan) gelinceye kadar yapılması öğüt verilmekte ve önerilmektedir. Özellikle geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimsenin inkâr edenler gibi olmadığına işaret edilmektedir. Böylece tüm insanlara, ölümleri öncesinde hiçbir fikir sahibi olmadıkları "ölüm sonrası" ortamlar ile ilgili olarak Ayetlerde açıklanan "gerçekleri" ve "ip uçlarını" dikkate alarak "bilgi sahibi" olanlarının gerektiği, ibadetlerin önemini anlamaları açısından bilenler ile bilmeyenlerin "aynı" olmayacağı da belirtilerek hatırlatılmaktadır. Yüce Allah ancak akıl sahiplerinin (akıllarını kullananların) bunları hakkıyla düşündüğünü bildirmekte ve insanlardan "Akıllarını Kullanmalarını" beklemektedir.
Yüce Yaratan, insanların Allah'ı iman edip saygı göstererek, babalarını andıkları gibi hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı anarak, sabrederek ve yücelterek yaptıkları ibadetlerine ve içten duygularına karşılık vereceğini (anacağını), çünkü Allah'ın muhakkak sabredenlerle beraber olduğunu, Allah'ı anmaları halinde Allah’ın da onları anacağını, Allah'a dua edildiğinde dualarını kabul edeceğini ve Allah'a şükredilmesini bildirmekte ve bu nedenle bu iman ve inançlarından ayrılarak "sakın nankörlük edilmemesini", çünkü Allah'a ibadeti bırakıp büyüklük taslayanların (nankörlük edenlerin) aşağılanarak cehenneme gireceklerini tüm insanlara ihtar etmektedir.
Nitekim, kendilerine iletilen "gerçeklere" inanıp onlara göre Allah'a ibadet edenlerin bu ortamdaki yaşamlarında daima "iyi" olarak tanımlanan niteliklere sahip olacakları, onların göklerde ve yerde (Evrende ve ötesinde) kimler varsa onları Allah'ın yarattığının ve onların Allah'a ait olduklarının, böylece daima Allah'ın "huzurunda" bulunduklarının bilincinde oldukları ve Allah'a ibadet hususunda kibirlenmedikleri, yorulmadıkları, bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah'ı tesbih (ibadet) ettikleri, Allah'ın Ayetlerine inanmakla kendilerine öğüt verildiğinde büyüklük taslamadan secdeye kapandıkları ve Allah'ı (Rablerini) yücelterek (hamd ile) andıkları (tesbih ederler), yalvardıkları ve Allah'ın kendilerine verdiklerinden (rızıktan) Allah yolunda harcadıkları, Allah'a "iman edenlerin" nitelikleri olarak belirtilmektedir. Ayrıca yaptıkları hata ve yanlışlıkları nedeniyle pişman olup tekrarlamamak için tövbe edilmesi, Allah'ın yüceltilerek anılması ve Allah'a şükür edilmesi (hamd edenler) oruç tutarak, rükû, secde yaparak dua edilmesi (ibadet edilmesi), iyiliği emredip kötülükten kaçınılması ve Allah'ın sınırlarının (uyarı, öğüt ve önerilerinin) korunması iman edenlerin nitelikleri olarak belirtilmekte ve Hz.Muhammed'in o "müminleri" bu ortamdaki ve ahiret ortamlarındaki yaşamlarında onlara vaat edilenlerle müjdelemesi istenmektedir.
Bu arada insanlardan bazılarının Allah'tan ""Bize dünyada ver" diyerek istekte bulundukları belirtilerek böyle kimselerin ölüm sonrasındaki yaşamlarında (ahiretten) hiç nasibi bulunmadığı açıklanmaktadır. Buna göre bu ortamdaki yaşamlarında insanların huzur ve mutlu olabilmelerinin sadece elde ettikleri bu ortama (Dünya'ya) ait maddi varlıklar ile mümkün ve onlardan ibaret olmadığı hatırlatılmakta, asıl huzur ve mutluluğun bunların yanında ölüm sonrasındaki ortamlar ve yaşam ile ilgili olarak kendilerine bildirilenleri dikkate almalarına da bağlı olduğu önemle öğüt verilmekte ve hatırlatılmaktadır.
Öte yandan önceki bölümde belirtildiği gibi, İslam'ın ilk zamanlardan beri Kur'an Ayetlerinin ve Hz.Muhammed'in uygulamalarını (sünnetini) anlaşılması ve yorumlanması amacı ile yapılan yorumlar (İçtihadlar) ve bütün Müslümanlar tarafından uygulanmak üzere "fikir birliğine" varılmış dinî hükümler (İcmalar) üzerinde, bu faaliyetleri yürüten "yetki sahibi kimseler" arasında tam bir fikir ve uygulama birliği bulunmamaktadır. Bu konudaki kaynaklarda yer alan bilgilere göre Hz.Muhammed döneminden itibaren ilk dini hukuk bilginlerinin" bireysel olarak Kur'an ayetlerine (Nas), Hz.Muhammed’in sözlerine ve yaptıklarına (Sünnetine) göre insanın yaşamını ve toplumsal yaşamını düzenleyici olan dinsel kuralları (Şer'i Emirler) araştırarak ve onların "hukuki" hükümleri hakkında "kişisel" görüşler (içtihad-ı re'y) oluşturarak kendi hükümlerini uyguladıklarına yani "kişisel içtihad" oluşturduklarına işaret edilmektedir. Hz.Muhammed'in vefatından sonra ise onun bütün insanlara bildirmiş olduğu Kur'an Ayetleri (Nas) ile, onunla birlikte olan ve onun fikir ve uygulamalarını (Sünnetini) yakından bilenler (Sahabe) tarafından ifade edilenler dikkate alınarak yapılan "içtihad" ve "İcma" çalışmalarının bir usul çerçevesinde derlendikleri ve böylece "mezhep" olarak tanımlanan "ekoller" oluştuğu görülmektedir. Buna göre Kur'an Ayetlerinin ve Hz.Muhammed'in uygulamalarının nasıl yorumlanmalarının gerektiği ve bunlara göre "Dini" konuların nasıl uygulanacakları o zamandan beri ortaya çıkan "mezheplerin" ortaya koydukları usullere göre yürütülmektedir. Örnek olarak Müslüman toplumlarda yapılan bütün ibadetler ile ilgili kural ve uygulamaların "mezhepler" arasında oluşturulan fikir birliği (İcma) çerçevesinde yürütülmektedir.
Ancak şu anda yukarıda belirtildiği gibi Kur'an Hükümleri ile Hz.Muhammed'in Sünnetlerini esas alan "içtihadlar" üzerinde bazı konularda sağladıkları fikir birliği üzerinden "İcma Kuralları" oluşturan ve sayıca en çok takipçisi olan "Ehl-i Sünnet" "mezhepleri" (Hanefi, Hanbeli, Şafi, Maliki) arasında bile ibadetlerin şekil şartları, kuralları ve uygulanma esasları konusunda tam bir "birliktelik" bulunmamaktadır.
Bu durumun sonucu olarak "ibadetlerin" türleri, zamanları ve uygulanma esasları (farz, vacip veya sünnet olmaları) açısından, Ayetlerdeki ifadeler esas alınmasına rağmen, tam bir görüş ve uygulama birliği bulunmamakta, buna bir çözüm olarak her mezhebin uygulaması "doğru ve geçerli" olarak kabul edilmektedir.
Bu nedenle tüm insanların Kur'an Ayetlerini mutlaka okumaları ve sahip oldukları bilgi birikimi çerçevesinde kendilerine hangi "gerçeklerin" bildirildiğini, onlardan nelerin beklendiğini, ibadetlerin neler oldukları ve nasıl yapıldıklarını bizzat kendileri tarafından anlaşılması gerekmektedir. Çünkü insanların Ayetlerde açıklananların anlam ve amaçlarını ancak böylece anlayabilecekleri unutulmamalıdır
Öte yandan Yaşar Nuri Öztürk tarafından yazılan “Kur’an’ın Temel Kavramları” adlı kitapta özetle ibadet konusunun sadece dar anlamda “Üstün Güç” karşısında ona inanması, itaat edilmesi ve saygılı olmasını tanımlayan “davranışlardan” ibaret olmadığı, ibadette taraflardan birinin kul (Allah’ın kölesi) yani “insan” ötekisinin “Allah” olduğu, Yaratıcı ’ya yakarış ve sığınış anlamında bu karşılıklı aşk ve saygı ilişkisinde, taraflardan ikisi de faal olarak Allah’ın kulunun (insanın) ibadet alâkası içinde bütün faaliyet ve yakarışlarına karşılık verdiği, buna göre Yaratanın ibadet olayında kulun (insanın) benliğinin inkârını, hiçliğini değil, tam aksine, ortaya konmasını ve güçlenmesini istediği, Yaratanla yaratılanın diyalogunun yukarıdan aşağı, yani Allah'tan insana doğru olan şekliyle “vahiy” halinde tecelli ettiği, diyalogu aşağıdan yukarı, bir başka deyimle insandan Allah'a doğru düşündüğümüzde ibadet veya dua faaliyetinin söz konusu olduğu, ibadetin özünün “Allah'ın Allahlığını” bir şuur olarak bütün benliğini kuşatacak şekilde duymak ve bu duyguyu birtakım hareketlerle şekle dökmek olarak düşünülebileceği bu durumun Kur'an’da bütün varlıkların ibadetlerini kuşatan alabildiğine geniş bir tabir olarak Salât (dua, yakarış, niyaz) kelimesi ile ifade edildiği belirtilmektedir. Öte yandan Kur'an'daki ibadetin anlamının aynı zamanda “insanların sürekli faaliyette bulunarak iş yapması, değer üretmesi olduğuna işaret edilmekte ve bu işi yapanın da insan olduğu açıklanmaktadır.
“Kur'an'daki ibadet ve ubudiyet öyle sanıldığı gibi basit bir kölelik ve köleleşme değildir; hür ve atılgan bir benliğin Yaratıcı ile bütünleşerek varlık ve oluş bünyesinde faal bir rol almasının Kur'an diliyle ifadeye konuluşudur. Böyle olunca, Kur'ansal ibadet belirli bir mekâna hapsolup tespih çekmek veya irade ve düşünceyi tabularla prangalayıp uyuşmak değil, tüm yeryüzünü bir mabede dönüştürerek insanlığın hayrına ve hayatın tekâmülüne hizmet amacıyla sürekli değer üretmektir. (Ayrıntılar için bk. burada, Amel mad.) Bunun Kur'ansal ve ilkesel sonucu şudur: Tüm yeryüzü mabet, tüm meşru fiiller ibadettir. İbadetin Kur'ansal ruhu, ölümsüzlüğü yakalamak için sürekli iş yapıp değer üretmenin kutsallaştırılmasıdır.”
Kur’an’ın Temel Kavramları-Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk-Sayfa 417
İbadet konusunda İhsan Eliaçık tarafından yapılan yorumda da ibadetin aslında çalışmak, üretmek, meydana getirmek anlamında olduğu görüşü dile getirilmektedir.
Din ve İbadet Anlayışımız - R. İhsan Eliaçık https://ihsaneliacik.com
Allah'ı Anmak (Tesbih Etmek, Yüceltmek, Şükretmek)
Yüce Allah Kur'an’ı "Hüküm" ve "doğru yolu" gösteren bir kılavuz" olmak üzere "Arapça" olarak ve vahiy yoluyla Hz.Muhammed'e "İndirdiğini", ayrıca daha önceki toplumlara da yaptığı uyarı, öğüt ve önerilerini her peygambere yalnız "kendi kavminin diliyle" gönderdiğini bildirmektedir. Buna göre insanların kendilerine yapılan Allah'ın "Yaratıcılığı" ve "Tek Yaratıcı Güç" olduğuna dair uyarı, öğüt ve önerilerini dikkate alıp anlayabilmelerinin sağlandığı ve bunlara göre "doğru yola" yöneltildikleri açıklanmaktadır.
Buna göre insanların "Yaratılış" ve "Tek Yaratıcı Güç" olan "Allah" hakkında fikir sahibi olmaları, bunun için Allah'ın "İnsanlara" aralarından seçtiği peygamberler ile ve çeşitli şekillerde bildirdiği uyarı, öğüt ve önerilerinde açıkladıklarını okuyup "anlamaya" çalışmaları ve onlara uygun olarak davranmaları "ibadet" olarak tanımlanmaktadır. Bu anlamda Allah'ın adının anılması (tesbih), Allah'ın yüceltilmesi (hamd), Allah'a her durumda teşekkür edilmesi (şükür) ve Ayetlerde açıkladığı gibi davranmaları (namaz, oruç, hac, zekât ve diğer öğüt, öneriler ile uyarıların dikkate alınarak istenmeyenlerden uzak durulması) topluca "ibadet" olarak nitelendirilmektedir.
Bu nedenle insanlardan öncelikle Kur'an Ayetlerini "okumaları" ve birbirleri ile olan bağlantı ve anlam birliğini anlayıp "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah hakkında doğru bir "anlayışa" ulaşmaları, Ayetlerde yer alan ve bu anlayışa ulaşmalarında onlara yardımcı ve yol gösterecek olan "gerçekleri" dikkate alarak davranışlarını ve düşüncelerini gözden geçirmeleri ve bu gerçeklere göre yaşamaları gerekmektedir. İnsanların Ayetlerde açıklandığı gibi davranmaları en geniş anlamda "ibadet" olmaktadır.
Çok sayıdaki Ayetlerde Allah'ın yaratmış olduğu her şeyin bu şekilde Allah'a "ibadet" ettiğini hatırlatılmakta ve "Tesbih Etme" olarak belirtilmektedir.
Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır. (50/44), (17/44)
"Ve şüphesiz Allah'ı tesbih ederiz.” (56/166), (37/166)
Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır, artık aralarında adaletle hükmolunmuş ve ''Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" denilmiştir. (59/75), (39/75)
Arş'ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar Rablerini hamd ile tesbih ederler, O'na iman ederler, (60/7), (40/7)
Eğer insanlar büyüklük taslarlarsa Rabbinin yanında bulunan hiç usanmadan, gece gündüz O'nu tesbih ederler. (61/38), (41/38)
Göklerde ve yerde kimler varsa O'na aittir, O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar. (73/19), (21/19)
Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz tesbih ederler. (73/20), (21/20)
Kuşkusuz Rabbin katındakiler O'na kulluk etmekten kibirlenmezler, O'nu tesbih eder ve yalnız O'na secde ederler. Gök gürültüsü Allah'ı hamd ile tesbih eder. Melekler de O'nun heybetinden dolayı tesbih ederler. Onlar, Allah hakkında mücadele edip dururken O, yıldırımlar gönderip onlarla dilediğini çarpar ve O, azabı pek şiddetli olandır. (97/13), (13/13)
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. Mülk O'nundur, hamd O'nadır, O her şeye kadirdir. (108/1), (64/1)
Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ı tesbih eder. O, üstündür, hikmet sahibidir. (109/1), (61/1)
Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sahibi, eksiklikten münezzeh, azîz ve hakîm olan Allah'ı tesbih eder. (110/1), (62/1)
Ayetlerde belirtilen her an Allah'ın "tesbih edilmesi" ibaresi ile, tüm varlıkların meydana gelmesini ve varlıklarını sürdürmelerini sağlayan bünyelerindeki en küçük yapı olan atom altı parçacıklarındaki "Bilinçli Enerji "veya "Yaratılışın Öz Cevheri" olarak açıklayabileceğimiz unsurların titreşim veya döngüsel olan davranışlara işaret edildiği anlaşılmaktadır. Buna göre bütün "yaratılmışlar" her an Allah'ın adını anmakta (tesbih etmekte) böylece tüm varlıkları (benlikleri) ile Allah'a en "anlamlı" bir şekilde "ibadet" etmektedirler.
Buna göre Ayetlerde göklerde, yerde ve bunlarda bulunan ne varsa hepsini meydana getiren atom altı parçacıklarının sürekli olarak "Yaratılışın Kaynağı" olan Allah'ı tesbih ettikleri hatırlatılarak İnsanlara beden yapılarını meydana getiren Milyarlarca hücre ile bu hücreleri oluşturan ve sayısını tam olarak bilemeyeceğimiz atom altı parçacıklarındaki "cevherin" de kendi iradesine bağlı olmadan Yüce Yaratan'ı her an andığı (tesbih ettiği) bildirilmektedir. Böylece insanlardan "Akılları" ile bu "gerçeği" anlayabilmeleri ve bu durumdan ilham alarak Allah'ı iradeleri ile ve bilinçli bir şekilde hissederek ve söyleyerek tesbih etmeleri (Anmaları) en anlamlı "ibadet" olarak beklenmektedir.
Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler. " Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!" (89/191), (3/191)
Ayetlerde yer alan açıklamalardan insanlara "ibadet" olarak önerilen uygulamalar arasında özel olarak "Allah'ı Anmak" olarak ifade edilen Allah’ı “Tesbih Etmenin” ibadetlerin en büyüğü ve en önemlisi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Allah’a yapılan ibadetlerin hepsinde sözlü veya davranış şekli olarak Yüce Allah anılmakta ve tesbih edilmektedir. Bu anlamda içeriğini anlamadan Kur'an’ın Arapça olarak okunması ve Allah’a Arapça dua edilmesi de Allah’ın insanlara “hitabı” olan sözlerinin Allah’ın anılması (Tesbih Edilmesi) olarak tekrarlanması nedeniyle, başlı başına bir “ibadet” olmaktadır.
Ayetlerde yer alan ifade ve açıklamalara göre Allah’a imanın bir sonucu olarak Allah’ı “Yüceltmek” suretiyle (Hamd) anmak, aynı Yüce Yaratan'ın her an anılması gibi (tesbih) son derece önemli bir ibadet niteliğindedir. Nitekim Allah'ın bütün insanlara "Sözü" olan ve “Dua” niteliğindeki Ayetleri ile Kur'an’ın en "özlü”, en "anlamlı" fakat aynı zamanda en "kapsamlı" bir "özeti" olan Fatiha Suresinde sadece Yüce Allah’ın “Alemlerin Rabbi” olarak “yüceltileceği” bildirilmektedir.
Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. (5/2), (1/2)
Buna göre yaratılmış olup halen mevcut olan, yaşamını ve varlığını tamamlamış ve bu Evrende artık görülmeyip algılanmayan ve yaratılacak olan insanlar ve her şeyin yaratılmalarını sağlayan Allah'ı övdüğü (yücelttiği) ve sadece Allah'ın övüleceğini (yüceltileceğini) kesin olarak ifade etmektedir. (Hamd)
Benzer olarak çok sayıdaki Ayetlerde Yüce Allah’a insanlara yeryüzündeki kısa yaşamlarında insanlara “Yaratılış” ile ilgili bilgileri, yararlanacakları “her türlü olanakları” ve “Halifesi” olarak “üstün” nitelikleri lütfettiği bildirilmektedir. Buna karşılık insanlardan tüm bu “özel” durumun farkına vararak her şeyin “Yaratıcısına” iman etmelerinin ve teşekkürlerinin (şükretmelerinin) beklendiği Allah’ın bu durumu hatırlatan Ayetlerinde açıklanmaktadır. Görüldüğü gibi insanlara verilen ve onlardan beklenenler için Yüce Yaratıcıya “iman ederek” O’na teşekkürlerini iletmeleri (şükretmeleri) Allah’ı Anma (tesbih) anlamında çok özel bir “ibadet” olmaktadır.
Nitekim Ayetlerde örnek olarak insanlara geçimlikler (nimetler) verdiği, denizleri ve içindekileri verdiği, gece ve gündüzü yarattığı, gece ve gündüzün birbiri ardınca geldiği, buluttan yağmuru indirdiği, çok sayıda peygamberler (uyarıcılar) gönderdiği, ibadetlerinde kolaylıklar sağladığı, zor ve güçsüz durumlarda iman edenlere yardım ettiği, insanlara karşı lütuf sahibi olduğu ve hikmet verdiği ancak insanları çoğunun bunlar karşısında Allah’a “şükretmediği” belirtilmektedir. Ayrıca bütün insanlara özellikle “şükredenin” ancak kendisi için şükretmiş olacağı bildirilmekte ve nankörlük edenlere de Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığı ve her türlü övgüye lâyık olduğu hatırlatılmaktadır.
Ta ki, onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yesinler, hâla şükretmeyecekler mi? (41/35), (36/35)
Bu hayvanlarda onlar için nice faydalar ve içilecek sütler vardır, hâla şükretmezler mi? (41/73), (36/73)
İki deniz birbirine eşit olmaz, bu tatlıdır, susuzluğu keser, içilmesi kolaydır, şu da tuzludur, acıdır; hepsinden de taze et yersiniz ve takınacağınız süs eşyası çıkarırsınız. Allah'ın lütfundan arayıp da şükretmeniz için gemilerin, denizi yarıp gittiğini görürsün. (43/12), (35/12)
İbret almak veya şükretmek dileyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren de O'dur. (45/62), (25/62)
Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? (46/69), (56/69)
Dileseydik onu tuzlu yapardık, şükretmeniz gerekmez mi? (46/70), (56/70)
Onun sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: “Ey Rabbim! Beni gerek bana gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat.” (48/19), (27/19)
Şüphesiz Rabbin, insanlara karşı lütuf sahibidir; fakat insanların çoğu şükretmezler. (48/73), (27/73)
Allah'a karşı yalan uyduranların kıyamet günü hakkındaki kanaatleri nedir? Şüphesiz Allah insanlara karşı lütuf sahibidir, fakat onların çoğu şükretmezler. (51/60), (10/60)
“Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” (53/38), (12/38)
Andolsun biz Lokman'a: Allah'a şükret! diyerek hikmet verdik. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü övgüye lâyıktır. (57/12), (31/12)
İçinde dinlenesiniz diye geceyi, görmeniz için de gündüzü yaratan Allah'tır. Şüphesiz Allah, insanlara karşı lütufkârdır, fakat insanların çoğu şükretmezler. (60/61), (40/61)
İçinden taze et yemeniz ve takacağınız bir süs çıkarmanız için denizi emrinize veren O'dur. Gemilerin denizde yara yara gittiklerini de görüyorsun onun lütfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir. (70/14), (16/14)
Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir. (87/185), (2/185)
Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir'de de size yardım etmişti.
Öyle ise, Allah'tan sakının ki O'na şükretmiş olasınız. (89/123), (3/123)
Görüleceği gibi Ayetlerde bazı hususlar hatırlatılarak insanlardan çok önemli bir “ibadet” olan Allah’ı “hürmetle” anmalarının (tazim) ve her şey için Allah’a teşekkür etmelerinin beklendiği açıklanmaktadır.
Ayetlerin genel olarak incelenmesi halinde İnsanlardan “Akıllarını” kullanarak Ayetlerin içerdiği amaç ve anlamlarını öğrenmeye ve “Tek Yaratıcı Güç” olan Allah’ı anlamaya gayret etmeleri, böylece bütün ibadetlerinde aynı zamanda Allah’ı “anmakta” olduklarının farkına varmalarının beklendiği görülmektedir. Bu durum insanların “İnsan Olmak” için bu Dünya ortamına gönderilmelerinin (indirilmelerinin) nedenidir ve bu nedenle Allah’ın anılmakta olduğu bütün ibadetlerin önemine defalarca işaret edilmektedir. Bu konuda “İnsandan Beklenenler” bölümünde ayrıca açıklama bulunmaktadır.
Öte yandan Ayetlerde açıklama, uyarı, öğüt ve öneriler olarak bildirilen hususların bir diğer özelliği de insanları "Yaratılış" ve her şeyi “Yoktan” yaratan "Tek Yaratıcı Güç" ile ilgili "gerçekler" üzerinde düşünmeye ve "Yaratıcısına" olan "teslimiyetlerini, saygılarını ve bağlılıklarını" göstermeye yönlendirmesidir.
Nitekim aşağıdaki bölümlerde değinilen bazı Ayetlerde, insanların kendileri ve bulundukları ortam ile ilgili olarak "düşünüp" bilgi edinerek neden bütün bunların "Yaratıcısına" olan "teslimiyetlerini, saygılarını ve bağlılıklarını" ifade etmelerinin gerektiği ve “ibadet” olarak sayılan bu ifadelerin çeşitli yolları ile ilgili ayrıca açıklamalar bulunmaktadır.
Buna göre insanlar Ayetlerde gösterilen hususları dikkate alarak durumlarını gözden geçirmeye niyetlenmeleri ve varsa hata ve yanlışlıklarını Ayetlerde belirtilen çeşitli uygulamalara göre düzeltmeleri durumunda her şeyi “Yoktan” yaratan Allah’a “iman” ve "ibadet” etmiş olmaktadır.
Şahitlik Sözü
Allah'a olan "imanın" ifadesi olan Allah'ı "anma" ile ilgili olarak bu ortamdaki yaşamlarına başlamadan önce bütün insanların gerçek ortamda yaratılmış olan "Ruhlarının" Allah'ın insanların yegâne "İlahı" olduğuna dair verdikleri "sözü" ve diğer bütün insan ruhlarının da bu sözü verdiklerine "şahit" oldukları böylece "İslam’ı" kabul etmiş olacakları "Ruhların Yaratılması" ile ilgili Ayetlerden anlaşılmaktadır.
Buna göre "inkâr edenler" veya "Yaratılış" ve "Tek Yaratıcı Güç" ile ilgili "Gerçekleri" farklılaştırılarak insanlar tarafından "tasarlanmış" inançlara tabi olanlar olsun, bütün insanların Ruhlarında “Allah'ın Ruhu” bulunduğuna işaret edilmektedir. Bu yüzden insanların yaşamlarında karşılaştıkları zorluklar veya daha iyi beklentiler konularında bir "yardım" istemeleri veya bir "Güce" sığınmaları durumunda hitap ettikleri şey ne olursa olsun, aslında "Allah" olmaktadır. Bu durum Allah'a inanan veya inanmayan bütün insanların Ruhlarının derinliklerinde Gerçek Ortamda (Ezelde) Allah'a verdikleri ve "Allah'ın" bütün insanların tek yaratıcısı ve tek ilahı (Rabbi) olduğunu "kabul" ettiklerini ifade eden "Şahitlik Sözünün" bulunduğunu göstermektedir.
Nitekim Yaratılış ile ilgili Ayetlerdeki ifadelerden Gerçek Ortamda Allah'ın Adem'i ve eşini bu Dünya ortamına "Gönderilmelerini" takdir etmesi sırasında bu Dünya ortamına "Gönderilecek" olan bütün insanların "Zürriyetlerini" çıkararak onların "Ruhlarını" da "Kendi Ruhundan" ve Adem ve eşine öğretilen "Bütün İsimler" öğretilmiş ve "Akıl" unsurunu da verilmiş olarak "Yarattığı" anlaşılmaktadır. Ayetlerde ayrıca böylece yaratılmış olan Akıllı" insanların "Ruhlarının" bu Dünya ortamına gönderilmeden önce Allah tarafından bir araya getirildiği "Elest" toplantısında "Ben Sizin Rabbiniz değil miyim" sorusuna "Evet" cevabı vererek şahitlik ettikleri bildirilmektedir. Buna göre Evren'in son bulacağı zamana kadar yeryüzünde yaşayacak olan "Bütün İnsanların", Allah'ın bütün insanların "Rabbi" olduğunu kabul ettikleri, her birinin diğer bütün insanların da bunu kabul ettiklerine şahit oldukları ve bütün insanların da her bir insanın bunu kabul ettiğine şahit oldukları bildirilmektedir.
Ayetlerdeki ifadelerden anlaşıldığına göre bu Dünya ortamında "Kıyamet" zamanına kadar yaşayacak olan bütün insanların henüz "Anne Karnında" iken Allah tarafından beyinlerine indirilen "Ruh" yapısında, esasen Elest ortamında Allah'ı "Rab" olarak tanıyıp O'na teslim olduğunu "Kabul" eden "Şahitlik Sözü" bulunmaktadır.
Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”; “Evet şahit olduk” dediler. (39/172), (7/172)
Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır, ne kadar az şükrediyorsunuz! (75/9), (32/9)
İlk peygamber olan Adem sonrasından itibaren insanların "her fırsatta" benliklerindeki "Karşı Gelme" güdüsünün etkisi ile kendilerine iletilmiş olan" Gerçekler" ve "Yaratıcı" kavramları karşısında "Kendi" düşüncelerini öne çıkardıkları görülmüştür. Ancak "İnsanların Ruhunda" yer alan yukarıdaki "Şahitlik" sözü nedeniyle, ne kadar kabul etmekte zorlansalar da "Bir Üstün Güç" olduğunu hissetmektedirler.
Burada belirtilen "şahit olma" ile ilgili sözler Ayetlerde "Allah'tan başka tanrı yoktur" anlamındaki Arapça "La İlahe İlla Hu" veya "Laİlahe İllallah" sözcükleri ile defalarca bütün insanlara bildirilmekte ve hatırlatılmaktadır.
De ki: “Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur, O'ndan başka tanrı yoktur. (39/158), (7/158)
O'ndan başka tanrı yoktur, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz! (43/3), (35/3)
“Büyük Arş'ın sahibi olan Allah'tan başka tanrı yoktur.” (48/26), (27/26)
İşte O, Allah'tır, O'ndan başka tanrı yoktur. (49/70), (28/70)
O'ndan başka tanrı yoktur. (49/88), (28/88)
Eğer size cevap veremiyorlarsa, bilin ki, o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir ve O'ndan başka tanrı yoktur. Artık siz müslüman oluyor musunuz? (52/14), (11/14)
Dedi ki: “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin! Sizin için ondan başka tanrı yoktur. (52/84), (11/84)
İşte Rabbiniz Allah O'dur. O'ndan başka tanrı yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk edin, O her şeye vekildir. (55/102), (6/102)
Rabbinden sana vahyolunana uy. O'ndan başka tanrı yoktur. Müşriklerden yüz çevir. (55/106), (6/106)
İşte bu yaratıcı, Rabbiniz Allah'tır, mülk O'nundur, O'ndan başka tanrı yoktur; öyleyken nasıl oluyor da çevriliyorsunuz! (59/6), (39/6)
İşte O, her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah'tır, O'ndan başka tanrı yoktur, o halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz! (60/62), (40/62)
Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, diridir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. (87/255), (2/255)
Allah, adaleti ayakta tutarak şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de. Mutlak güç ve hikmet sahibi Allah'tan başka ilâh yoktur. (89/18), (3/18)
O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka tanrı yoktur, görülmeyeni ve görüleni bilendir, O, esirgeyendir, bağışlayandır. (101/22), (59/22)
Allah'ı bırakıp bilginlerini rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. (113/31), (9/31)
Bu nedenle Yüce Allah'tan başka hiçbir tanrı bulunmadığının inanarak tekrarlanması, böylece Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğunun kabul edilip ifade edilmesi (Tesbih) Allah'ın anılması olarak en önemli bir ibadet olmaktadır.
Bununla birlikte çok sayıdaki Ayetlerde Hz.Muhammed'in diğer tüm insanlar ve peygamberler gibi bir "insan" olduğu (Allah'ın Kulu) ve bütün insanlara "son" olarak gönderdiği peygamberi (Resulü) olduğu bildirilmektedir.
Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi. (23/10), (53/10)
Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren (42/1), (25/1)
Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir. (50/1), (17/1)
Hamd olsun Allah'a ki, O, kuluna, kendisinde hiçbir eğrilik bulunmayan dosdoğru Kitab'ı indirdi. (69/1), (18/1)
Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayrı şahitlerinizi de çağırın. (87/23), (2/23)
Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren Allah'dur. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. (94/9), (57/9)
Ayetlerdeki açıklamalara göre Allah'a olan imanın en temel unsurlarından birisi olarak Hz.Muhammed'in Allah'ın yarattığı bir "insan" olduğunun (kulu olduğunun) kabul edilmesi gerekmektedir. İnsanlar bu "gerçeği" kabul ettiklerinde, bu ortamdaki yaşamlarına başlamadan önce gerçek ortamda yaratılmış olan diğer bütün insanların "Ruhlarının" Allah'ın insanların yegâne "İlahı" olduğuna dair verdikleri "sözü" ve diğer bütün insan ruhlarının da bu sözü verdiklerine yaptıkları "şahitliği" hatırlayacakları ve böylece "İslam’ı" kabul etmiş olacakları anlaşılmaktadır.
Bu durumda insanların Gerçek ortamda verdikleri ve Yüce Allah'tan başka hiçbir tanrı bulunmadığını "Kabul" eden "Şahitlik Sözü" ile birlikte yaşadıkları bu yeryüzü ortamında da Hz.Muhammed'in Allah'ın "kulu" ve "peygamberi" olduğuna da "şahitlik etmeleri, "Tek Yaratıcı Güç" olan "Allah'ın Dinini" diğer bir ifade ile "İslam’ı" kabul ettiklerini gösteren en kesin "göstergesi" olmaktadır.
Bu kabul Arapça olarak "Eşhedü En La İlahe İllallah ve Eşhedü Enne Muhammeden Abduhü ve Resul Allah" olarak söylenmektedir. Genel olarak "Kelime-i Şahadet" olarak belirtilen bu cümlenin “Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna gönülden inanırım ve şahitlik ederim” şeklindeki Türkçe çevirisi İslam dininin beş temel esasından birisi olarak "Allah'ı Anmak" anlamında en önemli "ibadeti" sayılmaktadır.
Dua Edilmesi
Dua, akıllı insanların "Yaratılış" konusunda bilgi sahibi olması ve buna bağlı olarak "Yaratılışı" takdir edip gerçekleştiren bir Allah’ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğunu anlamasına bağlı bir durumdur. Dua aynı zamanda insanların bu Dünya ortamında "İndirilmelerinden" önce Gerçek Ortamda Allah tarafından "Nesillerinin" yani zürriyetlerinin "Yaratılıp" onlara yönelttiği "Ben Rabbiniz Değil miyim" sorusuna "Tamamının" verdiği "Evet Rabbimizsin" cevabı ile istisnasız bu Dünya ortamında yaşamış olan ve bundan sonra yaşayacak olan Tüm İnsanlar ile Allah arasında oluşturulan "Bağ" dolayısı ile tüm insanların "Hissettikleri" bir "Yardım İsteme" ihtiyacı olarak tanımlanabilir.
Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” “Evet şahit olduk” dediler. (39/172), (7/172)
Aslında bir "Yaratıcı" olduğuna inanan veya kendini beğenerek bir "Yaratıcı" olduğuna inanmayan tüm insanlar yaşamları sırasında karşılaştıkları çeşitli "Beklenmedik" durumlar karşısında ister istemez bir "Yalvarma" veya "Yardım İsteme" ihtiyacını hissetmektedirler. Bunun istisnası bulunmamaktadır. Özellikle inanmayan insanlar bu ihtiyaçlarını "Sözcüklerle" ifade etmemekte ancak önüne geçilemez bir "His" olarak içten içe kendilerine söylemekten yani "Dua" etmekten kaçınamamaktadırlar. Yüce Allah bu "Gerçek" durumu hatırlatarak bütün insanlara "Kendisine" dua etmelerini önermekte ve yapılacak duaları "Kabul" edeceğine işaret etmekte, ancak Akıllarını kullanmayıp Kendisine "İnanmamayı" tercih ederek "Büyüklük" taslayanların aşağılanacaklarını ve Cehenneme gireceklerini bildirmektedir.
Rabbiniz şöyle buyurdu: “Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” (60/60), (40/60)
Dua etmek genel anlamda insanların Allah'ın "Takdirini" kendi istek ve beklentilerine doğru yönlendirmesini ve yaptığı yanlışlıklar nedeniyle "af edilmesini" sağlamak üzere Allah'a "Yalvarmak" olarak yorumlanabilir. Yüce Allah bir Kur'an Ayetinde önemli bir hususa işaret ederek bu ortamdaki tüm "Canlıların" yaşamına "İzin" verilmesi ve yaşam sürelerinin yani ömürlerinin ne kadar olacağı ve ayrıca bu ortamda yaşarken bu süreden ne kadar "Azaltılacağının" belli olduğunu (bir kitaptadır) bildirmektedir.
Buna göre Allah'ın yaratmış olduğu diğer bütün ortamlarda olduğu gibi, Evren ve Dünya ortamlardaki "her şeyin yaratılmasının ve sürdürülmesinin" Allah'ın "Kendi" takdirine göre belirlediğinde "şüphe" bulunmayan "Kurallara" ve "Koşullara" göre gerçekleştiği anlaşılmaktadır.
Bir canlıya ömür verilmesi de onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitaptadır, şüphesiz bunlar, Allah'a kolaydır. (43/11), (35/11)
Bu durumda "Dua Etmek" bir anlamda bu ortamın tabi olduğu kural ve koşulların insanların istek ve beklentilerine doğru "yönlendirmesini" sağlamak üzere Allah'a "Yalvarmak" olmaktadır.
Çünkü Evren ve Dünya ortamı ve bu ortamlardaki her şey ve her canlı ile ilgili olarak meydana gelen bütün işlem ve olayların "Her An" ortaya çıkması (Yaratılması) veya sürdürülmesi, Allah'ın "Kendi İradesi" ile düzenleyip yürürlüğe koyduğu “kurallara ve koşullara” bağlı olarak gerçekleşmektedir.
O, her an yaratma halindedir. (97/29), (55/29)
Buna göre samimiyetle ve inanarak "Dua etmek", öncelikle bütün insanların her şeyi yaratan ve her an yaratmayı devam ettirmekte olan Allah ile "Özel" anlamda iletişim halinde olmasına imkan vermektedir. Bu durumda bütün insanların istek ve beklentilerine ulaşabilmeleri için yaptıkları "Dualar", aslında onları bu istek ve beklentilerine yönlendirecek şekilde "karar" vermesinde "yardımcı" olmasının Allah'a iletilmesi olarak düşünülmelidir. Zira insanların verdiği bütün "kararlar" daima Allah'ın "Takdiri" ile her an gerçekleşmekte olan kural ve koşullara göre sonuçlanmaktadır.
Bu nedenle verilecek her türlü "karar" son derecede "önem" taşımakta ve bu ortamın kural ve koşullarına göre karşılık bulmaktadır. Bu nedenle kişinin yaptığı "Dua" ile, istek ve beklentilerini bu ortamın kural ve koşullarına göre gerçekleşmesine yönlendirecek şekilde "karar verebilmesi" için Allah'tan yardım istenmektedir. Aynı şekilde insanların yakınları ve sevdikleri için yapacakları dualar ile, bu dualar ile istenenlere yönlendirecek şekilde "karar" vermelerinde “onlara” yardım etmesi Allah'tan dilenmektedir.
Bu durum dikkate alındığında, Allah'a yapılan duaların sanki kendilerinin dışında "insana" benzer güçlü bir şahsiyetten bir şeyler istenmesi ve onun da kimine çok verip kimine de eziyet edeceği gibi düşünülmemesi insanlardan beklenmektedir. Çünkü Allah bilip bilemeyeceğimiz "tüm ortamların" yaratılışını gerçekleştirmiş ve tüm ortamların varlıklarının sürdürülmesini sağlayan tüm kural ve koşulları (Allah'ın Kanunları) düzenleyip yürürlüğe koymuştur. Buna göre İnsan, kendisine lütfedilen "Akıl" yeteneği ile kendisinin aslında Allah'tan olduğunun bilincine ulaşarak bu "gerçeği" anlaması ve davranışlarını buna göre düzenlemesi gerekmektedir. Bu anlamda insanın "kendisindeki" Allah ile ilgili "gerçeği" anlayabilmesi halinde, Allah’ın kendisini "yaptığı dualara göre" yönlendirecek şekilde "karar verebilmesinde" yardımcı olacağı anlaşılmaktadır.
Öte yandan Allah'tan yapılan hata ve yanlışlıkları "affetmesi" için yapılacak duaların da kişinin yapmış olduğu yanlışlık ve hataları "anladığını" ve tekrarlanmamasına "çalışacağını" ifade ve kabul ederek bundan sonra aynı hatalara düşmemesini sağlayacak "kararlar" vermesi için Allah'tan yardım istenmesi olarak düşünülmesi gerekmektedir. Örneğin Allah'ı kendi yetersiz bilgilerine ve nefsinin dürtülerine uyarak inkâr eden bir kimsenin yapılan uyarıları "Aklını" kullanarak değerlendirmesi ile "yanlış" olduğunu fark edip geçmiş yanlışlıklarını "affetmesi" için "Dua" etmesi halinde, bu "Dua" ile aslında bundan sonraki düşünce ve kararlarında bu yanlışlığı tekrarlamayacak "kararlar" vermesi için Allah'tan yardım etmesini istemektedir.
Yüce Allah Ayetlerinde insanlara olan sevgi ve merhameti ile onları affetmesi ve doğru yolda "karar vermelerinde" onlara yardımcı olması ile ilgili olarak bütün insanlara "şah damarından" daha yakın olmak üzere "çok yakın" olduğunu ve "Kendisine" dua ettiklerinde "dua" edenin dileğine karşılık vereceğini (onları yönlendireceğini) açıklamaktadır.
Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız. (34/16), (50/16)
Kullarım sana, beni sorduğunda Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar. (87/186), (2/186)
Ayetin devamında da "Allah'a" inanılmasının ve Hz.Muhammed tarafından tüm insanlara iletilen ve "Allah'ın Daveti" olarak tanımlanan "Kur'an’a" uyulmasının, yapılan dualara karşılık alınması ve "doğru yolun" bulunması açısından "Önemli" ve "Gerekli" olduğuna işaret edilmektedir. Buna göre "İnsan" ile yaratıcısı olan "Allah" arasında "çok özel" anlamda ve "doğrudan" bir "iletişimin" söz konusu olduğu anlaşılmaktadır.
Söz konusu iletişim, Kur'an Ayetlerinde Yüce Allah'ın bu ortamda önceden yaşamış ve bundan sonra yaşayacak olan bütün "Akıllı" insanların "Ruhlarına" anne rahminde iken "Üflediğini" belirttiği "Allah'ın Ruhu" sayesinde gerçekleşmektedir.
Ruhlar birleştirildiğinde, (7/7), (81/7)
Sana ruh hakkında soru sorarlar; De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” (50/85), (17/85)
"Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!" (54/29), (15/29)
Irzını iffetle korumuş olanı. Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu cümle âlem için bir ibret kıldık. (73/91), (21/91)
Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır, ne kadar az şükrediyorsunuz! (75/9), (32/9)
Meryem oğlu İsa Mesîh ancak Allah'ın resulüdür, Allah'ın, Meryem'e ulaştırdığı "kün: Ol" kelimesidir, O'ndan bir ruhtur. (92/171), (4/171)
Buna göre "İnsan Ruhu" doğrudan Allah'ı ifade etmekte ve bu "Ruh" nedeniyle "İnsanın" bünyesinde "Allah'ın" bulunduğu bildirilmektedir. Bu durumda her "İnsan" taşıdığı "Allah'ın Ruhu" nedeniyle her an "Allah" ile birlikte olmakta ve "Tek Yaratıcı Güç" olan "Allah" ile her an, kesintisiz ve doğrudan "iletişim" halinde bulunmaktadır.
Ayetlerde yer alan genel ifadelerde, Allah'ın Arş ortamında (Gerçek Ortamda) yarattığı insanın "Ruhunn" bu ortamda "ana rahminde" oluşmakta olan insanın beden yapısına dört aylık iken "Kendi Ruhundan" indirdiği (Üflediği) ve insanların bu Ruhunda bu ortamdaki davranışlarının temelini oluşturan bütün hislerin, duyguların ve yeteneklerin yer aldığı belirtilmektedir.
Bu konu ile ilgili olarak günümüzde bazı insanların çeşitli "deneyimler" yaptıkları, bunlardan birisinin de anne rahminde oluşan insan "yapısının" ilk dönemlerinde (Embriyo) alınarak sıvı nitrojen içinde dondurulması ve daha sonra bu embriyoların "çözülerek" kalan oluşumlarının yeniden yerleştirildikleri aynı anne veya bir başka anne rahminde tamamlanması olduğu bilinmektedir. Böyle bir uygulama yapıldığında da Allah'ın "Ruhundan" olan "Ruhlarının" doğacak olan yapı Anne rahminde yaklaşık dört aylık iken "üflendiği" söylenebilir. Bu konudaki gazete haberinde de dondurulduktan 30 yıl sonra çözülerek bir başka anne rahmine yerleştirilen yapının "gelişmesinin" bu sürede "durdurulduğu" ve geçen "süreyi algılamadığı" bildirilmektedir. Buna göre donmuş olarak geçen sürede embriyonun "Ruh" taşımadığı, ancak anne rahminde dört aya ulaştığında artık "insan yapısı" olarak nitelendirilebileceği anlaşılabilir.
Parents welcome twins from embryos frozen 30 years ago | CNN
Öte yandan insanın beden yapısına "Allah'ın Ruhundan" olarak "indirilmiş" olan "Ruhlarının" bünyesinde Ayetlerde yer alan Allah'a ait "duyguların yerleştirildiği, İnsan Ruhunda ayrıca Allah'ın bu Evren ve Dünya ortamında "Kendi" adına faaliyet yapması (Halifesi olarak) için "Yarattığı" insanların buradaki davranışlarına yön vermek üzere, Allah'ın Ayetlerde belirtilen “Niteliklerinin" bulunduğu anlaşılmaktadır. Allah'a ait sevgi, merhamet, şefkat, sabır, cömertlik, affetme, esirgeme, acıma, vicdan, tahammül, ahlak, utanma, sorumluluk gibi duyguların insan bedeninde iman tahtası" olarak adlandırılan ön göğüs kemiğinin altında ve kalplerinin de bulunduğu "bölgeye" yoğunlaştırıldığı ve sevinç, huzur, mutluluk, korku, telaş, endişe vb. gibi karşılaştığı “özel” durumlarda "hissedildiği" bilinmektedir. Bu bölge genel olarak “Gönül” veya “Kalp” olarak ta tanımlanmaktadır.
Bunlara ek olarak "Ruh" bünyesinde akıl ve akılın kullanılması ile elde edilen zeka, zihin, vicdan, irade, azim, kavrama, hüküm verme gibi "yetenekler" ile Allah'ın "İlk İnsan" olan Adem'e öğrettiğini bildirdiği ve "bütün isimler" olarak nitelediği "yaratılışa" ait bilgiler ve "içgüdüler" olarak tanımlanan ve yeryüzündeki yaşamında hayatta kalma, korunma ve üreme dürtülerinin yönlendirilmesinde etkili olan "bilinçaltı" davranışları yöneten unsurlar da bulunmaktadır.
Diğer taraftan "Şeytanın" kısıtlı iradesi ile kendisinin de yaratıcısı olan Allah karşısında "İnsanın" yaratılışına "itiraz" ederek onları "doğru yoldan" saptıracağını bildirdiği ve kibir, bencillik, haset, kin, zulüm, nefret, kıskançlık, açgözlülük, haksızlık, taşkınlık, çekememezlik, küstahlık, hor görme, ihanet, intikam, azgınlık, yalancılık, oburluk, ahlaksızlık, şehvet, öfke, hırs, tembellik vb. olarak özetlenebilecek duyguları, "İnsanın Ruhunun" bir "özelliği" olan "Nefsine" eklemesi için Allah'tan izin istediği açıklanmaktadır. Yüce Allah "insana" lütfettiği akıl, irade, vicdan ve diğer "Allah'a" ait yeteneklerin ve duyguların Şeytan'ın bu iddiasını boşa çıkaracağı, bu nedenle de Şeytan'a bu izni verdiği yine Ayetlerde bildirilmektedir.
Bu bilgilere göre, insanların "Ruhlarında" bulunan ve “Allah'a Ait Niteliklerden" olan "İrade" yeteneğinin, Allah'a ait olan duyguları ve izni ile Şeytan'ın yerleştirdiği diğer duyguları "Akıl" ile "yöneterek" Evren ve Dünya ortamdaki davranışlarına "yön verdiği” anlaşılmaktadır. Bu durumda "İnsanın" öncelikle istediği ve dilediği bir şeyi belirleyerek gerçekleşmesini sağlayan "İrade" yeteneğine (istenç) ve bu iradesini gerçekleştirmek üzere; bilgi edinmeyi, seçenekleri tanımlayıp karşılaştırmayı, yargılamayı ve istediğini yapıp istemediğini yapmamasına karar vermeyi kapsayan "Akıl" yeteneğine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Kur'an Ayetlerinde sözü edilen bu "İrade" ve "Akıl" yeteneklerinin Allah tarafından sadece "İnsana" lütfedildiği açıklanmaktadır. Bu nedenle Ayetlerde defalarca bütün insanlara "Akıl Etmeleri" veya "Akıl Kullanmaları " öğüt verilmekte ve ihtar edilmektedir.
İrade ve Akıl konusunda Marmara Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Bülent Yılmaz sitesinde, İslam Ansiklopedisinde ve bazı psikoloji ve felsefe web sitelerinde özet tanımlamalar bulunmaktadır.
“Genel olarak “kişinin istediğini yapma, istemediğini yapmama gücü” anlamına gelen özgür irade (istem) olgusu insanın “benliğini anlayabilmesi (kendimiz olabilmek) bakımından çok önemlidir. Zira akıl unsuru ve iradeye sahip olma insanın kendi gerçekliğini fark edebilmesinde ve böylece “birey” niteliğine ulaşmasında zorunlu temel gereklilik olmaktadır. Nitekim “Özgür İrade” hayatın çeşitli alanlarına ilişkin tercihlerimizin, kararlarımızın ve eylemlerimizin bize ait olması demektir. İrademizle/özgür irademizle ne kadar davranabildiğimiz sorusu uzun bir konuya kapı açar. Onun kadar zor diğer bir soru da “özgür irade nasıl oluşturulur?” sorusu olsa gerek. “Nasıl” kısmı ile ilgili olarak, özetle, “akıl ve akılcılık” diyor Kant. Yeter tek etken olmamakla birlikte, akılla davranmadan, akılcı olmadan özgür irade oluşturamaz, özgür irademizle yaşayamayız. Aklı besleyen, çalıştıran ve geliştiren ise bilgidir. Yani özgür irade için akıl, akıl için de bilgi gerekir. O zaman şöyle söylenebilir: Bir insanın özgür irade ile yaşayabilmesi, yani kendisi olması, kendisini gerçekleştirmesi bilgi ve akılla olanaklıdır. Kısacası, akıl ve bilgi özgürleştirir.”
Özgür İrade ve Akıl/Bilgi İlişkisi Üzerine – Prof. Dr. Bülent Yılmaz (wordpress.com)
“İrade kelimesi Arapça kökenli olup sözlük anlamı istek ve dinlemedir. İrade, yalnızca insana mahsus olan seçme özgürlüğüdür. Bireyin bir davranışı yapma veya yapmama konusunda aldığı bütün kararlar ve seçimler iradenin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Başka bir deyişle, kendisiyle alakalı her alanda düşüncelerini ve davranışlarını ayarlayabilmesidir. İrade sadece insanlara özgüdür. İradeye sahip olan insanlar doğru ve yanlışı ayırt edebilmektedir. Kişinin kendine yetebilmesi, bağımsız olabilmesi ve davranışlarını kontrol etmesi durumuna özgür irade denir. Psikolojide ise bahsettiğimiz bu irade gücü “öz denetim” olarak ifade edilmektedir. Birey iradesi sayesinde kendi arzu ve dürtülerini denetleyebilir ayrıca davranış ve kararlarının sorumluluğunu alır.”
İrade Nedir? İrade Nasıl Güçlendirilir? | Evimdekipsikolog | Blog
“Akıl; bilgi edinmeyi, yargıda bulunmayı, davranışlarımızı düzenlemeyi sağlayan yetiye verilen genel addır. Akıl, kavramları ve önermeleri bir araya getirerek adım adım ilerleyen, akıl yürütmeyi sağlayan yeti olarak kabul edilmiş ve bu anlamda insanoğlunun en temel özelliği olarak görülmüştür. “İnsan akıllı bir yaratıktır” yargısında akıl, bu anlamda kullanılır.”
Akıl Nedir? » Felsefe hakkında her şey...
“Akıl (el-akl) kelimesi, felsefe ve mantık terimi olarak “varlığın hakikatini idrak eden, maddî olmayan, fakat maddeye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç” demektir.”
AKIL - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Bu durumda insanların istek ve dileklerinin (İrade), insanın duyu organları ile sağladığı "Bilgilerin" sahip olduğu "Akıl" yeteneği tarafından "insan beyninde" yürütülmesi ile gerçekleşmektedir. Buna göre insanın bir şeyi istemek ve dilemek yeteneğine sahip olduğu, bu Ayetlerde "Kalp" olarak belirtilen bünyesindeki "Duygu Merkezinde" şekillendiği, beden yapısındaki "duyu organları" ile her türlü "bilgileri" elde ettiği, bu bilgileri beyninde sakladığı (Hafıza) ve istek ve dileklerini (İradesini) sakladığı bilgileri sahip olduğu "Akıl" yeteneği ile beyninde "işleyerek" gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır. Bu durumda "Kalp" ya da “Gönül”, tasarlayan ve isteyen olmakta ve böylece oluşan istenç (İrade Edilen) beyinde "Akıl Kullanılarak" gerçekleşmektedir. Buna göre kalbin "iradesiyle" tasarlananlar beyin tarafından "Akıl Etme" veya "Akıl Kullanma" eylemi ile hayata geçmektedir. Bu durumda insanların beyinlerinde "çalışmakta" olan "Akıl" yeteneği, "kalplerinde" hissettikleri bütün duygular ile "iletişim" halinde bulunmakta ve bunlara göre "zihninde" tasarladığı ve kendisine ait olan "niyet" ve "düşüncelere" bağlı olarak vereceği "kararlarda" bunlardan hangilerinin ve ne kadar "etkili" olacağını "hafızasında" sakladığı bilgileri kullanarak belirlemektedir. Burada belirtilen "iletişim", aynı zamanda insanların Allah ile olan "birlikteliğini" sağlayan iletişime de işaret etmektedir.
Buna göre Yüce Allah'a yapılan "Dua" ile insanlar kendi yetenekleri ile gerçekleştiremedikleri istek ve dileklerini "dolaysız" olarak her an iletişimde bulundukları Allah'a iletmektedirler. Aslında yapılan bu "Dualar" ile insanlar, bu ortamın tabi olduğu Allah'ın değişmez ve kesin kuralları ve koşulları üzerinde, isteklerinin ve dileklerinin gerçekleşebilmesini sağlayacak olan "etkileşimleri" başlatacak nitelikte "karar vermeye" yönlendirmesi için Allah'tan yardım istemektedir. Zira Evren ve Dünya ortamında "her şey", esasen Ayetlerde "Allah'ın Kanunları" olarak belirtilen "değişmez" ve "kesin" kurallar ve koşullara göreve "her an" gerçekleşmektedir.
Öte yandan söz konusu gerçekleşme bu ortamdaki bütün "madde" varlıkların veya oluşumların "asıl yapı taşları" olan Atom Altı Parçacıkların kendi içindeki ve birbirleri ile olan "etkileşimlerine" bağlı bulunmaktadır. Çünkü insanların yaptıkları Dua sonrasında bu duaları ile beklediklerinin gerçekleşmesi ancak verecekleri "kararlara" göre başlatacakları "etkileşimlerin" ilgili madde varlıkların Atom Altı Parçacıkları üzerinde bu beklentileri yönünde bir "etki" yapması ile mümkün olabilecektir. Bunun için insanlar aslında Allah'tan istek ve dileklerinin gerçekleşmesini ümit ederek kendilerini yönlendirmesini istemektedir. Diğer bir ifade ile Yüce Allah her an dolaysız iletişim halinde olduğu İnsanın kendi yetenekleri ile gerçekleştiremediği istek ve dileklerinden "o anda" haberdar olmakta ve "cevaben" bu yönde karar vermeye yönlendirecek fırsat ve seçenekleri "Ruhu" üzerinde beliren bir "his" veya "duygu" olarak onun "Akıl" yeteneğine yönlendirmektedir. Aynı şekilde insanın bir yakını için dua etmesi durumunda da yapılan "dua" yönünde karar verilmesine yönelik fırsat ve seçenekler bu defa dua edilenin "Ruhu" üzerinde bir "his" veya "duygu" olarak "aynı anda" onun "Akıl" yeteneğine yönlendirilmektedir. Buna göre Yüce Allah, her işinde olduğu gibi, insanların istek ve dilekleri ile ilgili olarak yapacakları dualar ile ilgili olarak ta "Akıllarını" kullanmaları istemektedir. Çünkü bu durum ancak insanların "Akıllarını" kullanmaları ile fark edilebilecektir.
Burada Allah'ın yapılan dualardan "o anda" veya aynı anda" haberdar olması, insanların anne rahminde iken "Allah'ın Ruhu" olarak indirilen (Üflenen) kendi "Ruhlarının" bir çeşit "kablosuz bağlantı" ile ve her an Allah ile "iletişim halinde" bulunduğunu ifade etmektedir. Nitekim Yüce Allah bu durumu önemli bir "muhkem" Ayetinde İnsanlara şah damarından daha yakın olduğunu bildirerek açıklamaktadır
Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız. (34/16), (50/16)
Bu nedenle, insanların Allah'ın "Akıllı" insanlara "lütfetmiş" olduğu "İrade Yeteneği" sayesinde bu ortamdaki yaşamları ile ilgili olmak üzere belirttikleri istek ve dilekleri (Duaları) aynı anda "Allah Katında" bilinmektedir.
Rabbin, onların, sînelerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. (49/69), (28/69)
Örneğin insan Allah'a kendisi veya bir yakını hakkında bir sınavda başarılı olması için dua ettiğinde "cevaben" kendisi veya dua ettiği yakını ilgili konular üzerinde bir defa daha veya daha fazla "çalışmaya" yönlendirilecek, ancak "Akıl" yeteneğini kullanarak bu "cevabı" hissedebilenlerin başarı ihtimali daha çok olacaktır. Bu durum maddi olmayan istek ve dilekler için de aynen geçerlidir. Örneğin kendisi veya bir yakını hakkında ölüm sonrasında eziyet çekmeyip Cennet'e ulaşması için veya "affedilmesi" için dua edildiğinde "cevaben" dua edenlerin veya dua edilenlerin Peygamberlerin bildirdikleri ve son Peygamber olması nedeniyle özellikle Hz.Muhammed'in bildirdiği Allah'ın uyarı, öğüt ve önerileri üzerinde bir defa daha "düşünmeye" yönlendirileceği, ancak bu durumun insanın "Akıl" yeteneğini kullanması ile fark edilebileceği söylenebilir.
Buna göre herhangi bir konuda Allah'a dua eden insanın, daima "Aklını" kullanarak istediği veya dilediği konularda ne yapması gerektiğini düşünerek "karar" vermesi halinde, duasının gerçekleşmesi mümkün olabilecektir. Diğer bir ifade ile Yüce Allah insanlara lütfettiği "yeteneklerini" anlamaları halinde her an onlarla "birlikte" olduğuna işaret etmekte ve yaptıkları Duaların da istek ve dileklerini gerçekleştirilmesinde ancak "Akıl" kullanmalarına bağlı olarak "etkili" olabileceğini bildirmektedir.
Burada Allah'ın her zaman bütün ortamlarda somut madde yapıları halinde veya elektrik, manyetik, radyasyon vb. gibi soyut olarak bulunan her şeyden, bu arada insanların zihin faaliyetleri olarak tanımlayabileceğimiz "duygularından" ve “düşüncelerinden" nasıl "haberdar" olduğunun üzerinde durulmasında fayda bulunmaktadır. Kur'an Ayetlerinde yapılan açıklamalardan ve insanlığın günümüzde sahip olduğu "bilgi birikimlerinden" yararlanılarak bu konuda bir varsayımda bulunmak gerekirse, "Yaratılış" ile ilgili bölümlerinde açıklandığı gibi, yapılan "bilimsel" çalışmalar sonucunda elde edilen bilgilerden bu Evren ve Dünya ortamındaki "Her Şeyin" şu anda "Atom Altı Parçacıklar" olarak tanımlayabildiğimiz madde yapısının en alt unsurlarından meydana geldiği ve söz konusu en alt veya en küçük unsurların bir çeşit "Enerji" taşımakta oldukları "gerçeğinden" hareket etmek gerekmektedir. Zira tüm "Yaratılış" ve "Yaratılmış" olan her şeyin "sürdürülmesi" bu Atom Altı Parçacıkların belli "Koşullara" göre ve belli "Zamanlarda" birbirleri ile "Etkileşimleri" sonucunda gerçekleşmektedir.
Bu varsayıma göre Evrendeki madde yapılarının en alt unsuru olarak bahsedilen Atom Altı Parçacıkların bünyelerindeki "Öz Enerjinin" hangi diğer en alt unsurdaki "Öz Enerji" ile ne zaman ve ne şekilde "Etkileşime" gireceği ve sonuçta birlikte ne tür "Yeni" bir "Yapıyı" meydana getireceği ve bu yapının ne şeklide varlığını sürdüreceği ve sonuçta hangi başka bir şekle dönüşeceği ile ilgili tüm değişim ve gelişimlerin her bir “en alt unsurun” taşıdığı "Enerjinin" bünyesinde "Hazır" olduğunu dikkate almak gerekmektedir. İşte bu noktada sözü edilen "Enerjinin", aslında "Yüce Yaratan" tarafından "Tasarlanan" bir "Şeyi" oluşturmak ve bu oluşumları sürdürmek veya değişime uğratmak için birbirleri ile "İletişimi" ve "Etkileşimi" sağlamak üzere Evrendeki en alt unsurların bünyelerinde "yaratılmış" olduğunu (Halen yoğun olarak kullandığımız kablosuz bağlantılar gibi) söylemek doğru bir yaklaşım olacaktır. Bu şekilde "Her An" yürümekte olan "Yaratılış", "Gelişim" ve "Gelişim" faaliyetini (Evrim) sağlayan "Enerji" ve onun sağladığı "İletişim" ve "Etkileşim" faaliyeti nedeniyle yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes ve her şey Allah'ın "Tek Yaratan" olduğunu bir şekilde "Tesbih" etmektedir. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.
Bu durumda Evren ve ötesinde "boşluk" olarak nitelendirilebilecek biç bir ortam yoktur. Diğer bir deyimle Evren ve ötesinde "tamamen boş" olan hiçbir yer veya şey bulunmamakta, insanların şu anda "boşluk" olarak tanımladıkları durumların da aslında henüz tam olarak açıklayamadığımız en alt düzeydeki Atom Altı Parçacıkların bünyelerindeki "Öz Enerjilerine" göre davrandıkları anlaşılmaktadır. Diğer bir deyimle “Boşluk” olarak tanımlanan ortam tamamen özel nitelikli Atom Altı Parçacıklardan oluşmaktadır. Nitekim halen “Kara Delik” veya “Kara Enerji” ya da “Kara Madde” olarak isimlendirilen bu durumun “yapıları” hakkında çalışmalar yürütülmektedir.
Böylece Yüce Yaratıcı "tüm yarattıkları" ile her an "birlikte" olmakta ve bu arada "şah damarından daha yakın" olduğuna işaret ederek insanların dua ettikleri konulardaki istek ve dileklerini, ayrıca nefsinin kendisine “fısıldadıkları” dahil tüm düşüncelerini "anında" bilmektedir.
Bu örneklerden görülebileceği gibi "İnsanlara", herhangi bir konudaki istek ve dilekleri için Allah'tan yardım dilediğinde, bünyesindeki "Allah'ın Ruhu" ile her an "birlikte" olması ve Allah'ın "niteliklerinin" de kendi "Ruhunda" bulunması nedeniyle öncelikle "Akıl" yeteneğini her an ve her koşulda kullanarak onları gerçekleştirmeye çalışması önerilmektedir. Ancak Yüce Allah bütün insanlara kendilerini bu yönde "doğru" karar vermeye yöneltmesinde yapacağı "Duaların" etkili olduğunu bildirmektedir. Nitekim Yüce Yaratan "Aklını Kullanan" ve böylece "İman" eden insanlara, sabır ve dua (namaz) ile Allah'tan yardım istemelerini, çünkü Allah'ın muhakkak sabredenlerle "beraber" olduğunu açıklamaktadır.
Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir. (87/153), (2/153)
Yüce Allah örnek olmak üzere, "İman" edenlerin göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinden "ibret" aldıklarına, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı andıklarına işaret ederek, bütün insanlara günahlarının bağışlanması, kötülüklerinin örtülmesi, "Ruhlarını" iyilerle birlikte alınması, cehennem azabından korunması ve Peygamberleri vasıtası ile vadettiklerine ulaştırması için "dua" ederek (namaz) vaadinden caymayan Allah'tan yardım istemelerini öğüt vermektedir. Böylece iman edenlerin yaptıkları "duaları" kabul ettiğini, Allah için çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım, onların yaptıklarının karşılığının en güzelinin Allah katında olduğunu ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağını, bu ödülün onlara Allah tarafında verildiğini açıklamaktadır.
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. (89/190), (3/190)
Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler. "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!" (89/191), (3/191)
"Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur." (89/192), (3/192)
"Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, "Rabbinize inanın!" diye imana çağıran bir davetçiyi işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!" (89/193), (3/193)
"Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vadettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil-rüsvay etme; şüphesiz sen vaadinden caymazsın!" (89/194), (3/194)
Bunun üzerine Rableri, onların dualarını kabul etti. " Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah; karşılığın güzeli Allah'ın katındadır." (89/195), (3/195)
Bütün bu açıklamalar ve öğüt ve önerilere göre bütün insanlara Dünya hayatındaki genel beklentileri, hayalleri, huzurlu ve sağlıklı yaşam sürdürmeleri, Ahiret hayatı ile ilgili istekleri için sadece Allah'tan yardım istemeleri ve sabırlı olmaları hatırlatılmaktadır. Çok sayıdaki Ayetlerde İnsanların "aceleci" olduğuna işaret edilmekte ve yapılan Dualar için de aceleci davranılmaması istenmektedir. Bu nedenle "Akıllarını" kullanmalarında zamana ihtiyaçları olabileceği ve Allah'ın sabredenlerle "beraber" olduğu belirtilerek Allah'ın insanlara yardımcı olduğu açıklanmaktadır.
Bununla birlikte, bu şekilde "inanarak" Allah'tan yardım isteyenlerin, gelişmelerin istedikleri şekilde olmaması durumunda, gelişen durumun kendileri için daha "hayırlı" veya daha "olumlu" olabileceğine de inanmaları gerekmektedir. Zira yardım Allah' tan istenmiştir, Allah “dilediğini” takdir etmiştir ve mutlaka Allah'tan takdir edilen daha hayırlıdır. Bu duruma örnek olarak savaş konusundaki bir Ayette bütün insanlara onlar için daha "hayırlı" olduğu halde bir şeyi sevmemelerinin ve onlar için daha "kötü" olduğu halde bir şeyi sevmelerinin mümkün olduğu belirtilmektedir.
Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (87/216), (2/216)
Öte yandan insanların bir beyin faaliyeti olarak yaptıkları "Dualarından" o anda "haberdar" olan Yüce Yaratan "Dilediklerine" isteklerini ve beklentilerini "Lütfettiğini" Ayetlerinde belirtmektedir.
Allah dilediğine hesapsız lütufta bulunur. (87/212), (2/212)
Bu nedenle, Allah'ın "Diledikleri" arasında bulunabilmenin ancak ve öncelikle Allah'ın "Tek Yaratan" olduğunun ve O'ndan başka hiçbir yaratıcı ve tapınılacak bir gücün (Tanrı) bulunmadığının insanlar tarafından "Akıllarını" işleterek "kabul" ve "İdrak Edilmesi" ve bu "Gerçeklere" samimiyetle inanarak "Şahitlik" edilmesi (İman) ile mümkün olabileceği dikkate alınmalıdır.
Buna göre "Dua" ile Allah'tan yardım dileyen insanlar, aynı zamanda "Akıl" yeteneğini kullanarak istek ve dileklerine "çözüm üretmeye" çalışmaları halinde, Allah'ın "hesapsız lütufta" bulunmayı ve dualarını kabul etmeyi "Diledikleri" arasında olabileceklerdir.
Bütün bu açıklamalara göre Allah ile ilgili düşüncelerin ve bazı ön yargıların yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Zira bazı anlayışlarda ve inanışlarda bütün insanlara 1400 yıl önce Kur'an Ayetlerinde bildirilen ve insanların "Ruhları" ile "birlikte" ve "bütünleşmiş" olan "Allah" gerçeği anlaşılmamakta ve Evren'in ve insanların "erişilemez" ve "insan üstü" bir güce sahip fakat "insani" bir şahsiyet olarak algılanan "İlah/Tanrı" tarafından yaratıldıkları ve her şeyin bu tanrının gözetiminde bulunduğu varsayılmaktadır. Daha çok eski çağlara ait dinlerde görülen bu "Tanrı" anlayışı halen bazı toplumlarda sürdürülmektedir. Ayrıca bir yanda Allah'a inanmakla birlikte Allah'ın bütün insanlara olan uyarı, öğüt ve önerilerini bildirmekle görevlendirdiği bazı Peygamberlerinin ve yakınlarının da "Tanrı" ya da "Tanrının Oğlu" olarak tanımlandığı ve aşırı ölçülerde "kutsallaştırıldıkları" bilinmektedir.
Bu durum özellikle Hristiyan inancında "Göklerdeki Babamız" ve "Baba, Oğul, Kutsal Ruh" olarak ifade edilmektedir. Görüleceği gibi, böyle bir anlayışta insanlar istek ve dileklerini kendileri dışında ancak çok "daha üstün" olan "bir şahsiyete" yaptıkları "dua" ile iletmekte ve bu "Üstün Şahsiyet" yapılan duaları "dilediği" gibi sonuçlandırmaktadır. Bu nedenle de duasının kabul olmadığını düşünenler veya olumsuz bir olay yaşayanlar başlarına gelenler için daima "neden ben" diyerek "tanrılarına" bir çeşit "sitemde" bulunmaktadırlar.
Bu durumda Allah'a yapılacak duaların, Ayetlerde esasen insanların "Ruhlarında" hissettikleri "Allah" kavramı çerçevesinde ve Allah kavramına ayrı bir "şahsiyet" olarak hitap edilmeden yapılması gerekmektedir. Çünkü sanki bir diğer "insandan" yardım istenir gibi Ayetlerde açıklanan Allah kavramı dışında "İlah" veya "Tanrı" olarak düşünülen bir "şahsiyete" hitap edilerek onlardan "yardım" talep edilmesi ve isteklerde bulunulması, Allah kavramının "anlaşılamamış" olduğu anlamına gelmekte ve Allah yanında başka bir gücün bulunduğunun kabulü olmaktadır. Bu durum çok sayıdaki Ayetlerinde "Allah'a Ortak Koşmak" olarak tanımlanmakta ve bu durumda olanların ölüm sonrasındaki ortamlarda "azap" görecekleri ve "affedilmeyecekleri" bildirilmektedir. Bu açıdan bütün insanların ve özellikle hiçbir şeye inanmayanların Kur'an Ayetlerini dikkatle inceleyip Allah kavramı ile ilgili "gerçekler" üzerinde düşünmeleri ve "Anlamaya" çalışmaları önem taşımaktadır.
Öte yandan, "Allah'ın Ruhu" veya Allah'ın insan bünyesine indirdiği (Üflediği) Ruh konusunda insanlığın ilk dönemlerinden bu yana yapılan araştırmalar insanların ruhlarının bulunduğuna inandıklarını göstermektedir. Bütün geçmiş toplumlarda Ruh" kavramı bulunmakta, insan ruhunun "ölümsüz" olduğu ve genel olarak bu ortamın "öncesinde" her toplumun çeşitli şekillerde adlandırdığı fakat "Yaratıcı" olarak tanımladıkları bir "Yüce Varlık" ile birlikte olduğu ve insanın ölümünden sonra yeniden ona döneceği belirtilmektedir.
Bu konudaki bir bilim dalı olan Antropozofi'nin kurucusu Rudolf Steiner, ruhu üç kısımlı bir yapıda açıklamaktadır. Buna göre ruhun hislerle (duygular) ilgili kısmı, akıl ve kalp ile ilgili kısmı ve vicdan ya da şuur kısmı bulunmaktadır.
Ruh - Vikipedi (wikipedia.org)
Bu durum Adem ve Havva sonrasında bu Dünya ortamında yaşamış olan bütün geçmiş toplumlarda ilk olarak Adem tarafından insanlara öğretilen "Yaratılış" ve "Tek Yaratıcı Güç" ile ilgili "gerçeklerin" daha sonra "insansılar" ile olan birleşmeleri ile meydana gelen bütün "Akıllı" insan nesillerine aktarıldığını, ancak ortaya çıkan her toplumda meydana gelen anlayış ve kültürel farklılıkların etkisi ile bu "gerçeklerin" değişime uğradıklarını, bununla birlikte özündeki asıl unsurların bir şekilde sürdürüldüğünü göstermektedir. Bu süreçte "gerçeklerdeki" değişiklikler önemli boyutlara ulaştıklarında toplumların yeniden "doğru yola" yönlendirilmesi için Yüce Allah'ın "Peygamberler" görevlendirdiği Ayetlerde çok açık bir şekilde bildirilmektedir.
Kur’an’da Dua örneği olarak yer alan Ayetlerin anlam, amaç ve önemlerinin anlaşılması açısından konularına göre derlenerek incelenmesinde fayda bulunmaktadır. Buna göre Kur’an’da yer alan “Dualar” ile ilgili Ayetlerde yer alan açıklamalar dikkate alınarak Fatiha, Hz.Muhammed’e Önerilen Dualar, Peygamberlerin Duaları ve İnsanlara Dua Örnekleri başlıkları altında bir derleme yapılmıştır.
Fatiha Suresi
Yüce Allah Hz.Muhammed'e Kur'an'ı verdiğini hatırlatırken özellikle "tekrarlanan yedi Ayete" dikkat çekmektedir. Bu “yedi Ayet” Fatiha Suresi olarak adlandırılmakta ve Kur'an'ın "okunuş düzenine" göre Fatiha Suresi Kur'an'ın İlk "Suresi" ve yedi Ayet Kur'an'ın İlk "Ayetleri" olmaktadır.
Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi Ayeti ve yüce Kur'an'ı verdik. (54/87), (15/87)
Fatiha Suresi “yoktan tek yaratıcı güç” olan "Allah", "Yaratılış" ile ilgili "Sır" unsurlar ve insanın Allah ile ilişkisinin en üst boyutu olan "Dua" hakkındaki Ayetlerden oluşmaktadır. Yedi Ayetin içeriği Allah'ın bütün insanlara "Sözü" olan Kur'an’ın en "özlü” en "anlamlı" fakat aynı zamanda en "kapsamlı" bir "özetidir".
Bu eşsiz durumu nedeniyle Allah'a yapılacak her türlü Dualardan sonra "Kur'an’ın Özü" olan bu yedi Ayetin (Fatiha Suresinin) okunması ile, Yüce Allah en özlü ama en kapsamlı olarak "anılmış" olacağı, böylece insanı Allah ile olan birlikteliğe (Allah'a İmana) ulaştıracağı anlaşılmaktadır.
Bu nedenle söz konusu yedi Ayetin bütün insanların kendi dillerinde de okunması ve mutlaka en doğru bir şekilde anlaşılmasına çalışılması gerekmektedir. Bununla birlikte bu “Surenin” özellikleri dikkate alınarak “Arapça” aslının okunması da Müslümanlığın ulaştığı “evrensel” boyut nedeniyle bütün insanlar tarafından “birlikte yapılacak namaz ve diğer dualarda” kolaylıkla ayırt edilmesi açısından önem taşımaktadır.
1-BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
2-ELHAMDULİLLAHİ RABBİL ÂLEMİN
3-ERRAHMAN ERRAHİM
4-MALİKİYEVMİDDİN
5-İYYA KENA’BÜDÜ VE İYYA KENESTAİN
6-İHDİ NASRATEL MUSTAKİM
7-SIRATALLEZİNE EN’AMTE ALEYHİM, GAYRİL MAĞDU Bİ’ALEYHİM VELEDLALLİN
Kur'an Ayetlerinin okunmasını takiben, taşıdığı anlam ve önem nedeniyle esasen Allah'a yapılacak en özlü ama en kapsamlı "Dua" olan bu muhteşem "Surenin" okunarak Allah'ın anılması beklenmektedir.
Çünkü Fatiha Suresi, Allah'ın en özlü ama aynı zamanda en kapsamlı olarak tesbih (Anılması) edilmesidir.
Çünkü "Allah'ın Anılması" Yüce Yaratan'a yapılacak tüm duaların ve ibadetlerin "özü" olmaktadır.
Çünkü Allah bu vahyinde insanlara Allah'ın her an "anılması" için "Kur'an'ın özü olan" bu yedi Ayetin (Fatiha Suresinin) Allah'a yapılacak Dua ve İbadetlerde sürekli olarak "tekrarlanacağını" açıklamaktadır.
Bu dua, tüm yaratılmış olanları, halen bütün ortamlarda bulunanları ve yaratılacakları kapsamaktadır.
Çünkü "Allah'ın Sözü" ve Allah'ın en özlü ve anlamlı şekilde "anılması" olan Fatiha suresinin ölen kimsenin veya kimselerin "adı anılarak okunması" halinde, hem bu sureyi okuyan hayattaki insanın "Ruhunun" ve hem de ölenin "buradaki" bedeninden ayrılmış olan "Ruhunun" Allah ile olan bağını "en yoğun" bir biçimde "hissetmesine" yol açacağı söylenebilir. Zira "bilincinde" olmasa bile, ölen kimsenin "Ruhu", bu ortamdaki ölümü ile ölmemekte, yok olmamakta ve "Berzah" engeli nedeniyle herhangi bir yere gidememekte ve "Kıyamet" zamanını beklemektedir.
Bu nedenle diğer insanlar tarafından vefat etmiş insanlar düşünülerek (onların adları anılarak) okunması ile, özellikle bu yedi Ayette belirtilen Allah’ın övgü ile yüceltilmesi ve Allah’ın tüm yarattıklarına olan sevgi, şefkat ve merhametinin “tesbih edilmesi” nedeniyle, bu bekleyişte onların Kıyamet zamanını bekleyen “Ruhlarının” geçen zamanı “çok kısa” olarak algılamalarını ve “huzur” hissetmelerini sağlayacağı anlaşılmaktadır.
Bu nedenle tüm vefat etmiş insanlar hatırlandıklarında onlar için de Fatiha Suresi okunmaktadır.
Bu duruma benzer olarak, halen yaşayan bir kimsenin Kur’an-ı Kerim Ayetlerini "Allah'ın Sözü" olarak okuması (Hatim) veya Ayetlerde insanlara öğütlendiği şekilde bir iyilik yapması (Hayır) ile hissettiği Allah'a olan bağlılığının verdiği huzur ve tatmin duygusunun (sevabının) ölmüş olan kimselerin adını anarak onlarla paylaşması durumunda da yine hem kendisinin ve hem de paylaştığı kimselerin "Ruhlarının" Allah ile olan "bağlarını" yoğunlaştırdığı ve güçlendirdiği düşünülebilir.
1-BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Besmele olarak anılan bu surenin ilk ayeti Allah'ın merhametli, Şefkatli ve Bağışlayıcı olduğunu "Bütün İnsanlara" hatırlatmaktadır.
Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla. (5/1), (1/1)
Allah'a inanmış olan insanların bu nedenle herhangi bir işe başlarken bu Ayeti okumaları, onların “Yaratan” ile olan manevi bağlılıklarını hissettirmekte ve böylece o iş ve işlemin yapılmasında Büyük Allah'tan yardım talep ederek istendiği gibi sonuçlanması konusunda bir "öz güvenin" oluşmasını sağlamaktadır. Ayrıca ve en önemlisi olarak da tüm iş ve işlemlerin Allah'ın ilmi ve tasarrufunda bulunmasını kabul edip onaylayarak başlanacak iş ve işlem için bir "İzin" talep edilmektedir.
Besmelede yer alan Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatları ile ilgili olarak Elmalılı tefsirinde şu açıklama yer almaktadır.
"Görüyoruz ki; (Rahmân, Rahîm) ikisi de rahmet masdarından mübalağa (pek çokluk) ifade eden birer sıfat olmakla beraber aralarında önemli farklar vardır. Bu farkları göstermek için müfessirler epeyce açıklamada bulunmuşlardır. Biz şu kadarıyla yetineceğiz: Allah'ın Rahmân oluşu, ezele (başlangıcı olmayışa), Rahim oluşu ise lâ yezale (ölümsüzlüğe) göredir. Bundan dolayı yaratıklar, Allah'ın Rahmân olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahim olmasıyla da sonuçta meydana gelecek Rahmân'ı, ahiretin Rahîm'i denilmiştir. Aslında Allah, dünyanın da ahiretin de hem Rahmân'ı, hem de Rahîm'idir. Ve bu tabir de eski âlimlerden nakledilmiştir. Fakat her ikisinde öncelik itibariyle Rahman, sonralık itibariyle Rahim olduğuna işaret etmek için dünya Rahmân'ı ve ahiret Rahîmi denilmiştir ki, "hem müminlerin hem kâfirlerin Rahmân'ı, fakat yalnız müminlerin Rahîm'i" denilmesi de bundan ileri gelmektedir. "Allah müminlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." (Ahzâb, 33/43). "
http://www.enfal.de/telmalili/ahzab.htm
Açıklamada yer alan "Yaratıklar" tüm canlı ve maddesel yaratılmışlardır. Burada en önemli hususlardan birisi, Allah'ın kendisine karşı gelen ve inkâr eden "Akıllı" insanları da bu sıfatları ile bağışlanma ve nimetlere ulaşmada kısıtlamamış ve ayırmamıştır. Bu durum, inkâr eden insanların yaptıkları bu vahim yanlışlıkları fark edip gerçeklere yönelebilmelerinin her an mümkün olduğunu göstermektedir.
Besmele ile ilgili olarak Muhammed Esen'in yorumu ise aşağıdaki gibidir:
"Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin Allah'ın mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle Allah'ın aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder."
https://kuran.gen.tr/fatiha-suresi
2-ELHAMDULİLLAHİ RABBİL ÂLEMİN
Yaratılmış olup halen mevcut olan, yaşamını ve varlığını tamamlamış ve bu Evrende artık görülmeyip algılanmayan ve yaratılacak olan insanlar ve her şey, yaratılmalarını sağlayan Allah'ı över ve sadece Allah'ın övüleceğini kesin olarak söylerler (Hamd)
Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. (5/2), (1/2)
Bu durum, bizim algıladığımız anlamda "Her An" olmaktadır. Her an geçmiş, var olan ve gelecek olan her şey yaratılışlarından ötürü Allah'a "Hamd" ederler (Överler ve Yüceltirler). Bu durum, bütün yaratılanların Allah tarafından yaratılışlarında işlenmiş bulunan özelliklerinden dolayı kendiliğinden ve hiçbir şeyden etkilenmeden ilk yaratılıştan son ana kadar sürekli olarak ve her an gerçekleşmektedir.
Burada "Alemler" üzerinde bir başka açıdan durmak gerekmektedir. Alem kelimesi genel anlamı ile Dünya gibi düşünülmektedir. Ancak içeriğinde benzer şekilde yaratılmışların oluşturduğu topluluk veya disiplin şeklinde de ifade edilmektedir. Örneğin, canlılar alemi, cansızlar alemi, ruhlar alemi, hayvanlar alemi, uzay alemi, insanlar alemi, ahiret alemi, melekler alemi gibi.
Yüce Allah insanların bu şekilde tanımladıkları ve henüz tanımlayamadıkları "Tüm Alemlerin” Rabbi yani Tek Yaratıcı İlahı olduğunu ve tüm Alemlerdeki tüm yaratılmışlarının, kendilerini yaratmış (yaratıcıları) olan Allah'ı "Her An" övmekte olduklarını tüm İnsanlara çok açık bir şekilde hatırlatılmaktadır. Tüm İnsanlar, Allah ile ilgili olarak düşünürken bu noktadan başladıkları takdirde, Allah konusunda fikir sahibi olabilmeleri açısından ilk anahtarı kullanmış olacaklardır.
Tüm Alemlerdekiler Allah'ı kendi nitelikleri çerçevesinde övgü ve yücelterek anmakta ve her an Allah'a Övgüler sunmaktadırlar.
Ancak, insana yaratılış amacı nedeniyle ayrı bir konum verilmiştir. İnsanın, bu durumu aklı ile kendisinin bulması gerekmektedir. Nitekim diğer tüm yaratılanlar gibi insanın “beden” yapısındaki her şey, kendisi farkında olsun olmasın, bu şekilde ve kendiliğinden Allah'a "Hamd" etmekte, yani her an Allah'ı anarak Allah'ı övmekte ve şükür etmektedir. Sadece İnsana verilen Ruh, yine Allah'ın özel olarak insana verdiği "Akıl" yeteneği ile, bu övme ve şükretme olayını ayrıca anlamak durumundadır. İşte ancak o zaman insan bir beden yapısı olmaktan kurtularak "İnsan Olmak" düzeyine çıkabilecektir. Çünkü Ayetlere göre İnsanların yaratılışlarında ve Dünya'ya gönderilişlerindeki amaç budur. Bu nedenle insanın bu Dünya'daki ilk ve en önemli görevi verilen aklı kullanarak Allah'ı tanımak, hissetmek, Allah'a teslim olmak ve teslimiyetin en kesin bir ifadesi olarak da Allah'a ibadet etmektir.
Burada İnsan için özel bir durum olarak unutulmamalıdır ki her ibadet işlemine "Besmele" ile başlanılır ve "Fatiha" okunarak tamamlanır. Böylece ibadete ve aynı zamanda “her işe” Allah adi ile başlanmış, Allah'a övgüler sunulmuş ve dua edilmiş olunur.
Özet olarak tüm yaratılmış olanlar ve yaratılacak olanlar, onları yaratan Allah'ı "Övmekte" ve "Sadece O’nun "Övüleceğini" kendilerine verilen yeteneklere ve özelliklere göre ifade, kabul ve tasdik ederek Allah'a teslim olmaktadırlar.
Elmalılı tefsirinde "Âlem" kelimesinin Allah’tan başka her şeyi ifade ettiği, “Hamd” ile de saygı ifade eden bir övgüye işaret edildiği belirtilmektedir.
"Âlem kelimesi Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatından başka her şeye denilir. Âlemin çoğulunun, gerçekte akıl sahiblerinin dünyaları için kullanıldığı bellidir. Alimlerin çoğunun görüşü de budur. Akıl sahipleri âlemleri ise insanlar cinler ve meleklerdir.”
"Hamd, isteğe bağlı yapılan bir iyiliğe veya onun başlangıç noktası olan bir iyiliğe karşı gönül açıklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade eden bir övgü sözüdür. Kısmen medih, kısmen teşekkür ile birleşen bir övgü, bir çeşit övmek veya övülmek, iyi bir övüş veya övülüş, güzel bir övücü veya övülen olmak, ciddi bir övücülük veya övülücülük
hülasa bu anlamları kapsayan güzel ve ciddi bir sözdür. Arapça'dan hamd kelimesi bu mânâların hepsi için kullanılır. "
http://www.kuranikerim.com/telmalili/fatiha.htm
Görüldüğü gibi tüm yaratılmış ve yaratılacak olanlar bu yaratılışları için ve tekrar yaratılmaları için, saygı ile ve teşekkürlerle benzersiz bir övgünün sadece onları Yaratan Büyük Allah'a ait olacağını ifade, kabul ve tasdik etmekte ve Allah'a teslim olmaktadırlar.
3-ERRAHMAN ERRAHİM
Tüm yaratılanlar ve yaratılacak olanlar, yaratılışlarındaki amaç, teknoloji ve güzellikleri Allah'ın bu konulardaki benzersiz ve erişilemez özellikleri olarak kabul ve beyan etmektedirler.
O, rahmandır ve rahimdir. (5/3), (1/3)
Yaratılmış olan ve şu anda insanların algılama kapasiteleri içerisinde bulunan her şey incelendiğinde Allah'ın bunlar üzerinde kurduğu eşsiz denge düzeni ile insanı daima hayran bırakan güzellikleri mutlaka görülecektir. İnsanlar en küçük bir canlı yaratık veya maddelerin ve bitkilerin en küçük unsurlarını yıllar süren incelemelere tabi tutmakta, onların yapılarındaki “teknoloji” ve var oluş amaçlarını incelemekte, bu arada yapılarındaki güzelliklerini görerek her defasında hayran olmakta ve elde ettikleri bilgileri daima geliştirerek bu konularda giderek daha çok bilgi sahibi olmaktadırlar.
İnsanlık bu tür çalışmalarını daima sürdürecek ve her yeni aşamada yeni teknikleri ve güzellikleri görecektir. Bilim insanları bu nedenle Yüce Yaratan'ı tanımada daha şanslı ve ileride olabilirler. Sonuçta insanların bilim yolu ile Allah'ı ve yüceliğini kesin olarak göreceklerdir. Bilim, aklın kullanılmasıdır. Bilim, Allah'ın insanlara verdiği aklı kullanarak, nerede bulunduklarını, her şeyin ne amaçla orada olduklarını, hangi yapılarda bulunduklarını, bu yapılarının hangi etkilerle değişikliklere uğradıkları, her şeyin nasıl bir "Bilinç" ile değişen durumlara uyduğu bütün bunlar olurken her şeyin ayrı ayrı ne kadar güzellikte olduğu konularında her an daha çok gelişme göstermektedir.
Özet olarak tüm yaratılmış olanlar ve yaratılacak olanlar yaratılma amaçlarının, yaratılma eyleminin ve güzelliklerinin sonsuz şefkat ve merhameti ile her an yaratmakta olan Allah'tan geldiğini kendi yetenek ve kapasiteleri çerçevesinde ifade, kabul ve tasdik ederek Allah'a teslim olmaktadırlar.
Nitekim bazı tefsirlerde yaratılış ile ilgili olarak Allah'ın lütuf, sevgi, şefkat ve af (Rahmet) dağıtmasının “Rahman” ve bu rahmetin Allah'ın yarattıkları üzerinde görülmesinin (yansımasının) ve onlar üzerindeki etkisinin “Rahim” olarak ifade edildiği şeklinde yorum yapılmaktadır.
4-MALİKİYEVMİDDİN
Kur'an Ayetlerinde yer alan tüm açıklamalar, uyarı, öğüt ve öneriler çerçevesinde "Dinin" genellikle bir Yaratıcıya inanılmasında ve ona ibadet edilmesinde uyulacak kurallarından ve davranış şekillerinden ibaret olmadığı belirtilmekte ve "Din" olarak Allah'ın "Yaratıcılığı", her şeyi "Yoktan" yaratan "Tek Yaratıcı Güç" olduğu ve içinde bulunulan Evren ortamının ve diğer bilemediğimiz "tüm ortamların" bu "gerçekleri" kanıtlayan "tartışılamaz deliller" oldukları ifade edilmektedir. Buna göre Yüce Allah "Din Günü" tanımlaması ile bütün bu "oluşumun" tek "Yoktan Yaratıcısı" olarak "Ortadan Kaldırılmasının" ve dilediğine göre "Yeniden Yaratılmasının" da "Sahibi" olduğunu bildirmektedir.
Din gününün mâlikidir. (5/4), (1/4)
Yüce Allah insanlara bildirdiği bu gerçekleri "Yaratıcılığının" anlaşılabilmesi için Ayetlerinde açıklamakta ve Allah'ın "yaratışında" değişme bulunmadığını hatırlatarak tüm bunları "dosdoğru din" olarak tanımlamaktadır. Bu durumda insanların "Akıl" unsurunu kullanarak tüm bu gerçeklerin farkına varılması ve bunlara göre davranmaları topluca "Din" olarak belirtilmektedir.
Bu durumda Ayetlerde yer alan ifadeler topluca değerlendirildiğinde Allah'a ve Evren ve Evren Öncesi ve Ötesi tüm yaratılışların "Tek" yaratıcısının "Allah" olduğuna "İnanmak" ve buna göre Allah'ı "idrak etmek", "anlamak", "tanımak" ve Allah'a teslim olarak sadece Allah'a ibadet etmek topluca Din olarak tanımlanabilir.
Bu tanım çerçevesinde bazı yöntem ve uygulama birliği olarak bir "inanç sistemi" oluşturulması da kurumsal açıdan "Din" olarak tanımlanmakta ve insanların "toplum" olarak bir arada olmalarının sağlanmasında en etkili unsurlardan birisi olmaktadır.
Ancak Din konusunda tefsirlerde daha çok "Yaratıcıya" inanılmasında ve ona ibadet edilmesinde uyulacak kurallarından bahsedilmekte ve yorumlar yapılmaktadır. Nitekim Arapça bir kelime olan Din sözlük anlamı olarak ceza; insanlara Allah tarafından bildirilen ve önerilen doğrular ve gerçekler ile ilgili kanunların tümü; Evrenin, dünyanın, hayatın ve insanın yaratılış amaçları ve var oluş şekillerini açıklayarak onları anlamlandıran inanış; Allah'ın insanları dünya ve ölüm sonrası ortamlarını ifade eden ahirette rahat, huzur ve mutluluğa kavuşturmak için peygamberleri vasıtasıyla bildirdiği yol, emirler ve yasaklar; Peygamberin bildirdiği biçimde kulluk görevlerini belirleyen ilâhî düzen veya Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum olarak açıklanmaktadır.
din - Osmanlıca Türkçe Sözlük, lügât, لغت (luggat.com)
din ne demek TDK Sözlük Anlamı (sozluk.gov.tr)
Bazı tefsirlerde bu ve benzer anlamlardan hareketle "Din Günü", Evrenin yok olarak yeniden yaratılmasının başlangıcını teşkil eden ve Kur'an’da "Kıyamet" olarak tanımlanan "süreçte" Allah'ın “Birliği ve Yaratıcılığı" konularda kuşku duyanlar ve kabul etmeyip inkâr ve reddetme yolunu seçenlerin karşılaşacakları "ceza" nedeniyle "ceza günü" olarak tanımlanmaktadır. Buna karşılık Allah'a inanıp iyi işler yapan ve doğru yolda olan insanların da bu "imanlarının" karşılığında ödüllerini bu "Din Gününde" alacakları belirtilmektedir.
Yukarıda belirtildiği gibi şüphesiz Allah "Din Günü" tanımlaması ile bütün bu "oluşumun" tek "Yoktan Yaratıcısı" olarak "Ortadan Kaldırılmasının" ve "Yeniden Yaratılmasının" da "Sahibi" olarak yarattığı her şeyi, bizim anlama ve algılama sistemimize göre, yok edip yeniden yaratacaktır. Buna göre doğal olarak her şeyi Yaratan, her şeyin yok edileceği "Günün de" sahibidir. O gün orada verilecek hükümler ve yapılacak işlemler sadece Allah'ın tasarrufu ve yetkisi ile yürütülecektir. Bu konu "Kıyamet Süreci" ile ilgili çeşitli ayetlerde daha ayrıntılı olarak açıklanmaktadır.
Öte yandan bu konuda yapılan benzer açıklamalar da dikkate alındığında "Din", İnsanların akıllarını kullanarak Allah'ın içinde bulundukları Evren ve Dünya "Maddi" ortamlarının ve bilgi sahibi olmadığımız Allah'a mahsus olan "Gerçek Ortamın" ve diğer "Tüm Ortamların" yegâne "Yaratıcısı" olduğunu "Anlamaları" ve O'na "Teslim Olmaları" olarak düşünülebilir.
Bu düşünceye göre Din, insanlar tarafından bu ortamlar ile ilgili her şeyi "Merak" ederek "Araştırmak" suretiyle Allah'ın esasen "Tek Yoktan Yaratıcı Olduğunu" açıklayan bilgilerin tümünü kapsayan ve bilip bilemeyeceğimiz “her şeyin” kaynağını oluşturan bir çeşit “Mutlak ve Bilinçli Enerji” sisteminin “kaynağı” olduğunun anlaşılması, bu durumun "Kabul" edilmesi olduğu ve bu amaçla yapılan her türlü "Faaliyeti" içerdiği de söylenebilir.
“Din, Allah tarafından insanlara gönderilen bir sistemdir.”
(Uydurulan Din ve Kuran'daki Din Sayfa 20)
Bu faaliyet insanlar açısından "Gerçek Ortamda" yaratılmalarından itibaren başlamıştır ve bu Evren ve Dünya ortamının sona ereceği "Zamana" kadar sürecektir. Gerçekten Ayette Allah’ın “Din Gününün Maliki” olduğu ifadesinden bu sürecin tamamının "Din Günü" olarak tanımlandığı düşünülebilir. Buna göre Allah "Zaten" bilip bilemediğimiz her türlü "Maddi" veya "Maddi Olmayan" her şeyin "Tek Yaratıcısı" ve "Sahibi" olduğunu, yani "Dinin" sahibi olduğunu bizlere hatırlatmakta ve bu duruma dikkatlerimizi çekmektedir. Bize düşen bu "Gerçeği" bize verilen "Akıl" ile araştırıp "Anlamamız" ve Allah'ı bu gayretimiz ile "Algılamamız" ve Allah'ı, "Yoktan Tek Yaratan" olduğunu ve "Din Gününün" sahibi olduğunu kabul ederek Allah'a "Teslim" olmamızdır. Zira "Din Gününü" inkâr etmek onun "Sahibi" olan "Allah'ı" ve Allah'ın "Tek Yaratıcı" olduğunu inkâr etmek olacaktır.
İnsanı inanmaktan alıkoyan "Kuşku" veya "Zan" esasen nefs ile birlikte kendisinde bulunmaktadır. Şeytan insan "Benliğine" kendisinin "eklediği" bu durumdan yararlanıp zan olayını güçlü bir şekilde kullanarak insanın "Allah'a" ve Allah'ın "Tek Yaratan" olduğuna inanmasına yol açacak olan "Aklını" kullanmasını ve gayret göstermesini engellemekte ve nefsine yenilmesini sağlamaktadır.
Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz. (61/23), (41/23)
Bu nedenle insanlardan, "Akıllarını Kullanarak" kendilerine Peygamberler aracılığı ile iletilen "Gerçekler" üzerinde düşünmeleri ve tüm yaratılmış olanlar ve yaratılacak olanların "Kıyamet" günü yani bir anlamda Din Gününde yeniden yaratılacaklarını ve bugünün tek ve tartışmasız sahibinin Allah olduğunu ifade, kabul ve tasdik ederek Allah'a teslim olmaları, yani "Dine İnanmaları" beklenmektedir.
Diğer taraftan, özellikle toplum üzerinde siyasi olarak ya da inançlarını kullanarak "etkili" konumda bulunan "yönetici" veya "lider" olan insanların çoğunlukla "çıkarları" nedeniyle diğer insanların her zaman kendilerinin hükmü altında kalmalarını sağlamak için Din konusundaki tanımlamaları da bu amaçlarına "uygun" olarak şekillendirdikleri görülmektedir. Örneğin ülkemizde de 60'lı yıllarda Din Ali Fuat Başgil tarafından tanımlanana Din anlayışı böyle bu duruma yol açacak niteliktedir.
“Din sırf bir inançtan ibaret değildir. Aynı zamanda pratik bir hayat yolu, emirler ve yasaklar içeren bir kanundur. Dinin Kanunu’na itaat etmeyen kimse din nazarında suçludur. Dindar insan aynı zamanda devletin vatandaşıdır. Din ve devlet birleşik olduğu zaman sorun yoktur ancak ayrıldıkları zaman aralarında çetin bir mücadele kopar. Dinin emirleri ve devletin yasaları birbirine aykırı düşer, birbirini kovalar. Bu aykırılık Türkiye’de son haddini almıştır. İslam’da cihad kutsaldır ve Allah’ın emridir. İman vicdanın evinden çıkıp da eylem ve hareket haline gelmedikçe; var mıdır yok mudur bilinmez…”.
(Ali Fuat Başgil. “Din Hürriyeti” Türk Tarihi Dergisi Sayı 2. Sayfa 33-58)
Bu tür yorumlarla insanlar "Yaratılış" ve "Tek Yaratıcı" ile ilgili olarak bütün "Ortamların" bir "Yaratıcısı" olan "Tek Yoktan Yaratıcı Güç" olan Allah’ı "Anlamaları" ve O'na "Teslim Olmaları" olarak özetlenebilecek "Kişisel İnancı" ifade eden bir "Din" anlayışından uzaklaştırılmaktadır. Böylece insanlar, Peygamberler tarafından "Yaratıcının Vahiyleri" şeklinde inanlara iletilenlerin bu "gerçeklere" ve her şeyin "Yaratıcısı" olan "Yaratıcı Güce" teslim olmaları gerekirken, bu iletilerin sadece birtakım emirler ve yasakları içeren "Kanunlar" oldukları belirtilerek onlara tabi olmaya yönlendirilmekte, itaat etmeyenlerin "suçlu" olacağı ihtar edilmekte ve Din olarak tanımlanan bu düzenin "Devletin" ayrılmaz bir unsuru olduğuna ve Din "emirleri" ile Devletin "yasalarının" birbirine "aykırı" olamayacağına inandırılarak insanlar Devlet Gücüne teslim olmaya zorlanmaktadırlar.
Kur'an Ayetlerinde insanlardan Dinin kapsamında bulunan Yaratılışı sona ermeyi ve Yeniden Yaratılışı kapsayan "Din Gününün" sahibinin "Allah" olduğunu "şahsen" ifade, kabul ve tasdik ederek ve bu teslimiyetin sadece "kendisi ile Allah arasında" olduğunun "bilincine" ulaşarak Allah'a teslim olmaları, yani "Dine" inanmaları beklenmektedir. Nitekim bu samimi görüşlere sahip olanların "Allah'a İman" konusunda daha "bilgili" ve "bilinçli" olmayı amaç edinerek Mezhep, Tarikat ve Cemaatler olarak topluluk ve gruplar oluşturdukları bilinmektedir. Bununla birlikte Allah'a "İman" edenleri bu samimi inançlarından yararlanıp Dini sadece birtakım emirler ve yasakları içeren "Kanunlar" olduklarını belirtilerek insanları onlara tabi olmaya yönlendirilmeyi amaçlayan hatta zorlayan Mezhep, Tarikat ve Cemaatlerin de genel olarak "çıkar" sağlamaya ve insanlar üzerinde güç ve hakimiyet kurmaya yönelik olarak faaliyet gösterdikleri görülmektedir.
Ancak Ayette Dinde zorlama olmadığı bütün insanlara önemle hatırlatılmaktadır.
Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir. (87/256), (2/256)
Bu nedenle özel amaçlarla “birlikler” oluşturup hareket edenlerin bu Ayeti defalarca okuyup üzerinde düşünmeleri ve yaptıkları yanlışlıkları ve uyguladıkları yöntemleri tekrar gözden geçirip düzelterek doğru yola dönmeleri gerekmektedir.
Nitekim Diyanet İşleri eski başkanı Ali Bardakoğlu toplumumuzda bazı tarikat ve cemaatlerin siyaset ile de işbirliği yaparak ekonomik güç odakları haline geldiklerini bir yorumunda açıkça belirtilmektedir.
"Günümüzde tarikatlar din üzerinden din ticareti yapan, din üzerinden kazanan ve dünyaya yatıran bir ekonomik geliri, siyasi manevraları önemseyen dünyevileşmenin tam göbeğinde bir oluşuma dönüşmüştür. Günümüzdeki tarikatları İslam düşüncesinin ve ahlakının temsilcisi saymak İslam'a haksızlıktır."
Sorun Menzil’in aldığı ihale mi? - Aytunç ERKİN - Köşe Yazıları – Sözcü (sozcu.com.tr)
Bütün bu gerçekler dikkate alınarak Yüce Allah hakkında daima Kur'an Ayetlerine bağlı kalınarak "Dinin" Allah'ın "Yaratıcılığını", her şeyi "Yoktan" yaratan "Tek Yaratıcı Güç" ve yegâne "sahibi" olduğunu ve içinde bulunulan Evren ortamının ve diğer bilemediğimiz "tüm ortamların" bu "gerçekleri" kanıtlayan "tartışılamaz deliller" olduklarını anlamak Dinin tanımlanması açısından en doğru yaklaşım olmaktadır.
Buna göre Allah bütün insanlara “Bütün Yaratılışların" tek "Yaratıcısının" ve “Sahibinin” yalnız Allah olduğuna inanılmasını “Din” olarak bildirmekte, bu Dini “İslam” olarak adlandırmakta ve bütün insanlardan tek gerçek “inanç” olduğunu belirttiği “İslam” ile Allah’a “iman edilmesini” beklemektedir.
5-İYYA KENA’BÜDÜ VE İYYA KENESTAİN
İnsanların yalnızca Allah'a ait oldukları (kulluk) ve Allah'ın kendilerinden beklediklerine göre davranmalarının gerektiği ve herhangi bir durumda ve konuda sadece Allah'tan yardım istedikleri belirtilmektedir.
Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız. (5/5), (1/5)
Tüm yaratılmış olanlar ve yaratılacak olanlar; onları yaratan Allah'ı överek sadece Allah'ın övüleceğini, yaratılma amaçlarının, yaratılma sistemlerinin ve güzel yaratılmalarının Allah'tan geldiğini ve Kıyamet günü yeniden yaratılacaklarını ve bugünün tek ve tartışmasız sahibinin Allah olduğunu ifade, kabul ve tasdik ederek Allah'a teslim olduktan sonra, “İnsanlara” bu kabullerinin sonucu olarak sadece Allah'a kulluk edeceklerini ve sadece Allah'tan yardım isteyeceklerini ifade kabul ve tasdik etmelerinin gerektiği bildirilmektedir.
Bu kesin bir "Teslim Oluş" tur ve "İnsan Olmak" için en önemli koşuldur. Çünkü ancak insan kendi iradesi ile yukarıdaki gerçekleri görebilir, anlayabilir, düşünebilir ve bunları aklı ile değerlendirerek sonuçta Allah'a ve O’nun tekliğine ve kudretine kanaat getirebilir. İnsandan istenen de budur. Bu konu insanın “İnsan Olmak” için Dünyadaki oluş sebebi ve yegâne görevidir.
Böylece insanlar ve yaratılanlar sadece Allah'tan yardım isteyeceklerini bir taahhüt olarak beyan etmektedirler.
Bu beyanın bilincinde olmayanlar, Dünyadaki yaşamları sırasında bu beyanlarına uymayan düşünce ve davranışlarda bulunmaktadırlar. Allah, İslam Dininin insanlar için uygun olduğunu ve Hz.Muhammed'in insanlara gönderilen son peygamber olduğunu Kur'an’da açıklarken, Hz.Muhammed'in insanların velisi de olmadığını ve onlardan sorumlu bulunmadığını, sadece insanları uyarmakla yükümlü olduğunu ve onları zorlamaması gerektiğini önemle vurgulamaktadır.
Böyle iken birtakım insanların, bu konuda yeterli bilgi sahibi olmayan diğer insanlar üzerinde özellikle bazı ayetleri seçerek ve onları bunlar ile korkutarak kendilerine tabi hale getirmeleri ve buna göre bir sosyal sistem kurmaları kesin olarak dini açıdan bir değer taşımamaktadır.
Her insanın görevi kendi imkanları ile Yüce Kur'an’ı okumak, anlamak, verilen örnekleri değerlendirmek ve kendisine verilen görevi çok iyi anlamak ve sonuçta Allah'ı tanıyarak Allah'a teslim olmaktır. Bu görevi yaparken hiçbir insanın bir diğerine kendi düşündüğü bir yöntemi veya ve yönetim biçimini dayatması mümkün değildir. İnsanlar dini konularda ancak birbirlerine danışarak anlayışlarını birlikte bilgi birikimlerini geliştirebilirler ve bu konuda daha net anlayışlara ulaşabilirler. Ancak, bir kişinin veya grubun kendi anlayışlarını kabul ettirmek için diğerlerini zorlaması dini açıdan doğru değildir. Zira o Kişinin veya grubun ileri sürdüğü hususların doğruluğunu kim kanıtlayacaktır?
Bu ve benzer soruların cevabı ancak Kur'an’daki kesin hükümler ve örneklerde bulunmaktadır. İnsanlar bu hükümleri incelemek ve akılları ile yorumlayıp başkaları ile istişare ederek sonuçlara ulaşmak durumundadır. Bu açıdan bakıldığında, şeyhülislam, dini lider, molla, şeyh, derviş, baba vs. olarak tanımlanan insanların sadece öncekilerin görüş ve inanışlarına bağlı kalarak ancak yaşanan süreçte oluşan bilimsel gelişmeleri dikkate alarak görüşlerini buna göre geliştirmeden dini açıdan diğerlerine önderlik yapmaları insandan beklenen bir davranış değildir ve olmamalıdır.
Özet olarak tüm yaratılmış olanlar ve yaratılacak olanlar sadece Allah'a kulluk edeceklerini ve sadece Allah'tan yardım isteyeceklerini tartışmasız olarak ifade, kabul ve tasdik ederek Allah'a teslim olmaktadırlar.
Bu ayet aynı zamanda İnsanların Allah'a yapacağı dualar açısından en kesin anlamlı bir “uyarı” niteliğindedir ve daima hatırda tutulmalıdır.
6-İHDİ NASRATEL MUSTAKİM
Fatiha'nın 6 ve 7’nci Ayetleri, insanlar için Allah’a yapılacak en özlü, kesin, açıkça anlaşılan ve etkili “Dualar” olarak bütün insanlara önerilmektedir.
Bize doğru yolu göster. (5/6), (1/6)
Buna göre Allah'tan istenen "Doğru Yol", tüm Kur'an hükümlerinin özeti olarak yukarıdaki ayetlerde belirtilen hususların tamamını ifade etmektedir. "Doğru Yol" aynı zamanda "İnsan" olmayı ifade etmektedir. O nedenle Allah'tan "İnsan Olmak" için yardım talep edilmektedir.
7-SIRATALLEZİNE EN’AMTE ALEYHİM, GAYRİL MAĞDU Bİ’ALEYHİM VELEDLALLİN
Allah'tan "göstermesi" için dua edilen "Doğru Yolun" kendilerine Allah'ın lütfu ve ikramda bulunulan kimselerin yolu olduğu açıklanmaktadır.
Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil! (5/7), (1/7)
Buna göre yapılan “Duada”, Allah'ın lütfu ve ikramda bulunulan kimselerin yoluna ulaşamamış olan ve bu nedenle gazaba uğramış ve sapmışlar olarak ifade edilenlerin yoluna yönlendirmemesi, göstermemesi ve onların yolundan kendilerini uzak tutması Allah’tan istenmektedir.
Hz.Muhammed'e Önerilen Dualar
Yüce Allah, Dünya'daki yaşamış ve yaşayacak olan tüm insanlar arasında en yüce görevi verdiği ve “Tüm Alemler” için bir uyarıcı olarak gönderdiği Hz.Muhammed'e bu görevinde en üst başarıya ulaşabilmesi için çeşitli şekillerde yardımcı olduğunu Ayetlerinde bildirmektedir. Allah’a yapılan bu tür yardım talepleri "Dua" olarak tanımlanmaktadır.
Bunlardan biri de Allah'a yakarış ve Allah'tan yardım isteyişin nasıl olacağının kendisine Ayetler olarak iletilmiş olmasıdır. Bu Ayetlerde Hz.Muhammed için önerilen dualar, aynı zamanda üstlendikleri görevlerde insanlara yarar sağlamak üzene başarılı olmak isteyen tüm insanlar için de bir “Dua” örnekleri olmaktadır. İnsanlar açısından Allah'a yönelerek Allah'ın niteliklerini tekrarlamaları ve O'na teslim olmayı içtenlikle teyit etmeleri anlamında olan bu Duaların yapılması, “Allah’a” olan iman ve inanışlarının güçlendirilmesi anlamında insanlara güven vermektedir.
De ki: "Sabahın Rabbine sığınırım!” (20/1), (113/1)
“Yarattığı şeylerin şerrinden" (20/2), (113/2)
"Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden" (20/3), (113/3)
"Düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden" (20/4), (113/4)
"Ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden" (20/5), (113/5)
De ki: "İnsanların Rabbine sığınırım!” (21/1), (114/1)
"İnsanların Melikine” (21/2), (114/2)
"İnsanların İlâhına” (21/3), (114/3)
“İnsanların kalplerine vesvese sokan şeytanın şerrinden" (21/4), (114/4)
"Pusuya çekilen" (21/5), (114/6)
"Cin ve insanlardan" (21/6), (114/6)
Allah Hz.Muhammed'e verdiği bu evrensel görevi sırasında karşılaşacağı zorlu durumlarda Allah’tan nasıl yardım isteyeceği konusunda da yol göstermektedir.
Burada Hz.Muhammed'e içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulup rahat ve güvenli hissedebilmesi için çok önemli olan bu dualar önerilmektedir. Hz.Muhammed'e önerilen bu ve benzer Dua örnekleri, kıyamete kadar yaşayacak olan diğer tüm insanların da Allah'tan nasıl yardım isteyeceklerini gösteren birer örnek niteliğindedir.
Böylece Allah, peygamberlik görevinin ilk dönemlerinde onun maneviyatını güçlendirecek öğüt ve önerilerde bulunarak Hz.Muhammed'i her şeyi “Yoktan” yaratan “Tek Yaratıcı” ve her şeyin “Tek Sahibi” olduğuna inandığı Allah’ı “idrak etmeye” yönlendirmektedir. Böylece görüp göremediğimiz, algılayıp algılayamadığımız tüm ortamları ve bu ortamlardaki her şeyleri "Bir ve Tek Yaratıcının" gerçekleştirdiği fikrinin idrak edilmesi, insanların yaşamları ve beklentileri ile ilgili olarak ancak ve sadece bu "Tek Yaratıcı" olan Allah'tan yardım istemeleri sonucunu doğurmaktadır.
İnsanlar, Allah'ın lütfettiği "Akıl" unsuru nedeniyle, kendileri dışında yaratılmış olan diğer tüm unsurları tanımaya ve anlamaya çalışmaktadırlar. Çünkü insanların “Yaratılışı” anlamasında ve karşılaştıkları her türlü güçlükler ve sorunların giderilmesinde her şeyin “Yaratıcısı” olan Allah’tan yardım istemeleri ve O'na sığınmaları en "Doğal" bir yöneliş olmaktadır Bu nedenle karşılaşılacak kötülüklerden bu Dualarda "Sabahın Rabbi" ve "İnsanların Rabbi" olarak nitelendirilen Allah'a sığınılacağı Hz.Muhammed'e ve tüm İnsanlara öğütlenmekte ve önerilmektedir.
Bu iki çok önemli Duanın ilkinde sabaha özel bir vurgu yapılmakta ve Allah "Sabahın Rabbi" olarak anılmaktadır. Sonraki Ayette karanlığın çökmesi ile gecenin kötülüğüne işaret edilerek, insanlara her gecenin ertesinde sabahı getirenin de Allah olduğunun dikkate almalarının gerektiği açıklanmaktadır. Yani bu ortamın doğal bir durumu olarak algılanan gece-sabah döngüsü üzerinde dikkatle durulması ve nasıl mucizevi bir yapı ile bu döngünün devam ettiğinin ve tüm bunları "Yaratanın” fark edilerek Allah'ın gücü hakkında düşünülmesi ve bir zorluk hissedildiğinde Dua edilirken de ancak tüm bu mucizevi "Yaratılışların" yaratıcısına yalvarılması ve Allah'a sığınılması insanların akıllarına getirilmektedir.
İnsanlar, Allah tarafından yaratılmış bulunan ve insanların görüp algıladıkları her şey ve insanların görüp algılayamadığı nitelikteki yaratılmış olan her şey tarafından kendileri için sorun teşkil edecek etkilere maruz kalabilecektir. İnsanların en önemli niteliği olan akıllarını kullanmalarının sonucunda oluşan "Merak" nedeniyle Allah tarafından yaratılmış olmakla birlikte kendilerine zarar verebilecek olan unsurları etkilemeleri ve bu etkileşim sonucunda bu unsurların “şerrine” maruz kalmaları mümkün bulunmaktadır. Bu durumda Allah tarafından yaratılan ancak kendilerine zarar verebilecek olan “şeylere” karşı insanların yönelecekleri "Tek" makam, Allah'tır.
Allah, bu ortamda bir süre yaşamalarına izin verdiği insanlara, bu ortamın bazı nitelikleri konusunda da bazı delilleri hatırlatmaktadır. İnsanlar birlikte ve toplum olarak yaşamak üzere yaratılmıştır. İnsanlar, koyu bir gecede hiç bilmedikleri bir kırsalda yalnız olduklarında kendilerini çok zayıf ve çaresiz bulurlar. Böyle bir ortamda başlarına her an bir kötülük "Şer" gelebileceği fikrinden kurtulamazlar. Zira insanlara zarar verebilecek olan çok sayıdaki "Yaratılmış" varlıklar böyle karanlık ortamda ortaya çıkar ve bu durumun bilincinde olan insan böyle bir ortamda bulunmaktan rahatsız olur ve korkar. Bu tür karanlık bir ortamda insanlara zarar verebilecek şeylerin şerrinden korunmak için sadece Allah'tan yardım istenecektir.
Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. (55/1), (6/1)
Ayrıca, karanlık konusunda yapılan bilimsel çalışmalardan karanlığın da ışık karşıtı bir tür “madde” olabileceği düşünülmektedir. Bilim insanları bu durumu "Karanlık Enerji" veya "Siyah Enerji" olarak tanımlamaktadırlar.
Bu durumda karanlığın oluşmasına etkileyen unsurların insanların etkisi ile değişime uğraması sonucunda insanların olumsuz olarak etkileneceği sonuçların ortaya çıkması mümkün bulunmaktadır. Böyle bir gelişmenin önlenmesi ve insanlar için oluşturacağı zararlı durumların önlenmesi açısından her şeyin ve bu arada karanlığın da yaratıcısı olan Allah'a dua edilecektir.
Bu arada insanların yapılarında bulunan bir özelliğe de işaret edilmektedir. İnsanlar düşünceleri ile bazen diğer insanları etkileyebilmektedir. Bu etkilemeler insanlar arasında "Büyü" olarak bilinmektedir. Büyü yapmanın çok çeşitli şekilleri bulunmaktadır. Ayrıca, doğrudan büyü yapmasa bile diğer insanların herhangi bir özel durumuna gıpta edilmesi halinde kendilerine hakim olamayıp bu hislerini en üst seviyede "Kıskançlık" yapılması da diğer insanlar açısından en azından bir eziyet ve zulüm oluşturmakta, bazen tıpkı büyü yapılmış gibi çok daha kötü sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Bu şekilde diğer insanlara büyü veya kıskançlık yaparak zarar vermek, eziyet etmek, korkutmak ve genel anlamda kötülük yapmak üzere bu tür kabiliyetleri olan insanlarca yapılabilecek kötü niyetli etkileşimlerin önlenmesi için her şeyin yaratıcısı olan Allah'a sığınılacaktır. Zira şu geçek unutulmamalıdır: Allah'a, Allah'ın her şeyin "Yaratıcısı" olduğuna ve Allah'ın bilip bilemediğimiz her türlü şeylerin ve ortamların tek sahibi olduğuna içtenlikle inanan ve Allah'a tün benliği ile teslim olan insanlara, kötü niyetli olan diğer insanların etkili olmaları mümkün değildir. Çünkü inanmış insanlar Allah'a devamlı olarak bu ve benzer duaları inanarak ve içtenlikle yaparak Allah'a "Sığınmaktadırlar". Çünkü Allah bu şekilde "Kendisine" inanan ve teslim olan insanları her türlü kötülüklerden korumaktadır.
İkinci Duanın özellikle vurguladığı konu "İnsandır”. Bilip bilemediğimiz her şeyin Tek yaratıcısı olan Allah'ın "İnsanın Rabbi" olduğu özellikle belirtilmekte ve insanlara kendilerinin “yaratılmaları” ile ilgili olarak düşünmeleri ve bu mucizenin "Yaratıcısının” Allah olduğunu dikkate almalarının gerektiği açıklanmakta ve İnsanları "Yaratanın” fark edilerek Allah'ın gücü hakkında düşünülmesi ve bir zorluk hissedildiğinde Dua edilirken de ancak tüm bu mucizevi "Yaratılışların" yaratıcısına yalvarılması ve Allah'a sığınılması insanların akıllarına getirilmektedir.
Her şeyi yaratan olarak Allah, her şey ile birlikte tüm geçmiş, yaşayan ve gelecekte yaşayacak olan insanların da "Meliki" yani mutlak sahibi ve hakimi olduğunu bildirmektedir. Bu durumun doğal sonucu olarak Allah, insanların "İlahı" yani tapınılacak ve karşılaşılacak zorluklardan ve kötülüklerden kurtulmak üzere yalvarıp sığınacakları ve yardım isteyecekleri her şey için başvuracakları "Tek Güç" ve "Tek" makamdır.
Hz.Muhammed'e bu özel ve önemli gerçek hatırlatılmakta ve Allah'a bu durum dikkate alınarak ve hissedilerek Yüce Allah'a Dua edilmesi öğütlenmekte ve önerilmektedir. Tabii olarak bu öğüt ve öneriler Tüm İnsanlar için de geçerli öğüt ve öneri niteliğindedir.
Bu Duada Allah Hz.Muhammed'e karşılaşacağı sıkıntı ve zorluklarda çok etkisi olan ve bu etkisini insanların kalplerine “vesvese” sokarak yapan "Şeytan" konusunda bilgi vermekte ve bu etkiden kurtulmak için de her şeyin ve bu arada Şeytanın da yaratıcısı olarak "Kendisine" sığınılacağını hatırlatmaktadır. Zira, Şeytanın da Yaratıcısı olan Allah, İnsanların Allah’ı hatırlamaları ve anmaları sırasında Şeytanın etkisiz kalacağını ve insanların Allah ile olan ilişkilerinin zayıflayacağı ana kadar "Pusuda" kalacağını Hz.Muhammed'e ve dolayısı ile “Tüm İnsanlara” hatırlatılarak bu Duanın Allah'a yönelmek ve O'na sığınılarak O’ndan yardım istenmesinin daima Allah'ın anılmasına ve böylece Şeytanın etkisinin yok edilmesine neden olacağını iletmektedir.
Bu Dua ile bir diğer çok önemli konuya da dikkat çekilmektedir. Buna göre Şeytanın etkisi altında olan ve bu nedenle de aynı Şeytanın taciz ederek (musallat olarak) insanlara kötülük yapması gibi insanlara kötülük yapan insanların da aynı Şeytan gibi oldukları ifade edilmekte ve bir nevi "Şeytanlaşmış İnsan" ve "Şeytanlaşmış Cin" niteliği kazanan bu insanların "Şerrinden" korunmak için "İnsanın Yaratıcısı" olan Allah'a sığınarak Dua edilmesi önerilmektedir.
Görüldüğü gibi, Şeytan ve Şeytanlaşmış İnsanların kötülüklerinin ve etkilerinin önüne geçilmesinde ve kötülüklerden ve kötü etkilerden kurtulunmasında bu Duanın ne derecede önem taşıdığına Hz.Muhammed’in ve Tüm İnsanların dikkati çekilmektedir.
Daha önce "Gerçek Ortamda İlk Yaratılanlar" bölümünde açıklandığı gibi, Şeytan olarak tanımlanan unsur Kur'an’ın çok sayıdaki Ayetlerinde ayrıca belirtilmektedir. Yüce Allah'ın "gerçek Ortamda" yarattıklarından olan Şeytan'ın, "tüm ortamların" anladığımız anlamda fiziksel, kimyasal, elektronik, manyetik, elektrik ve daha henüz tanımlayamadığımız yapı taşlarının Allah'ın dileğine uygun olarak meydana getirilmelerinde, bunların birbirleri ile etkileşime geçmelerinin sağlanmasında ve tüm yaratılışların, yaratılmışların devamlılığının, gelişimlerinin ve değişimlerinin (Evrim) gerçekleştiği ve "Allah'ın Kanunları" olarak adlandırılan "ilahi" ve "değişmeyen" bir düzenin oluşturulmasında "özel işlevinin" ve "görevinin" bulunduğu anlaşılmaktadır. Buna göre Şeytan'ın ve Melek ve Cin olarak tanımlanan ve Allah’ın “iradesi” gereğince “dilediği” işlerin yapılmasında ve yürütülmelerinde görevlendirilen "Özel Unsurların" hiçbir zaman insan benzeri bir yapıya sahip olduklarının düşünülmemesi gerekmektedir.
Zira Allah'ın "Kendisinden" yaratmış olduğu bu Unsurların gerçek yapılarının, bizim bu ortamdaki algılama ve anlama yeteneklerimizin "ötesinde" bulunmaktadır ve bu "özel" durumun daima göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Örneğin elektrik veya manyetik alan gibi kavramları ancak etkilerini algılamak yoluyla varlıklarını anlayabilmekteyiz. Bu Unsurları da bazı etkilerini algılayabiliriz ancak gerçek yapıları hakkında bu ortamda asla “tam olarak” bilgi sahibi olamayız. Bu nedenle, bu tür Unsurlara "İnsani" bir şekil vererek anlatmak, çizmek hiçbir anlam taşımadığı gibi, insanların yanlış anlamalarına da neden olmaktadır.
Bu çok yönlü ve hemen her şey üzerinde etkili olan "Şeytan Unsuru", İnsanlar üzerinde de onları doğru yolda alıkoymak için "Zihinsel" olarak ve "nefs üzerinde hislerden yararlanarak" çok kolaylıkla etkili olmaktadır. Bu etki ancak Duada da belirtildiği bibi insanların Allah'ı "Anmaları" ve Allah'tan "yardım istemeleri" ile durdurulmakta ve tesirsiz hale getirilebilmektedir. Buna göre Yüce Allah Hz.Muhammed'e yapacağı her türlü iş ve işlemleri dürüstlükle yapabilmesi ve tamamlayabilmesi için Allah'ın yardımcı olmasını dilemesini (Duada bulunmasını) önermektedir.
Ve şöyle niyaz et: “Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” (50/80), (17/80)
Yine de ki: “Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur.” (50/81), (17/81)
Zira Allah, esasen "İradesini" yürütmek üzere "Kendi" Yarattığı Şeytan denen bu Unsurun "Allah’ı" anlayıp Allah'a teslim olma düzeyine ulaşabilen İnsanlara "Etki" etmesinin ancak "yapılacak "Dualar" ile önleneceğini bu Dua ile Hz.Muhammed'e ve Tüm İnsanlara iletmektedir.
Ayette daha genel olarak insanın bir yere girerken veya çıkarken ifadesi ile, bir işe başlarken veya bitirirken daima her şeyin iyi ve düzgün gitmesi, dürüstçe yapılması, sonucunun hayır doğurması için çabalaması; niyetinin ve gönlünün bu yönde olması ayrıca bunun için dua edip Allah’tan iyilik yönündeki çabalarında yardım dilemesi gerektiğine işaret edildiği de düşünülebilir. Nitekim Allah'a ait doğru ve gerçek olan her şeyi ifade eden Kur'an'ın (Hak) gelmesi ile buna kaşı olan her şeyin geçersiz (Batıl) olduğuna işaret edilerek tüm insanların daima Allah yoluna yönelmeleri önerilmektedir.
Şeytanların kışkırtmalarına karşı duramadıkları için insanlara bildirdiği "Vahiylere" inanmayanlara yeryüzündeki ve ölümleri sonrasındaki yaşamlarında yöneltilecek olan tehdit ve azaba, “onları ikna edemediğini” düşünerek kendisinin de maruz kalabileceğinden endişe eden Hz.Muhammed'e, kendisini bu inanmayan (Zalimler) topluluğunun içinde bulundurmaması ve Allah'a sığınarak "Merhameti" ile affetmesi için Ayet olarak vahyedilen bu "Dualar" önerilmektedir.
Ve de ki: “Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım!” (74/97), (23/97)
“Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım, Rabbim!” (74/98), (23/98)
De ki: “Bağışla ve merhamet et Rabbim! Sen merhametlilerin en iyisisin.” (74/118), (23/118)
Hz.Muhammed'e önerilen bu dua ile aynı zamanda insanların "nefslerinde" bulunan Şeytan'ın Dürtülerine karşı kendilerini "güçsüz" ve "çaresiz" gördüklerinde, kendilerini "Doğru Yoldan" alıkoyabilecek olan bu durumdan kurtulmaları için Sevgili Peygamberimize "vahiy edildiği" gibi Dua ederek "yardım" isteyebileceklerine işaret etmektedir.
Hz.Muhammed'e Allah'ın Sınırsız gücünü nasıl zikredeceğine ve "teyit" edeceğine dair öneriler yapılmaktadır.
De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin. (89/26), (3/26)
Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin. (89/27), (3/27)
Aynı zamanda bütün insanlara da Allah'a bilerek ve inanarak "inandıklarını" ve Allah'a "iman" ettiklerini yapacakları bu Dualar ile Allah'a iletebilecekleri açıklanmaktadır.
Böylece Allah konusunda insanların bilinçlerinde ve hafızalarında bir fikir ortamı açılmakta ve buna göre bütün insanlara, yaptıkları hatalarından dolayı "affedilmelerini" Allah'tan talep ederken, öncelikle Allah'ı ve gücünü anladıklarını ve Allah'a teslim olduklarını içtenlikle ifade etmeleri önerilmektedir.
Allah bir diğer Ayetinde Allah’tan başka ilâh olmadığını ve bütün insanları yaptıkları her şeyleri ve onları bekleyen sonlarını (gezip dolaştığınız yeri de duracağınız yeri) bildiğini hatırlatarak hem kendinin hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınların “günahlarının” bağışlanmasını Allah’tan dilemesini Hz.Muhammed’e bildirmektedir.
Bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Hem kendinin hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahlarının bağışlanmasını dile! Allah, gezip dolaştığınız yeri de duracağınız yeri de bilir. (95/19), (47/19)
Yüce Allah bu Ayeti ile iman etmiş erkeklerin ve kadınların "müminlerin" hataları, yanlışlıkları ve günah olarak tanımlanan davranışları nedeniyle onları affetmesi için Allah'a dua etmesini (bağışlanmalarını dilemesini) Hz.Muhammed'e bildirildiğini açıklamaktadır.
Buna göre Hz.Muhammed'e kendisinin ve mümin erkekler ile mümin kadınların günahlarının bağışlanmasını Allah'tan dilemesini istediği anlaşılmaktadır. Bu durum Hz.Muhammed'e verilen özel bir "lütuf" olmakta ve Allah'a ve insanlara ilettiği Kur'an'a inanıp iman edenler için Allah'tan "af" dileyebileceği (onlara şefaat edebileceği) bildirilmektedir.
Böylece iman edenlerin Allah'ın kendilerini af etmesi için dua edebilecekleri gibi, dualarında Hz.Muhammed'in de Allah'tan onlar için "af" dilemesini ve böylece onlara “şefaat etmesini” isteyebilecekleri anlaşılmaktadır.
Peygamberlerin Duaları
Kur'an Ayetlerinin bazıları Peygamberlerin Allah'a nasıl Dua ettiklerini anlatmaktadır. Ayet olarak İnsanlara açıklanan bu Duaların bu Dünya ortamındaki yaşamda ve "Ahiret" alemindeki yaşamlarımızda tüm insanlara en yararlı “Manevi Destek” olacağı ve huzur vereceği unutulmamalıdır.
Peygamberler gönderildikleri insanlara, Allah'tan yardım istemelerini, bunun için de dua etmelerini öğütlemektedirler. Burada yer alan ve Hz.Muhammed'e "vahiy" olarak aktarılan dualarda özellikle anne ve babaların, iyilik yapanların ve inananların affedilmesi ayrıca kendilerini de "doğru yola" yönlendirmesi için Peygamberler Allah'tan yardım istemektedir. Peygamberlerce yapılan bu Dualar ile ilgili Ayetlerde belirtilmektedir.
Yusuf Peygamberin Duası
"Ey Rabbim! Mülkten bana verdin ve bana olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni salihler arasına kat!" (53/101), (12/101)
Bu dua ile bütün insanlara bu yeryüzündeki yaşamlarında sahip oldukları mal mülk ve diğer yeteneklerin Allah'ın lütfu olduğunun bilincine varılması beklenmekte ve Allah'ın dünyada da ahirette de insanların "sahibi" olduğuna işaret edilmektedir. Böylece bütün insanlardan Müslüman olarak ölmelerini ve ”Salihler” arasına katılmalarını Allah'tan istemeleri öğüt verilmektedir.
(Rabbi kad ateytenı minel mülki ve allemtenı min te'vılil ehadıs fatıras semavati vel erdı ente veliyyı fid dünya vel ahırah teveffenı müslimev ve elhıknı bis salihıyn)
Nuh Peygamberin Duası
Nuh: "Rabbim!” dedi, “Yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma!" (71/26), (71/26)
"Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör doğururlar." (71/27), (71/27)
"Rabbim! Beni, ana-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla, zalimlerin de ancak helâkini arttır." (71/28), (71/28)
Nuh Peygamber toplumunun kendisine karşı gelerek ilettiği doğru yola inanmamaları nedeniyle ve gelecekteki insanların selameti ve kurtuluşa ulaşabilmeleri için “kavminden” inanmayanlardan (kafirler) yeryüzünde hiç kimseyi bırakmamasını Allah'tan dilemektedir. Çünkü onları bıraktığında İnkâr eden kafirlerin Allah'ın inanan kullarını saptıracaklarından ve ahlaksız, nankör insanlar yetiştireceklerinden endişe etmekte ve insanların yeryüzünde huzurla yaşamaları için Allah'tan bütün insanları doğru yola ulaştırmasını talep etmektedir.
Bu nedenle kendisini, anne ve babasını, iman etmiş olarak evine girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışlamasını, inanmamakla kafir olan "zalimlerin" de cezalarını (helâkini) arttırmasını Allah'tan dilemektedir. Bu nedenle Allah'tan kendisini anne ve babasını ayrıca evine girenlerden iman etmiş olanları ve yine iman etmiş erkek ve kadınları "bağışlaması" için Allah'a dua etmektedir.
(Rabbiğfirliy ve livalideyye ve limen de hale beytiye mu’minen ve lilmu’miniyne velmu’minati ve la tezidizzalimiyne illa tebaren.)
Burada Allah'a iman edenlerin diğer insanların zararına bir düşüncelerinin veya eylemlerinin olamayacağına, onları doğru yola yönlendireceklerine ve iman eden insanlar yetiştireceklerine işaret edilerek insanlara, Allah'a sığınmaları ve yanlış kişilerle temas kurmalarının ve iş yapmalarının önlenmesi açısından Allah'tan yardım istemeleri için bu Duayı yapmaları önerilmektedir.
Ancak "insan" toplumlarında iman etmemiş olan fakat insanların yararına işler yapıp onların yaşamlarını kolaylaştıranlar olduğu gibi, iman etmelerine rağmen bu imanlarında samimi olamayıp nefslerinin dürtülerine yenilerek diğer insanlara "zarar" verenlerin de bulunduğu unutulmamalıdır. Bu gibi imanlarında samimi olamayanlar da Nuh'un belirttiği "kafirler" kadar insanlara ve topluma zarar vereceklerdir.
Böyle "ikiyüzlülük" yaparak inanmış görünen ancak aslında kendi çıkarlarını gözetenler "münafık" olarak adlandırılmaktadır. Bu yüzden insanlar arasındaki ilişkilerde sadece "görünen" şekil ve davranışların yanıltıcı olabileceği unutulmamalı ve özellikle toplumun yönetiminin "emanet" edileceği her düzeydeki yöneticilerin seçiminde geçmişleri ile ilgili bilgiler derlenerek ve bir süre davranışları "gözlenerek" karar verilmesinin daha isabetli olacağı hatırlanmalıdır.
Eyyub'un Duası
Eyyub'u da hani Rabbine: "Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin" diye niyaz etmişti. (73/83), (21/83)
Eyyub Peygamberin bu duası ile insanlara, başlarına gelen herhangi bir olumsuz durum karşısında "Sabır" göstermeleri, bu durumun Allah'ın takdiri ile oluştuğunu "Kabul Etmeleri" ve bu durumdan çıkışın da yine Allah'ın "İzni ve Takdiri" ile olacağını kabul ederek Allah'a yönelmeleri ve Ayette yer alan Eyyub'un bu sözleri ile "Dua" etmeleri önerilmektedir.
(Rabbehu ennı messeniyed durru ve ente erhamür rahımın)
Yunus'un Duası
Zünnûn'u da o öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti, nihayet karanlıklar içinde: "Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!" diye niyaz etti. (73/87), (21/87)
Ayette Zünnun olarak belirtilen Yunus Peygamberin balığın karnında "karanlıklar içinde" ve dertlenip kendisini "kınayarak" içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarması için yaptığı bu duayı, çok sıkıntıda olan insanların Allah'tan kendilerini kurtuluşa ve huzura ulaştırması için Yunus'un "Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!" sözleri ile yapabileceklerine, böylece sıkıntılarından kurtulmayı ümit edebileceklerine işaret edilmektedir.
(la ilahe illa ente sübhaneke innı küntü minez zalimın)
İbrahim'in Duaları:
“Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat.” (47/83), (26/83)
“Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle!” (47/84), (26/84)
“Beni, Naîm cennetinin vârislerinden kıl.” (47/85), (26/85)
“Babamı da bağışla çünkü o sapıklardandır.” (47/86), (26/86)
“Dirilecekleri gün, beni mahcup etme.” (47/87), (26/87)
Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: "Rabbim! Bu şehri emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!" (72/35), (14/35)
"Çünkü, onlar insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin." (72/36), (14/36)
"İhtiyar halimde bana İsmail'i ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duayı işitendir." (72/39), (14/39)
"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; ey Rabbimiz! Duamı kabul et!" (72/40), (14/40)
"Ey Rabbimiz! hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve müminleri bağışla!" (72/41), (14/41)
İbrahim de demişti ki: "Ey Rabbim! Burayı emin bir şehir yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle." (87/126), (2/126)
Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, "Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin." (87/127), (2/127)
"Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin." (87/128), (2/128)
"Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan sensin." (87/129), (2/129)
Ayetlerde İbrahim Peygamber tarafından yapıldığı bildirilen bu duaların, aynı zamanda Yüce Allah'tan her konuda yardım istenmesi ve arzu ve isteklerin talep edilmesi konusunda bütün insanlara yol gösterdiği örnekler olduğu görülmektedir.
İbrahim Peygamberin Kur'an Ayeti olarak bildirilen dualarında Dünya yaşamına ait varlık ve zenginlik talebi yer almamakta fakat kendisinin ve ondan sonra gelecek olan insanların Allah'ın "razı" olacağı ve Cennet ortamlarına dahil edeceği kişiler olabilmeleri için yardım istenmektedir. Böylece, insanların "Yaratıcısını" tanıyıp Allah'a teslim olarak ölümleri sonrasında yeniden diriltildiklerinde "mahcup" olmayacakları ve “Ahiret Ortamlarında” yaşanacak olan "sonsuz yaşantılarında" rahata ve huzura kavuşacakları "bütün insanlara" hatırlatılmaktadır.
Dualarda özel olarak inanmamış (Sapıklardan) olan babasını da bağışlamasını dilemektedir. Buna göre Allah'a inanan ve Allah'a teslim olan "mümin" insanların inanmayan yakınlarının "bağışlanmaları" için Allah'tan yardım isteyebilecekleri söylenebilir. Ancak Yüce Allah bir diğer Ayetinde Allah'a ortak koşanlar için, böylece "kafir" olarak ölmüş olmaları nedeniyle Cehennem ehli oldukları açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, af dilemenin "peygambere" ve iman edenlere yaraşmadığı açıklanmaktadır.
Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara. (113/113), (9/113)
İbrahim'in babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi; ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi. (113/114), (9/114)
Buna göre hayatındaki bütün fırsatları bir kenara itip Allah’a şirk (ortak) koşmakta ısrar ettiği ve "öylece" öldüğü "açıkça" bilinen kişilerin bağışlanması için dua edilmesinin Allah'ın onaylamadığı bir davranış olduğuna işaret edilmektedir. Diyanet Tefsirinde yapılan açıklamada bu hükmün ölenin "kafir" olarak (şirk üzere) öldüğünün toplum tarafından açıkça bilinmesi haliyle sınırlı olduğu, nitekim bu konuda hiç kimsenin hayatta iken inançsız (kâfir) olarak öleceği bilinemeyeceğine göre, müminlerin henüz sağ olan inançsız bir kişinin doğru yola ulaşabilmesi (hidayete ermesi) ve bağışlanması için dua etmelerine bir engel olmadığı açıklanmaktadır. Nitekim, İbrahim peygamberin çok yumuşak huylu ve pek sabırlı olmasının yanında ona verdiği "söz" nedeniyle iman etmemiş (sapıklardan) olan babasının bağışlanması için dua ettiği ve babasının ortak koşanlardan (müşrik) olarak öldüğünden emin olması üzerine onun bağışlanması için duayı bıraktığı belirtilmektedir.
Bu durumda insanlara hayatta olduğu sürece hiç kimseyi imansız öleceğini peşinen “varsaymamalarının” daha doğru olacağı ve af edilmeleri için duada bulunmaları hatırlatılmaktadır. Zira bir insanın Allah'a ortak koşarak "kafir" olduğunun "açıkça" belli olması "somut" deliller gerektirmektedir. Buna rağmen yine de kesin olarak bu yargıya varılması mümkün bulunmamaktadır. Ayette o zamana ait olarak Hz.Muhammed'e karşı gelenlerin gösterdikleri aşırı davranışların kast edildiği düşünülebilir.
İbrahim Peygamber'in İsmail ile beraber "Beytullah'ın" temellerini yükseltirken Allah'a yaptığı "dualardan", Allah'ın onu daha önceki toplumların Allah' anmak için inşa ettikleri bir "toplanma yeri" niteliğinde olan yapının bulunduğu yere gönderdiği ve zamanla o yöredeki insanların doğru yoldan ayrılarak nefslerine yenilmeleri sonucunda terk edilen ve sonuçta bir "kalıntı" haline dönen ve "Allah’ın Evi" veya "Beytullah" olarak adlandırılan bu "toplanma yerini" yeniden inşa etme görevini ona verdiği görülmektedir.
İbrahim’in aldığı görevi yerine getirmek üzere bu "toplanma yerini" inşa ederken, inşaat tamamlandıktan sonra insanların toplanacakları bir belde (Şehir) olacak bu yeri “emniyetli” kılması, orada yaşayacak halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli meyvelerle beslemesi ve kendisini ve oğullarını putlara tapmaktan uzak tutması için Allah'a dua ettiği anlatılmaktadır. Buna göre Yüce Allah'ın İbrahim'e “Kâbe” olarak ta anılacak olan "Beytullah'ı" yeniden inşa etmesi görevini verirken, bu beldeyi ilk zamanında olduğu gibi, insanlar için bir "toplanma ve ibadet" yeri yapmayı "takdir ettiği" ve bu yöndeki "iradesini" İbrahim'e vahiy ederek insanlardan o "beldede" toplanıp Allah'ı anmalarını ve topluca ibadette bulunmalarını beklediği anlaşılmaktadır. Nitekim, İbrahim'in bu ıssız bölgede yeniden inşa etmesinden sonraki dönemlerde de Beytullah çeşitli zamanlarda onarılıp yenilenerek insanlar için yeniden bir "toplanma" yeri haline dönüşmüş ve insanların "devamlı" kalacakları bir şehir (Mekke) meydana gelmiştir. Yüce Allah İbrahim'in duasını kabul etmiş ve burada yaşayacak olan Allah'a ve ahiret gününe inananların beslenmesi için de çok sayıda nitelikleri bulunan "hurma" ve diğer çeşitli meyvelerin yetişmesini mümkün kılmıştır.
Günümüzde Beytullah'ın bulunduğu Mekke şehri Suudi Arabistan sınırları içinde bulunmaktadır. Suud Ailesi tarafından yönetilmekte Suudi Arabistan yönetimi, buradaki Ayetlerde bir belde (Şehir) olacağına işaret edilen bu "yeri" emniyetli kılması ve orada yaşayacak halkından "Allah'a ve ahiret gününe inananların" çeşitli meyvelerle beslemesi için İbrahim'in yaptığı dua nedeniyle, Kâbe’nin (Beytullah) bulunduğu Mekke şehrine sadece Müslümanların girmelerine izin vermektedir.
Günümüzün iletişim olanakları sayesinde yeryüzündeki insanlar bu "toplanma yerini" ve orada yapılan Allah'ı anmak, O'na teslim olmak ve İbrahim’in Duasında olduğu gibi "doğru yola" ulaşmak için Allah'a yapılan "duaları" ve "ibadetleri" anında izleyebilmektedirler. Bu nedenle, gördüklerinden etkilenerek "İslam’ı" merak eden ve "Şehadet Sözü" vererek "Müslüman" olmaya karar verenlerin de bu toplanma yerinde yapılan dua ve ibadetlere katılmalarının mümkün olması gerekmektedir. Şehadet Sözü Yüce Allah'tan başka hiçbir "Tanrını-İlahın" bulunmadığı ve Hz.Muhammed'in Allah'ın yarattığı bir insan olarak Allah'ın Peygamberi olduğunun kabul edilmesini ifade etmektedir. Bu ifadenin İslam’ın evrensel dili olarak Kur’an’ın bütün insanlara Arapça hitap etmesi nedeniyle Arapça olarak söylenmesi daha doğru olacaktır.
"Eşhedü En Lâ İlahe İllallah ve Eşhedü Enne Muhammeden Abduhu ve Resul Allah"
Böylece Yeryüzündeki herkesin bu sözü söyleyenin artık "Müslüman" olduğunu anlaması mümkün bulunmaktadır.
Puta tapınılması ile ilgili olarak yaptığı dua ile ilgili olarak da İbrahim Peygamber, kendi babası dahil yetiştiği toplumun "kendi elleri" ile yaptıkları şeyleri (Putlara) kutsallaştırdıklarını ve hiçbir şeye gücünün yetmeyeceğini bildikleri halde onlara ibadet ederek (Tapınarak) onlardan yardım beklediklerini ve böylece putların insanlardan birçoğunun doğru yoldan sapmasına sebep olduklarını gördüğü için kendisini ve oğullarını putlara tapmaktan uzak tutmasını Allah'tan dilemektedir.
İbrahim Peygamber ayrıca toplumuna ilettiklerine uyanların artık putlara tapınmalarına gerek olmadığına da inanacaklarına işaret ederek kim kendisine uyarsa onun kendisinin yanında olduğunu bildirmekte ve bağışlanmaları için Allah’a dua etmektedir. Kim de kendisine karşı gelirse artık onun durumunun gerçekten çok bağışlayan pek esirgeyen Allah'a ait olduğunu ifade ederek onları Allah'ın takdirine bırakmaktadır. Bu duanın devamı olarak da kendisini ve "soyundan gelecekleri" daima "Tek Yaratan" olan Allah'ı "anan", Allah'a "teslim olan" ve Allah'ı yücelterek Allah'a "Dua" edenlerden (Namaz) olması ve ölüm sonrasında yeryüzündeki işlemlerinden "hesap sorulacağı" zaman kendisini, anne ve babasını ve bütün inananları (Mümin) bağışlaması için Allah'a yalvarmaktadır.
İbrahim Peygamberin bu duası her salat (namaz rekâtı) sonunda selam vermeden önce okunmakta, böylece her namaz rekâtı tamamlandığında "İbrahim gibi" Allah'tan af dilenmektedir.
(Rabbenağfir lı ve li valideyye ve lil mü’minıne yevme yekumül hısab.)
İbrahim "doğru yola" ulaştırması için Allah'a yönelerek kendisini, neslini ve bu anlamda bütün insanları Allah'a boyun eğenlerden kılmasını, neslinden Allah'a itaat eden insanlar yaratmasını, ibadet usullerini göstermesini, yapılan tövbeleri kabul etmesini talep etmekte ve "tövbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan, üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan ancak sensin" diyerek bu taleplerinin kabulü için Allah'a "Duacı" olmaktadır. Böylece İbrahim aynı zamanda kendisinden sonra Peygamberler geleceğine ve en son olarak Allah'ın Ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber olan Hz.Muhammed'in gönderileceğine işaret etmektedir.
İbrahim'in kendisini, neslini ve bu anlamda bütün insanları "doğru yola" ulaştırması için Ayetlerde Allaha yaptığı açıklanan dualar, onun sözleri ile yapmaları için bütün insanlara bildirilmektedir. Buna göre Ayetlerde belirtilen bu duaları yapan her kes Allah'ın izni ile doğru yola yönelmiş olacak ve ilk adımı atmalarında onlara yol gösterecektir. İnsanlardan kendi durumlarını bu duaları dikkate alarak gözden geçirmeleri ve ölüm sonrasındaki ortamlarda "inanmış müminler" olarak Allah'ın vaat ettiği Cennet ortamlarına ulaşabilmek için bu duaları yapmalarının faydalı olacağını düşünmeleri beklenmektedir.
Zekeriyya'nın Duaları
Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti: "Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin" dedi. (89/38), (3/38)
Zekeriyya'yı da. Hani o, Rabbine şöyle niyaz etmişti: “Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen, vârislerin en hayırlısısın, (73/89), (21/89)
Biz onun da duasını kabul ettik ve ona Yahya'yı verdik; eşini de kendisi için elverişli kıldık. (73/90), (21/90)
Zekeriyya'nın hayırlı bir nesil için yaptığı bu "dua" ile kendisinden sonraki nesillerin "hayırlı" olmasını talep ettiği belirtilmektedir. Yüce Allah'ın Zekeriyya'nın bu duasını kabul ettiği ve ona oğlu Yahya'yı bir peygamber olarak müjdelediği bildirilmektedir.
Zekeriyya mâbedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: "Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime'yi tasdik edici, efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler." (89/39), (3/39)
Buna göre İnsanlara da bu şekilde "dua" ederek kendilerinden sonra bu ortama getirecekleri "nesillerinin" kendilerine ve bütün insanlara "hayırlı" olmaları için Yüce Allah'tan yardım istemelerinde yarar bulunduğu hatırlatılmaktadır. Bütün "İnsanların" özellikle evlilik bağı kurmaları ve birlikte yaşamaları sonucunda bu ortama getirecekleri insanlar için bu şekilde "Yaratıcıdan" yardım istemeleri hem kendileri ve hem de çocukları açısından önem taşımaktadır.
Zekeriyya'nın bir diğer duası ile, her şeyin sahibi ve bu ortam "yok olduktan" sonra kalan en "hayırlı varis" olduğunu ifade ederek Allah'tan kendisini "yalnız bırakmamasını" istediği belirtilmektedir. Yüce Yaratan Zekeriyya'nın bu duasını kabul ettiğini ve eşini "elverişli" kılarak ona Yahya'yı verdiğini açıklamaktadır.
İnsanların bu ortamda "yalnız" kalmalarının, özellikle ileri yaşlarda yalnız kalanların karşılaştıkları "zorluklar" dikkate alındığında, ne kadar önemli olduğu bütün insanlarca bilinmektedir. Bu önemi dikkate alınarak bu şekilde yapılacak dua ile Allah'tan bu durumda kalınmaması için yardım istenmesi gerekmektedir.
Öte yandan bu duaların yapılmasının aynı zamanda Allah'a olan inancın da bir "işareti" olduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü Allah'ın "Kendisine" yapılan talep ve istekleri (Duaları) eksiksiz ve şüphesiz olarak (hakkıyla) bilen ve "işiten" olduğunu ifade ederek Allah'ı anan (tesbih eden) insanların, bu duaların yapılması ile aynı zamanda Allah'ın "Yaratıcılığını" ve "Tek Yaratan" olduğunu "kabul" etmiş (mümin) olduklarına ve gelecek nesillerinin de böylece mümin olmalarına "vesile" olabileceklerine işaret edilmektedir.
Hz.Muhammed'in Duası
Bir kısım insanlar, müminlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve "Allah bize yeter. "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!" dediler. (89/173), (3/173)
Ayette geçen "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!" ifadesi, sıkıntıya veya dara düşüldüğünde Allah'ın yardımcı olacağını ifade eden bir "Dua" niteliğindedir.
(Hasbunallahu ve nimel Vekil ve nimel Mevla ve nimel Nasir. )
İnsanlara Dua Örnekleri
Yüce Allah birçok Ayetinde insanlara bazı "Dualar" önermektedir. Genellikle Hz.Muhammed'e "De ki" kelimeleri ile hitap ederek başlayan ve aslında Allah'ın bütün insanlara “önerisi” olarak "Allah'a İman ve Allah'a Teslimiyetin" ifadesi olan bu Duaların; her şeyin Allah’tan istenmesine, insanlara huzur, mutluluk ve hayır getirmesine, Allah'ın insanlardan hoşnut olmasına ve beğenisini (Rıza) kazanılabilmesine yardımcı olduğu hatırda tutularak “okunması” ve Allah’ın büyüklüğünün devamlı olarak anılarak yüceltilmesi (Tekbir) insanlara önerilmektedir.
Kur’an’da insanlara önerilen “Dualar” ile ilgili Ayetler, Allah’a İman, Allah’ı Yüceltme, Allah’tan Af Dileme, Allah’ın Yardımını İsteme, Şeytan’ın Etkisinden Kurtulma olarak derlenmiştir.
Allah’a İman
Ve şöyle niyaz et: “Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” (50/80), (17/80)
Ayette genel olarak insanın bir yere girerken veya çıkarken ifadesi ile, bir işe başlanması veya bitirilmesine işaret edildiği anlaşılmaktadır. Buna göre her şeyin ve yapılacak işin iyi ve düzgün gitmesi, doğru yapılması, sonucunun hayır doğurması ve niyetinin ve gönlünün bu yönde olması gerektiği hatırlatılarak hakkıyla yardım edici bir kuvvet vermesi için Allah’a yapılacak dua belirtilmektedir. Bu dua ile aynı zamanda rahmetine ve merhametine sığınılarak Allah’tan iyilik yönündeki çabalarında yardım dilenmesi gerektiğine işaret edildiği de düşünülebilir.
Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: “Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım.” (66/15), (46/15)
İnsanlara ana-babasına "iyilik" etmeleri önerilmektedir. Anne ve babaya yapılacak en güzel iyilik olarak, özellikle kırk yaşına varıp güçlü çağına eriştiklerinde, bu Ayette belirtildiği gibi dua etmeleri ve Allah'a teslim olmaları öğütlenmektedir. Yüce Allah, böylece "Kendisine" inanarak dua edip teslim olanların bu ortamda yaşarken yaptıklarının "iyisini" kabul edeceğini, günahlarını bağışlayacağını, onların "Cennetlikler" arasında olacaklarını ve bunun onlara verilmiş "doğru" bir "söz" olduğunu bütün insanlara bildirmektedir.
Ayrıca güçlü çağına erişip kırk yaşına ulaştığında ana-babasına "şükredebilmesi" ve yararlı işler yapabilmesi için "Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm ve elbette ki ben Müslümanlardanım.” diyerek kendisi ve gelecek nesli için dua edip Allah'a olan inanç ve teslimiyetini bildirmesi öğüt verilmektedir. Zira sonunda insanların ancak Allah'a "dönecekleri" ve o zaman yapmış olduklarının kendilerine bildirileceği hatırlatılmaktadır.
Hz.Muhammed'in Allah'a ve onun kendisine "indirdiği" Kur'an Ayetlerine inanarak "iman ettiği ve Hz.Muhammed'e inananların da her birinin de Allah'a, Allah'ın "iradesini" yürütmeyi üstlenen özel güçleri olan meleklerine, bütün zamanlarda insanlara gönderdiği uyarıcılara ve onlara "vahiy" ettiği kitaplarına "iman" ettikleri açıklanmaktadır.
Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik, Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" dediler. (87/285), (2/285)
Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı kendine, yapacağı da kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et! (87/286), (2/286)
Hz.Muhammed'e ve Allah'a inanarak "iman edenlerin", Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız, İşittik, itaat ettik, Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" diyerek "Dua" ettikleri belirtilmektedir. Buna göre insanlardan bu şekilde "dua" ederek "imanlarını güçlendirecekleri" bildirilmektedir.
Bu "Dua" ile bağlantılı olarak Yüce Allah, her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde sorumu (mükellef) kıldığını ve herkesin kendisine iletilen "gerçeklere" inanıp "iman ederek" yaptığı işler nedeniyle kazandığı Allah'ın lütfu olan iyi şeyleri ve faydaları ifade eden "hayırların" ve bu "gerçekleri" dikkate almayıp yapacağı işler nedeniyle karşılaştığı "kötülüklerin" kendine ait olduğunu hatırlatmaktadır. Buna göre, ölüm sonrasındaki yeniden diriltilme sırasında bu ortamda (yer yüzünde) yaşarken yaptıkları ile ilgili olarak sorgulandığında bu hayırların ve kötülüklerin önlerine konulacağı bildirilmektedir. Bu nedenle "Allah'a ve Allah'ın Peygamberleri ile bildirdiği "gerçeklere" iman eden" ve Allah'ı "bilerek" inkâr etmeyen insanlara, "unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme, bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme, bizi affet! bizi bağışla! bize acı! Sen bizim mevlamızsın (Allah’ımızsın), kafirler topluluğuna karşı bize yardım et!" diyerek dua etmelerini öğütlemektedir.
Bu dualar ilk Ayetin başlangıç kelimeleri ile anılmaktadır (Amener Resulü) ve içerdiği çok önemli "anlamlar" dikkate alındığında, önerilen ve öğütlenen bu duaların daima hatırlanarak içtenlikle söylenmesinin insanların imana ve doğru yola ulaşmalarında son derece etkili olduğu açıklanmaktadır. Unutulmaması ve "imanın güçlendirilmesi" için her yatsı namazından sonra bu duaların "Arapça" ve art arda söylenmesi bir gelenek olarak sürdürülmektedir.
(Amener rasulü bi ma ünzile ileyhi mir rabbihı vel mü’minun küllün amene billahi ve melaiketihı ve kütübihı ve rusülih la nüferriku beyne ehadim mir rusülih ve kalu semı’na ve eta’na ğufraneke rabbena ve ileykel masıyr
La yükellifüllahü nefsen illa vüs’ahaleha ma kesebet ve aleyha mektesebetrabbena la tüahızna in nesına ev ahta’na rabbena ve la tahmil aleyna ısran kema hameltehu alellezıne min kablina)
Ancak Ayetin yukarıdaki Türkçe karşılığı (meali) olarak dua edilmesinin de aynı şekilde etkili olacağı unutulmamalıdır.
Allah'a İman edenlerin Dünya hayatındaki yaşamlarında karşılaştıkları etkenler nedeniyle imanlarında zamanla azalma veya değişime uğraması mümkün olduğundan imanın korunmasında Allah'tan dua ile yardım istenmesi öğüt verilmektedir.
Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme, bize tarafından rahmet bağışla, lütfu en bol olan sensin. (89/8), (3/8)
Rabbimiz! Gelmesinde şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez. (89/9), (3/9)
Akl-ı Selim sahiplerinin, yani Allah'ın insanlara bahşettiği akıl yeteneğini, Allah'ın beklediği şekilde kullanabilen "İnsanların”, ulaştıkları idrak düzeyinin korunması gerektiğini, ancak taşıdıkları diğer unsurların etkisi ile bu düzeyin korunmasında yetersiz kalabileceklerini gördükleri bu nedenle de eriştikleri bu olumlu düzeyden geri düşmemek için Allah'a Ayette belirtildiği gibi "Dua" ederek Allah'ın yardımlarını ümit edebilecekleri bildirilmektedir.
Buna göre insanların, her an "Her şeyin Yaratıcısı" olarak insanların durumlarını en iyi "bilen" ve söz verdiği bir günde insanları tekrar toplayacak ve asla sözünden dönmeyecek olanın "Tek Yoktan Yaratan Gücün” Allah olduğunu anlayıp Allah'ın gösterdiği şekilde Allah'ı yolu olan "Doğru Yol" üzerinde olup olmadıklarını gözden geçirerek yanlış yapmamak için Allah'tan yardım istemeleri gerekmektedir.
Nitekim iman edenlerin her zaman ve her durumda göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşündükleri ve algıladıkları muhteşem "Yaratılışlar" karşısında hayranlık duydukları ve Allah'ın "Büyüklüğünü" hissettikleri belirtilmektedir. Böylece Allah'ın "Yüceliğini" ve O'na olan teslimiyetlerini ifade ederek yaptıkları yanlışlar ve hatalar nedeniyle af edilmeleri için yapılması önerilen "Dualar" insanlara hatırlatılmaktadır.
Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler. "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!" (89/191), (3/191)
"Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur." (89/192), (3/192)
"Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, "Rabbinize inanın!" diye imana çağıran bir davetçiyi işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!" (89/193), (3/193)
"Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vadettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil-rüsvay etme; şüphesiz sen vaadinden caymazsın!" (89/194), (3/194)
Ayrıca Zor durumlarda kalındığında ve sıkıntılar çekildiğinde de bu Ayetlerdeki ifadeler ile "dua" edilmesi halinde Yüce Allah'ın bu dualarına karşılık olarak ister erkek ister kadın olsun Allah yolunda çaba gösterenlerden hiç kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağı, Allah yolunda eziyete uğrayanların, yurtlarından çıkarılanların, savaşarak ölenlerin kötülüklerini örteceği ve onları Allah'tan bir mükafat olarak, içinden ırmaklar akan Cennetlere sokacağı, bunun Allah tarafından bir "mükafat" olduğu, zira Allah'a imanın karşılığının en güzelinin Allah'ın katında olduğu bildirilmektedir.
Allah’ı Yüceltme
"Çocuk edinmeyen, hakimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı olmayan Allah'a hamdederim" de ve tekbir getirerek Allah'ın şanını yücelt! (50/111), (17/111)
Yüce Allah’a yapılacak dualarda Allah’ın çocuk edinmeyen, hakimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı olmadığının ifade edilmesi (onaylanması), Allah’a teşekkür edilerek (şükür) övülmesi (hamdederim) ve Allah’ın şanının ve büyüklüğünün anılarak yüceltilmesi (Tekbir) beklenmektedir.
Allah’ın şanının yüceltilmesi (Tekbir getirilmesi), her zaman ve her vesile ile yapılacak dualarda ve özellikle Salat (namaz) sırasında ve sonrasında söylenmek üzere insanlara önerilen bir “yakarış” olarak söylenmektedir.
Allah’tan Af Dileme
"Rabbim! Beni, ana-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla, zalimlerin de ancak helâkini arttır." (71/28), (71/28)
Nuh Peygamber iman etmişler olarak kendisini, anne ve babasını, iman etmiş olarak evine girenleri ve diğer tüm iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışlaması için Allah'a dua etmekte, buna karşılık iman etmeyip "zalimlerden" olanların da hak ettikleri cezalarını (helakını) arttırmasını Allah'tan dilemektedir.
Özellikle anne ve baba başta olmak üzere insanların bağışlanmalarının dilenmesi ile ilgili Nuh Peygamberin duasının bütün insanlara önerildiği söylenebilir.
Allah'a iman etmişlerin aralarında birlik ve huzurun devamlı olması açısından birbirlerine karşı anlayışlı, hoş görülü ve merhametli olmalarının önemine işaret edilmekte ve bunun sağlanmasında yardımcı olması için Allah'a yapılacak dua açıklanmaktadır.
Bunların arkasından gelenler şöyle derler: “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (101/10), (59/10)
Bütün insanlara böylece "nefslerinin" esiri olmamaları ihtar edilmekte ve bu dünyada ve ahiret ortamında huzura ve mutluluğa kavuşmalarında yardımcı olmak üzere Allah'a bu şekilde dua etmeleri önerilmektedir.
Allah’ın Yardımını İsteme
O gençler mağaraya sığınmışlar ve: “Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla!” demişlerdi. (69/10), (18/10)
Ayette içinde bulundukları toplum tarafından zulme ve baskıya uğrayarak haksızlığa maruz kalmaları nedeniyle mağaraya (Kehf) sığınan gençlerin Allah’a nasıl yakardıkları belirtilmektedir.
Bu dua örneği, bütün insanlara da herhangi bir şekilde karşılaştıkları “sıkıntılı” durumlardan, maruz kaldıkları baskılardan veya zulümden kurtulabilmeleri (selamete ulaşabilmek) için, Allah'ın onlara yardımcı olacağına inanarak bu gençlerin “yakarışını” söyleyip Allah'ın yardımını isteyebileceklerine işaret edilmektedir.
İnsanların, Allah'tan talepte bulunurken dahi nefslerinin etkisi altında bulundukları ve bu nedenle yaptıkları dualarda sadece Dünya hayatına yönelik isteklerde bulundukları belirtilerek bu konuda akıl yürütülmesi ve Kur'an’ın öğütleri doğrultusunda asıl ortamın Dünya hayatından sonra olduğunun unutulmaması beklenmektedir.
İnsanlardan öyleleri var ki: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver" derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur. (87/200), (2/200)
Onlardan bir kısmı da:" Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver, bizi cehennem azabından koru!" derler. (87/201), (2/201)
İşte onlar için, kazandıklarından büyük bir nasip vardır. Allah'ın hesabı çok süratlidir. (87/202), (2/202)
Bu nedenle Allah'ı akıl yolu ile ve bilerek algılayıp tanıyanların, yani Allah'a inananların dualarında ve yakarışlarında Dünyada ve Ahirette iyilik isteyecekleri insanlara hatırlatılmaktadır. Zira önerildiği gibi Dua edenlere beklentilerinden (kazandıklarından) daha büyük bir nasip olduğu ve bunun çok süratle gerçekleşeceği açıklanmaktadır.
Bu dua Arapça olarak "Rabbenâ âtinâ fiyddünyâ haseneten ve fiyl âhırati haseneten vekınâ azâben nâr" olarak okunmaktadır ve Allah'ın anılması ve yardımlarının istenmesi açısından her zaman hatırlanmasında ve daima okunmasında fayda bulunmaktadır.
Şeytan’ın Etkisinden Kurtulma
Allah’ın “Yaratılış” ile ilgili iradesini yürütmekte olması nedeniyle hemen her şey üzerinde etkili olan "Şeytan’ın”, yaratılmasına “itiraz ettiği” İnsanlar üzerinde de onları doğru yoldan alıkoymak için "Ruhlarına eklediği” hislerden yararlanarak çok kolaylıkla ve çok yönlü etkili olduğu Ayetlerde bildirilmektedir. Bu etki ancak Duada da belirtildiği gibi insanların Allah'ı "Anmaları" ve Allah'tan "yardım istemeleri" ile durdurulmakta ve tesirsiz hale getirilebilmektedir.
Bu nedenle Yüce Allah bütün insanlara yapacakları her türlü iş ve işlemleri dürüstlükle yapabilmeleri ve tamamlayabilmeleri için Allah'ın yardımcı olmasını dilemelerini (Duada bulunmasını) önermekte ve bu önerisinin bütün insanlara iletilmesini Hz.Muhammed'e bildirmektedir.
Kulumuz Eyyub'u da an. O, Rabbine: “Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi” diye seslenmişti. (38/41/, (38/41)
Ve de ki: “Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım!” (74/97), (23/97)
“Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım, Rabbim!” (74/98), (23/98)
Ve itaat dışına çıkan her şeytandan koruduk. (56/7), (37/7)
İnsanın herhangi bir zaman “üzerinde” Şeytanın etkisini hissettiği ve Şeytanın bu etkisinden kurtulmak istediği zaman bu duaların okunması gerekmektedir. Özellikle Kur’an okunurken ve anlamaya çalışılırken bu dualar daima hatırlanmalı ve söylenmelidir. Bunun yanında Akıl kullanılarak yapılan herhangi bir işte veya bir konuda karar verilmesinde “kuşku” duyulması veya tereddüt edilmesinin Şeytan etkisi nedeniyle olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle her biri bir “Dua” olan söz konusu Ayetlerin her türlü “kötü” etkilerden kurtulunması açısından hissedilerek okunmasında fayda bulunmaktadır.
Bu Dua Arapça olarak şöyle okunmaktadır:
"rabbehu ennı messeniyeş şeytanü bi nusbiv ve azab"
"rabbi euzü bike min hemezatiş şeyatıyn"
"Ve euzü bike rabbi ey yahdurun"
"Ve hıfzam min külli şeytanim marid"
Özellikle Şeytan’ın ve Şeytanlaşmış İnsanların etkilerinden ve diğer her türlü kötülüklerden korunmak ve kurtulmak için, Hz.Muhammed’e önerilen ve Ayetlerinin bütünü bir “Dua” olan Felak Suresinin ve Nas Suresinin okunarak Allah'ın yardım istenmesinin en etkili “Dua” olduğuna işaret edilmektedir.
Görüldüğü gibi İnsanlar ne kadar dikkatli ve doğru yol üzerinde oldukları kanaatinde olurlarsa olsunlar, Şeytan’ın mutlaka bir şekilde küçük de olsa onlara yanlış yaptırma ihtimali bulunmaktadır. Bu nedenle yardımcı olması için daima Allah’a Dua edilmesi gerektiğine dikkat çekilmektedir.
De ki: “Bağışla ve merhamet et Rabbim! Sen merhametlilerin en iyisisin.” (74/118), (23/118)
Her insanın “Allah’ın Ruhundan” taşıdığı Ruhunu “hatırlamasında” çok önemli etkisi nedeniyle bu duanın her vesile ile mutlaka hatırlanması ve okunması gerekmektedir.
İnsanların yeryüzündeki yaşamlarında mutluluk ve huzur bulmasında önemli bir diğer konu olarak göz aydınlığı olacak eşlere ve nesillere (zürriyetler) sahip olmak üzere “aile kurmalarında” verecekleri kararlarda yardımcı ve destek olması için Allah’a Dua edilmesi bütün insanlara öğüt verilmektedir.
“Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl!” derler. (42/74), (25/74)
Böylece Allah’ın bağışlaması ile mutluluk ve huzurlu bir aile kuranların iman etmiş “takva sahibi” müminlere de önder olacakları belirtilmektedir.
“Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat.” (47/83), (26/83)
İbrahim Peygamberin inanmayanlar karşısında yaptığı bu duanın “İnsan Olmak” açısından son derece etkili ve önemli olduğu anlaşılmaktadır.
Bir diğer dua ile, Süleyman Peygamberin kendisine verilen bilgi ve yetenek karşılığında yaptığı elde ettikleri her şeyin Allah'tan geldiğini anlayıp Allah’ın kendisine ve geçmişlerine verdiği “nimete” şükrederek, hoşnut (razı) olacağı iyi işler yapmayı ve böylece “merhameti” ile iyi insanların arasına katılmayı başarmasında yardımcı olması için Allah’tan yardım istenmesi gerektiği belirtilmektedir.
Onun sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: “Ey Rabbim! Beni gerek bana gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat.” (48/19), (27/19)
Duada görüldüğü gibi, "Şükretmeye muvaffak kıl" denilmektedir. İnsanlar hangi şekilde şükür etseler verilenlere tam bir teşekkür edemezler, çünkü akıllarının erdikleri buna yetmez. Ayrıca, insanlar bir şeyi elde ettiklerinde şeytanın etkisi ile onu hemen kendilerine mal ederler. Bu nedenle de her şeyin asıl sahibine şükür etmekten alıkonulurlar ve şükür etmekten aciz kalırlar. Bu nedenle de şükür etmeye muvaffak olunması için Allah'tan yardım talep edilmektedir.
Yüce Allah “İman Eden” insanların bunun bir sonucu olarak yine Allah’ın anılmasını ve yüceltilmesini yönelinmesini istemektedir.
Şüphesiz ki, benim koruyanım Kitab'ı indiren Allah'tır. Ve O bütün salih kullarını görüp gözetir. (39/196), (7/196)
Rabbiniz şöyle buyurdu: “Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” (60/60), (40/60)
Allah’ın anılması ve yüceltilmesi ancak “dua” ile mümkündür. Çünkü “Dua” eden insan öncelikle Allah'ı tanımıştır ve Allah'a teslim olmuştur. Ayrıca Yüce Allah Kendisine “Dua” edilmesi halinde kabul edeceğini açıklamaktadır. Buna karşılık Allah'a inanmayıp ibadeti bırakıp büyüklük taslayanların “İnsan Olmak" düzeyine ulaşamamış oldukları açıklanmakta ve belirtilen şekilde aşağılandıkları bir sonun (cehennem) onları beklediğini bildirmektedir.
Yusuf Peygamberin yaptığı dua ile bütün insanlara bu yeryüzündeki yaşamlarında sahip oldukları mal mülk ve diğer yeteneklerin Allah'ın lütfu olduğunun bilincine varılması beklenmekte ve Allah'ın dünyada da ahirette de insanların "sahibi" olduğuna işaret edilmektedir. "Ey Rabbim! Mülkten bana verdin ve bana olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin.
"Ey Rabbim! Mülkten bana verdin ve bana olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni salihler arasına kat!" (53/101), (12/101)
Böylece bütün insanlardan Müslüman olarak ölmelerini ve ”Salihler” arasına katılmalarını Allah'tan istemeleri öğüt verilmektedir.
Kuran Araştırma Grubu tarafından yayınlanan “Kuran’daki Dualar ve Seçme Ayetler” kitapçığında ayrıntılı dua örnekleri bulunmaktadır. (İstanbul Yayınevi-2003)
İnsanlara Dua ile ilgili öğütler
Yüce Allah insanlara nasıl dua edecekleri konusunda Ayetlerinde açıklamalarda ve önerilerde bulunmaktadır.
Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. (39/55), (7/55)
Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a korkarak ve umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır. (39/56), (7/56)
Allah, insanlara Dua etmelerini öğütlemektedir. Dua bir anlamda Yüce Yaratan'dan bir isteğin talep edilmesi olarak tanımlanabilir. Bunun için öncelikle insanlarda "Allah" kavramının bulunması gerekmektedir.
Yaratılış ile ilgili bölümlerde açıklandığı gibi, Yüce Allah’ın öncelikle bu ortamda yaşamış ve yaşayacak olan bütün insanların Ruhlarını yarattığı, sonra bütün İnsan Ruhlarını bir arada topladığı ve bu toplantıda (Elest Toplantısı) tüm insanların her birine ait Ruhların Allah’ın her şeyi yaratan tek yaratıcısı (Rabbi) olduğunu “idrak ve şahitlik” ettikleri, böylece Allah “kavramının” her şeyi “yoktan” yaratan “Tek Yaratıcı” olarak bütün insanlarda bulunduğu bildirilmektedir. Ancak insanlardan kendilerine bildirilmiş olan Kur’an Ayetlerini akıllarını kullanmak suretiyle okuyup anlayarak bu “gerçeğin” farkına varmaları beklenmektedir. Zira her şeyi “yoktan” yaratan “Tek Yaratıcıya” inanmadan kime ve nasıl dua edilecektir? Veya Yüce Yaratan'dan başka “neye” dua edilecektir?
Görüleceği gibi Dua sadece bir şeyi istemek ile sınırlı bir talep olmaktan çok fazla anlamları olan bir durumu anlatmaktadır. Yaşadığımız ortamda her an bir şeyi birisinden istemekte olduğumuz durumları dua olarak düşünmek "Dua" açısından çok yetersiz bir anlam taşımaktadır.
Çünkü öncelikle insanların yaşamakta olduğu Dünya ortamının, Dünya ortamının bir parçası olduğu Evren’in ve henüz bilinemeyen "Diğer Ortamların", kısaca "Her Şeyin" yaratıcısı olan ve bizi de yaratmış olan Allah'ın “Ruhunu” taşıdığının insanlar tarafından anlaşılması gerekmektedir. Ancak bu anlayışa erişildiğinde her türlü istek ve beklentilerle ilgili taleplerin sadece Allah'a yapılabileceği gerçeği idrak edilecektir. Bu nedenle Dua, sadece Allah'a yapılacaktır.
Öte yandan, Dua edilirken, dua edilen “makamın” Allah olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve taleplerin ona göre seçilip ona göre belli bir saygı ve teslimiyet çerçevesinde ve “haddi aşmadan" dillendirilmesine çok dikkat edilmesi gerekecektir.
Bu konuda Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde şöyle bir açıklama bulunmaktadır.
“DUA: Küçüğün büyükten, acizin güçlüden ihtiyaç ve arzusunu ciddi olarak istemesi ve rica etmesi demek olduğundan fiil, söz ve hâl olarak yalvarmak, ihlâs ve ciddilik, bir de istenilen şeyin isteyen ve kendisinden istenilenin hâl ve şanlarına layık ve uygun olması, aralarındaki nisbeti bozucu olmaması duanın tarifinde dahil şartlarındandır. Bunun için duada yalvarma halinde bulunmamak varlığa, pervasızlığa, bir çeşit çalıma delalet eder. Ufak bir saygısızlık etmek, dua sınırından emir veya iltimas sınırına geçen bir haddini aşma olayı olduğu gibi, duayı gizli bir şekilde yapmamak, bağırıp çağırmak da ihlas sınırından gösterişe, dua sınırından şikayet ve davaya geçen bir hadsizliği kapsar. Sonra duada layık olmayan bir şey istemek, mesela harika (mucize) istemek, peygamberlik mertebesi istemek ve yahut günah olan şeyler istemek de duada haddi aşma cümlesindendir. Bu son cümle, özellikle buna bir uyarıyı içermektedir.”
http://www.enfal.de/telmalili/araf.htm
Allah, Hz.Muhammed'e son peygamberlik görevini verdikten ve tüm insanlara öğüt ve önerini açıklayan Kur'an’ı vahiy ettikten sonra insanlardan “Akıllarını” kullanarak insanlar için kurulmuş olan bu muhteşem düzenin bozulmaması gerektiğini ve bu düzenin korunmasını beklediğini anlamalarını beklemektedir.
Bu “Düzenin” belli esaslara (Allah’ın Kanunlarına) bağlanıp “Arş” ile “İstiva” edilerek "Islah" edilmesinden sonra insanlara bu düzene zarar verecek iş ve işlemlerde bulunarak yeryüzünde bozgunculuk yapmamaları ihtar edilmektedir. Bu gibi durumlardan sakınılması için Allah'ın gücü ve büyüklüğünü düşünüp hata ve yanlış yapmaktan “korkarak” ve Allah’a “iman” etmeleri ve yaptıkları iyi ve güzel işler karşılığında kendilerine vaat edilen “kurtuluşa” erişmeyi “umarak” dua etmeleri önerilmektedir.
Buna göre “İnsanlar İçin” kurulmuş olan bu muhteşem düzenin tüm Evren ve Dünya ortamının yaratılışını ve sürekliliğini sağlayan “dengeleri” ve bununla birlikte insanların Allah'ı idrak etmeleri ve kendi aralarındaki her türlü ilişki ve davranışlarını da kapsadığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle insan yaptığı her eylemde Allah tarafından bunların bilindiğini unutmamak ve çıkarları nedeniyle bu "Islah Edilmiş" düzende bozgunculuk yapmaması gerektiğini idrak ederek tüm hal ve hareketlerini ona göre yapmak zorundadır.
Bu açıdan “Dua” esnasında Allah'ın karşısında olduğunu hissetmekten dolayı saygıdan kaynaklanan bir korku ve ürperti ile dua edilmeli, haddi aşmaya yol açmaktan kaçınılmalı ve Allah'ın sonsuz lütfu ve rahmeti "Umularak" talepte bulunulmalıdır. Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde bu Ayet ile ilgili olarak şöyle bir açıklama bulunmaktadır.
“Allah Teâlâ yeri yaratıp nizamına koymuş, faydalarınıza ve iyiliğinize uygun bir şekle sokmuş. "Doğrusu biz yeryüzünde sizi yerleştirdik, orada size geçimlikler verdik." ve "Sizin için yeryüzünde belirli bir zamana kadar yerleşme ve geçim imkânı vardır." (Bakara, 2/36) âyetlerinin delaletince sizi onun üzerinde yerleştirmiş ve kudret vermiş, bir vakte kadar onu size karargâh, geçim ve faydalanmanız için bir yer yapmış, fayda ve zararınızı onun düzelme ve bozulmasına bağlamış ve bundan sonra sizi bunun ıslahve ifsadından sorumlu tutmuş. Şu halde siz isteyeceğinizi emri dairesinde Allah'tan isteyiniz de yeryüzünün ıslahından sonra üzerinde düşmanlık etmekle fesat çıkarmayınız, şirk ve isyana, azgınlık ve düşmanlığa sapmayınız.”
KUR'AN-I KERİM,ELMALILI TEFSİRİ: ARAF SURESİ
Burada ayrıca insanların her anlamda "İyilik" etmelerine de işaret edilmekte ve iyilik edenlere Allah'ın rahmetinin ve lütfunun çok yakın olduğu hatırlatılmaktadır. Buna göre dua edilirken insanın kendi durumunu samimiyetle sorgulaması ve "İyilik Edenlerden" olup olmadığı hususunda bir değerlendirme yapması da önem taşımaktadır.
İ
nsanların Ruhlarının Allah'ın kendi "Ruhundan" üflemesi ile "Allah'a Ait" bir "Esinti-Eser" taşıması nedeniyle, Ayetlerde önerildiği şekilde yapılacak "Dua" ile istenen bir şeye ulaşılabilmesi mümkün hale gelebilmektedir. İlgili bölümlerde açıklandığı gibi, maddi unsurlar ile ilgili "Yaratılış ve Yaratılma" olgusu, "Atom Altı Parçacıkların" bünyelerine "Yerleştirilmiş" olan Allah'a ait "Bilinçli Enerji" etkisi ile bu parçacıkların sonradan Canlı veya Cansız olarak tasnif ettiğimiz her türlü "Yapılanma" şeklinde meydana gelmektedir. Buna göre insanların Ruhlarında bulunan ve Allah'ın "Ruhundan" üflediği "Ruh" üzerinde yoğunlaşarak ve Ayetlerde önerildiği şekilde yapacakları "Dua" ile "Olmasını İstedikleri" bir durumun "Unsurlarını" meydana getiren Atom Altı Parçacıklarda bulunan "Bilincin" etkilenmesi ile "O Durumun" gerçekleşmesi mümkün bulunmaktadır.
Aynı şekilde insanların harekete geçirdikleri "Bilinç" yoğunlaşması sonucunda, "Kendilerinin" ve özellikle "Diğer İnsanların" ve "Canlı Yapıların" hareketlerini ve kararlarını etkileyebildikleri söylenebilir.
Örneğin bu şekilde yapılan Dualar ile insanın kendi bünyesinde ortaya çıkan rahatsızlıkları üzerinde "Etki" yaparak onu yavaşlatması hatta durdurması mümkün olabilmektedir. Zira insan Ruhu, Allah tarafından "Kendi Ruhundan" indirilmiştir. İnsanın Allah'ın "Yeryüzündeki Halifesi" olarak "Yaratıldığı" ilgili Ayetlerde açıkça belirtilmektedir. Buna göre insan Ruhundaki bu üstün niteliklerin "Akıl" yoluyla "Keşfedilmesi" sonucunda kendi bilinci üzerinde yoğunlaşarak Atom Altı Parçacıkları oluşturan "Bilinçli Enerji" ile iletişime geçmesi ve onu kısmen etkileyerek üzerinde yoğunlaşılan duruma yönlendirmesinin mümkün olduğu düşünülebilir. Kısaca "Dua" olarak tanımlanan bu durum insanlar tarafından olumlu isteklere yöneltilebileceği gibi, (Hayır Dualar) başkalarına "Zarar" verilmesine yönelik olarak da (Kötü Dualar, Büyü vs) kullanılabilmektedir.
Bu şekilde yapılan "Kötü Dualar" ancak insanların yine "Ruhları ve Bilinçleri" üzerinde yoğunlaşarak ve "Allah'a" sığınarak kendilerini korumak amacı ile yapacakları "Dualar" ile etkisiz olacaktır.
Öte yandan Gelecekte yapılacak herhangi bir iş veya işlem ile ilgili bir dilek veya istek dile getirilirken o dileğin veya isteğin mutlaka "Allah'ın İzni" ile gerçekleşeceğinin unutulmaması gerekmektedir.
Allah'ın dilemesine bağlamadıkça hiçbir şey için "Bunu yarın yapacağım" deme. (69/23), (18/23)
Bunu unuttuğun takdirde Allah'ı an ve: "Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir" de. (69/24), (18/24)
Böylece Allah'tan beklenen dileğin veya isteğin mutlaka "Allah'ın İznine" bağlı olduğu "kabul edilmiş" olacaktır. Bu kabul ile yapılan duaların Allah'ın "dilemesi" ile "gerçekleşeceği" belirtilmiş ve Allah'ın "yaratıcılığının "ve "iradesinin" kabul edildiği ve Allah'a olan "teslimiyet" ifade edilmiş olacaktır. Bu nedenle gelecek ile ilgili tüm istek ve beklentilerin "Allah izin verirse" veya "Allah dilerse" gibi ifadeler ile Allah'ın "dilemesine" bağlanması ve "kesin" yargı ve öngörüde bulunulmaması önerilmektedir.
Bu öneri unutularak gelecek ile ilgili konularda kesin ifadeler kullanılması halinde Allah'ın kendisini doğruya yönlendirmesini istemesi öğütlenmektedir. Müslüman toplumlarda gelecek ile ilgili isteklerin ve beklentilerin gerçekleşmesi genellikle Arapça "inşallah" sözcüğü ile "ümit" edilmektedir.
Bir diğer “uyarı” olarak insanlara Allah’a Dua edilirken nefislerine uyarak sadece bu ortamdaki yaşamlarına ait istek ve dilekte bulunulmasının doğru olmadığına işaret edilmektedir.
İnsanlardan öyleleri var ki: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver" derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur. (87/200), (2/200)
Onlardan bir kısmı da:" Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver, bizi cehennem azabından koru!" derler. (87/201), (2/201)
İşte onlar için, kazandıklarından büyük bir nasip vardır. Allah'ın hesabı çok süratlidir. (87/202), (2/202)
İnsanların, Allah'tan talepte bulunurken dahi nefislerinin etkisi altında bulundukları ve bu nedenle yaptıkları dualarda sadece Dünya hayatına yönelik isteklerde bulundukları belirtilerek bu konuda akıl yürütülmesi ve Kur'an’ın öğütleri doğrultusunda asıl ortamın Dünya hayatından sonra olduğunun unutulmaması beklenmektedir.
Bu nedenle, Allah'ı akıl yolu ile ve bilerek algılayıp tanıyanların, yani Allah'a inananların dualarında ve yakarışlarında Dünyada ve Ahirette iyilik isteyecekleri insanlara hatırlatılmaktadır.
Bu hususun daima hatırda tutulması, Allah'tan "sadece dünya hayatı" için "vermesinin" istenmemesi çünkü böyle kimselerin ahiretten hiç nasibinin bulunmadığının unutulmaması, Allah'tan dünyada da ahirette de iyilik vermesi ve Cehennem azabından koruması için dua edilerek yardım istenmesi gerektiği ve bu hatırlatmalara uyanlar için kazandıklarından büyük bir nasip bulunduğu ve Allah'ın hesabının çok süratli gerçekleştiği bildirilmektedir.
Buna göre Allah’tan "yardım isteme" duası Arapça olarak "Rabbenâ âtinâ fiyddünyâ haseneten ve fiyl âhırati haseneten vekınâ azâben nâr" olarak okunmaktadır ve Allah'ın anılması ve yardımlarının istenmesi açısından her zaman hatırlanmasında ve daima okunmasında fayda bulunmaktadır.
Meleklerin Duaları
İnsanların, Allah'ın onlara verdiği Ruh ve Akıl unsurlarını anlayıp Allah'ı hissetmeleri ve O'na yönelerek Dua etmeleri, sahip oldukları Ruh’ un yapısındaki özellikler nedeniyle, Meleklerin ve Cinlerin Allah ile olan "iletişimlerine" benzer bir "iletişim" olarak nitelendirilebilir. Bu durumda, esasen Yüce Yaratıcı Allah tarafından "Kendi Ruhundan Üflenerek" insanın yapısına (içine) yerleştirilmiş olan Ruhun insanın "Aklı" ile keşfettiği ve hissettiği Yaratan'ı ile temas kurmasında ve O'na hitap ederek O'ndan yardım ve isteklerde bulunmasında (Dua) etkili olduğu anlaşılmaktadır.
“Onu tamamlayıp, içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın!” (38/72), (38/72)
"Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!" (54/29), (15/29)
Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır, ne kadar az şükrediyorsunuz! (75/9), (32/9)
Buna göre Allah'a yönelip "Dua" ederek Allah'tan yardım isteyen insanların yapılarında bulunan ve esasen "Allah'a" ait olan "Ruhu", aynı Meleklerin yapısındaki iletişimi sağlayan “dalgalanmalar” gibi Yüce Allah'a ulaşmaktadır. Yüce Allah bu "dualar" ile ilgili olarak Evren ve Dünya ortamında kurduğu “düzenin” kurallarına göre ve "dilediği" biçimde "etkili" olmaları için iradesini yürüten Meleklere “izin" vermektedir. Melekler de duayı yapan insanın faaliyetlerinde veya onu etkileyecek diğer faaliyetlerin harekete geçirilmesinde bu izin doğrultusunda gereken "değişimleri" gerçekleştirecek olan atom altı yapıları "etkilemektedir".
Bu noktada, insanın hissederek yaptığı duaların Yüce Yaratıcı Allah'a ulaşması ve bazı işlemleri bu dualara göre yeni şekil alması Dünya Zamanı ve bu zamanın bir bölümünde bu duayı yapan insanın yaşam süresi içerisinde gerçekleşebileceğini düşündürmektedir. Buna göre yapılan Duanın Allah’a ulaşması hızının Meleklerin hızları ile "aynı" olduğu varsayılabilir. Nitekim Yüce Allah, insanlara şah damarlarından daha yakınında olduğunu ifade etmekte ve esasen her an insanlar ile birlikte bu yeryüzü ortamında bulunan "Meleklerin" insanların söz konusu dua, niyet veya düşüncelerini yazdıkları ve ölüm sonrasında kendilerine bildirileceği belirtilmektedir.
"Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız. (34/16), (50/16)"
İki melek sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. (34/17), (50/17)
İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın. (34/18), (50/18)
Buna göre insanların yaptıkları duaların ve düşündükleri (fısıldadıkları) her şeyin Melekler tarafından bir çeşit “kayıt” edilmekte olduğu ve aynı anda doğrudan Allah tarafından bilindiği açıklanmaktadır.
Bu husus, Yüce Allah'ın bilgi ve ilminin insanlar tarafından kavranılamayacak düzeylerde olduğu gerçeğini ve ancak O'nun izin verdiği kadarı ile O'nun ilmini anlayabileceğimizi göstermektedir.
"O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. (87/255), (2/255)"
Evren, Evren Ötesi "Arş" ve diğer bilinmeyen ortamlarda süregelen "Yaratılışın" her aşamasında Yüce Yaratıcının takdir ve iradesini "Gerçekleştiren" ve bize iletilenlere göre ancak "Enerji" kaynaklı olduklarını düşünebildiğimiz Meleklerin her an Allah'ı "Yücelterek" andıkları (Tesbih) belirtilmekte ve Allah'a inanan ve iman eden insanların da (Müminlerin) affedilmelerini istedikleri açıklanmaktadır.
Arş'ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar, Rablerini hamd ile tesbih ederler, Allah'na iman ederler, Müminlerin de bağışlanmasını isterler: “Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru!”. (60/7), (40/7)
“Rabbimiz! Onları da onların atalarından, zevcelerinden, nesillerinden iyi olanları da kendilerine vadettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz azîz ve hakîm olan sensin!” (60/8), (40/8)
“Bir de onları, her türlü kötülüklerden koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan muhakkak ki onu rahmetine mazhar etmiş olursun. Bu en büyük kurtuluştur.” (60/9), (40/9)
Meleklerin, ilk insanın Gerçek Ortam’ da yaratılması sırasında Allah'ın "Emri" ile "Secde" ettiği, yani "Üstünlüğünü" kabul ettiği Allah'ın "Özel" yaratığı olan "Bütün İnsanlara", onlardan beklenen "Allah'ı Tanıma" ve Allah'a "Teslim Olma" çabalarında "Yardımcı" ve "Destek" olmak üzere "Dua" ettiklerine dikkat çekilmektedir. Bütün insanların bu Ayetler ile önerilen Duaları aşağıdaki şekilde tekrar ederek, Allah'tan istekte bulunan Meleklere "Eşlik" edecekleri ve "Doğru Yola" ulaşmalarında manevi destek alacakları unutulmamalıdır.
“Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Beni de tevbe eden ve senin yoluna gidenlerin arasına al, beni bağışla, cehennem azabından koru!”;
“Rabbimiz! beni, atalarımı eşimi ve nesillerimizden iyi olanları da kendilerine vadettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz azîz ve hakîm olan sensin!”;
Beni her türlü kötülüklerden koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan muhakkak ki onu rahmetine mazhar etmiş olursun. Bu en büyük kurtuluştur.”
Her an Allah'ın "iradesini" yürüten ve Allah'ı yücelterek ve şükrederek anmakta olan Meleklerin, bağışlayan ve esirgeyen Yüce Allah'ın insanların da "Af Edilmelerini" diledikleri açıklanmaktadır.
Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak!, melekler de Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve yerdekiler için mağfiret diliyorlar; iyi bilin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (62/5), (42/5)
Meleklerin, Allah'ın "İradesine Tabi" olarak, Allah'ın İnsanlar için yarattığı Evren'in ortaya çıkışını sağlayan ve düzenli ve dengeli bir şekilde sürdürülmesinde geçerli olan "Değişmeyen ve Bozulmayan" bütün koşulların (Allah'ın Kanunları) sayısız etkileşimlerini yürüterek bu hassas döngüyü sürdürdükleri açıklanmaktadır. O kadar ki bu hassas dengede en küçük bir "Sapma" olduğunda bütün Evrenin yukarılardan çatlayarak "Dağılabileceğine" işaret edilmekte ve Meleklerin bu görevlerini her an Allah'ı "Yücelterek Anmakla" yerine getirdikleri belirtilmektedir. Evren ile ilgili bu hassas yapının en önemli unsuru olan Meleklerin bu "İlahi" ortamın en özel yapısı olan Dünya ortamındaki "İnsanlar" için de her an onların "Af Edilmelerini" diledikleri açıklanmakta ve Allah'ın çok af edici (Bağışlayan) ve merhameti ile koruyan (Esirgeyen) olduğu bütün insanlara hatırlatılmaktadır.
Meleklerin Allah'ı şükrederek (hamd) anmaları, şiddet ve azametinin insanlarca tahmin edilebilmesi için, "göklerin çatlaması" olarak ifade edilmekte böylece Meleklerin insanlar için yaptıkları bu Duaların ne derece etkili olduğuna işaret edilmektedir. Bu nedenle insanlardan Ayetleri dikkatle ve birbirleri ile olan bağları da dikkate alarak incelemelerinin ve iletilen "gerçekleri" fark edip onlara göre davranmalarının beklendiği anlaşılmaktadır. Melekler konusunda "Gerçek Ortamda İlk Yaratılanlar" bölümünde bilgi bulunmaktadır.
Tövbe Edilmesi
Yüce Allah, bağışlamasından ümit kesilmeyeceğini ve özellikle "Tövbe" edilmesinin Allah'ı Anma anlamında büyük bir öneme sahip "ibadet" niteliğinde olduğuna işaret etmekte ve bütün insanlara olan "sonsuz merhameti" ile yaptıkları yanlışlık ve hatalardan dolayı bağışlanmaları ile ilgili olarak açıklamalarda bulunmaktadır.
Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. (42/70), (25/70)
Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner. (42/71), (25/71)
Şu da muhakkak ki ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra doğru yolda giden kimseyi bağışlarım. (45/82), (20/82)
“Ancak, kim haksızlık eder, sonra, işlediği kötülük yerine iyilik yaparsa, bilsin ki ben çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.” (48/11), (27/11)
De ki: “Ey kendi nefsleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (59/53), (39/53)
İşte Allah'ın, iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimet budur. De ki: “Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum.
Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla veririz. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir.” (62/23), (42/23)
O, kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir. (62/25), (42/25)
Allah, iman edip iyi işler yapanların tevbesini kabul eder, lütfundan onlara, fazlasını verir; kafirlere gelince, onlara da çetin bir azap vardır. (62/26), (42/26)
Çünkü Allah sadâkat gösterenleri sadâkatları sebebiyle mükâfatlandıracak, münafıklara -dilerse- azap edecek yahut da
tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (90/24), (33/24)
Allah'ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir; işte Allah bunların tevbesini kabul eder. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. (92/17), (4/17)
Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca "Ben şimdi tevbe ettim" diyenler ile kafir olarak ölenler için tevbe yoktur, onlar için acı bir azap hazırlamışızdır. (92/18), (4/18)
Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah iftira etmiş olur. (92/48), (4/48)
İman edip salih ameller işleyen kimseler için mağfiret ve bol rızık vardır. (103/50), (22/50)
Ey iman edenler! zannın çoğundan kaçının, çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın, biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin; biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? işte bundan tiksindiniz, o halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. (106/12), (49/12)
Ey iman edenler! samimi bir tevbe ile Allah'a dönün umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar; Onlarınönlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları aydınlatıp gider de "Ey Rabbimiz! Nurumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin" derler. (107/8), (66/8)
Kim haksız davranışından sonra tevbe eder ve durumunu düzeltirse şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder.Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. (112/39), (5/39)
Bilmez misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a aittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyla kadirdir. (112/40), (5/40)
Allah'ın, kullarının tevbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah'ın tevbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hâla bilmezler mi? (113/104), (9/104)
Yüce Allah yapılan yanlışlıkların ve hataların farkına varılarak bir daha yapılmaması amacı ve niyeti ile tövbe edilmesi halinde bütün günahları bağışlayacağını Ayetlerinde tüm insanlara iletmektedir.
Bu Ayetlerin dikkatle incelenmesi ve yapılan herhangi bir "Yanlış" davranışın "Akıl" kullanılarak fark edilmesi halinde bu duruma bir daha sebebiyet verilmemesi konusunda "Karar" alınması, diğer bir deyişle "Tövbe" edilmesi gerekmektedir. Samimiyetle tövbe edilmesi halinde çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibi olarak dilediğine azap eden ve dilediğini bağışlayan Allah bu kararı kabul ederek "Doğru Yolu" onlara nasip edecektir. Allah her şeye hakkıyla "Kadir" olduğunu önemle hatırlatmaktadır.
Özellikle kötü işlere dalmış olan insanlara tövbe ederlerse onların ancak Allah tarafından "bilinmekte olan" bu durumlarından ve kötülükten vazgeçmeleri ile Allah'ın tövbelerini kabul edeceğin "dilediği" insanlar arasında olabilecekleri, dileklerinin ve dualarının (Tövbelerinin) kabul edilebileceği ve "Affedilebilecekleri" bildirilmektedir. Yüce Allah özellikle göklerde ve yerde (Evrende ve ötesinde) ne varsa hepsinin mülkiyetinin Allah'a ait olduğunu, peygamberleri üzerinden insanlara bildirdiği gerçeklere olan "ilgilerine" ve onlara uyma "karar ve niyetlerine" göre "dilediğine azap ettiğini" ve "dilediğini bağışladığını", Allah'ın insanların hayallerinin ötesinde her şeye tam olarak muktedir (hakkıyla kadir) olduğunu bir defa daha açıklamakta ve bu gerçeği bütün insanlara hatırlatmaktadır.
Genel olarak bu "Affedilme" için mutlaka bir "Şart" belirtilmemekle birlikte, kendilerine iletilmiş olan öğüt, uyarı ve önerilerini dikkate alarak Allah'ın "Tek Yaratan" olduğunu kabulü ve yaptığı hataları "İdrak Ederek" tekrarından kaçınılmasının ifade edilmesinin (Tövbe Edilmesinin) af edilmede en önemli "Unsur" olduğu da defalarca hatırlatılmaktadır. Görüldüğü gibi, "Tövbe" edilmesi için "Affedecek" bir "Güç" olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. Diğer taraftan, ilgili bölümlerde ayrıntılı olarak açıklandığı gibi, Yüce Allah çeşitli konulardaki Ayetlerinde yer alan ve yapılması veya yapılmamasını önerdiği hususlara zaruretten ya da ihmalleri nedeniyle uymayanlara veya uyamayanlara bağışlayan ve esirgeyen olduğunu hatırlatarak telaşa veya umutsuzluğa kapılmamalarını ve iman ve inanışlarında devamlı olarak Allah'tan bağışlanma dilemelerini öğütlemektedir.
Yüce Yaratan iman edip iyi işler yapanların bilmeden kötülük edip de sonra fark ettikleri yanlışlıkları ve hataları nedeniyle çabucak (tez elden) yapacakları "tövbelerini" kabul edeceğini, bu davranışları nedeniyle "Kendisinden" af dileyenlere "lütfederek" beklediklerinden fazlasını vereceğini açıklamakta ve her şeyi bildiğini ve hikmet sahibi olduğunu hatırlatmaktadır. Buna karşılık kötülükleri yapıp dururken ölüm hali geldiğinde "tövbe" edenlerin veya inanmamış (Kafir) olarak ölenlerin tövbelerini kabul edilmeyeceğini ve onlara ölümleri sonrasında acı bir azap hazırladığını bildirmektedir.
Buna göre, Allah'ın kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamadığı, bunun dışında iman edip iman edip iyi işler yapanların "dilediği kimse için" tövbesini kabul edeceği, lütfundan onlara, fazlasını vereceği, inanmayanlara (Kafirlere) çetin bir azap bulunduğu açıklanmaktadır. Çünkü Yüce Allah "Kendisine" ortak koşan kimsenin "iftira ederek" büyük bir günaha girdiğini bildirmektedir.
Bu durumda "İnanan" fakat kötü işlere dalmış olan insanlar tövbe ederlerse, onların ancak Allah tarafından bilinen bu durumlarından ve kötülükten vazgeçmeleri ile Allah'ın tövbesini kabul edeceği (dilediği) insanlar arasında olabilecekleri, dileklerinin ve dualarının (Tövbelerinin) kabul edilebileceği ve "Affedilecekleri" bildirilmektedir. Yüce Allah özellikle göklerde ve yerde (Evrende ve ötesinde) ne varsa hepsinin mülkiyetinin Allah'a ait olduğunu, peygamberleri üzerinden insanlara bildirdiği gerçeklere olan "ilgilerine" ve onlara uyma "karar ve niyetlerine" göre "dilediğine azap ettiğini" ve "dilediğini bağışladığını", Allah'ın insanların hayallerinin ötesinde her şeye tam olarak muktedir (hakkıyla kadir) olduğunu bir defa daha açıklamakta ve bu gerçeği bütün insanlara hatırlatmaktadır.
Bu konulardaki Ayetlerden, aklını kullanarak Allah yoluna yönelirse, yani Allah'ı hissedip tanırsa ve Kur'an’ı okuyup ondan doğru yol ve doğru düşünme konularında ders alıp doğru yola yönelirse, Allah'ın ona ummadığı şekilde yardımcı olacağı ve affedeceği anlaşılmaktadır.
İnsanlar, bunu hissedip samimiyet ile bu şekilde devam ettiği sürece çok daha mutluluk ve huzur hissedecek ve diğer ayetlerde de belirtildiği gibi sonsuz mutluluğa erişebileceklerdir. Bu "İnsan Olmak" düzeyine erişmektir.
İbadet Yerleri Mescitler ve Camiler
Kelime anlamında Mescit, "Secde Edilen Yer" olarak tanımlanmaktadır. Gerçekten Ayetlerde "mescitlerin", Allah'ın isminin (adının) bol bol anıldığı yerler veya "Allah'a Ait" ya da "Allah'ın Mescitleri" oldukları ifade edilmektedir. Ayetlere göre Adem ve eşinin yeryüzünde yaşamaya başlamasından itibaren onları "affeden" Allah'ı anmaları, Allah'ı yüceltmeleri, dua edip secde yaparak Allah'a şükretmeleri olarak düşünebileceğimiz şekillerde "ibadet" yaptıkları ve sonraki soylarına da bunları öğrettikleri varsayılabilir. Bu durumda Adem ve Havva'nın yeryüzündeki barındıkları ve yaşadıkları "yer" ilk "mescit" olmaktadır. Nitekim İslam’a göre Allah’ın anıldığı, tesbih edildiği, yüceltildiği ve böylece Allah'a ibadet edilen "her yer" bir anlamda "mescit" olarak nitelendirilmekte, diğer bir ifade ile yeryüzündeki açık alanlarda, evlerde, kapalı alanlarda vb. gibi her yerde ibadet edilebilmektedir.
Zamanla çoğalan "Akıllı" insanların bu "öğretileri" çeşitlendirdikleri, bazılarının çeşitli sebeplerle kendilerine öğretilenleri değiştirdikleri hatta Allah inancının dışına çıkarak kendi düşüncelerine göre Allah'ı anmak yerine yeni "inançlar" edinmeleri, bu nedenle farklı şekillerde "ibadet" yöntemleri geliştirmeleri ve ibadet yerleri yapmaları nedeniyle, yeryüzünün Allah'ın adının anıldığı mescidine uymayan uygulamalar ve davranışlarda bulundukları tarihi belgelerden anlaşılmaktadır. Nitekim halen yeryüzünde Allah'ı tanıyan, Allah ile birlikte "Tanrılar" olduğuna inanan (Allah'a Ortak Koşan) ya da hiçbir şeye inanmayan olmak üzere çok sayıda "inanç" grupları bulunmakta ve her birinin de kendilerine özgü ibadet şekilleri ve "ibadethaneleri" bulunmaktadır.
Akıllı insanların bu tür inkâr ve farklı inanışlara yönelmelerinde, Ayetlerde "Bütün İsimler" olarak açıklanan ve "Ezelde" ruhlarına öğretilmiş olan "Yaratılış" ile ilgili "bilgilerin" anlaşılması ve hatırlanması ile ilgili olarak yürüttükleri "Akla" dayalı tüm faaliyetler sırasında elde ettikleri sonuçların, Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğu gerçeği ile ilgilendirmeden eksik olarak değerlendirilmesinin de etkili olduğu anlaşılmaktadır.
Diğer yandan Ayetlerde "Mescit", Allah'ı anmak, Allah'ı tesbih etmek, Allah'ı yüceltmek (Hamd) ya da kıyam, rükû, secde yaparak Allah'a teslimiyetlerini ve şükranlarını tek başlarına veya birlikte (Cemaat) topluluk oluşturarak "ibadet" yapılacak yer olarak belirtilmektedir. Buna göre samimiyetle Allah'a yönelen ve Allah'a "iman" eden insanların Allah'ın isminin bol bol andıkları manastırların, kiliselerin, havraların da bu anlamda "Mescit" niteliğinde oldukları söylenebilir. Gerçekten Yüce Allah bir Ayetinde şayet "iman edenlerin" zulüm edenlerle "savaşmalarına" izin vererek kötülükleri önlemiş olmasaydı, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırların, kiliselerin, havraların ve mescitlerin yıkılıp gitmiş olacaklarına işaret etmektedir.
Onlar, başka değil, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Allah, kendisine yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir. (103/40, (22/40)
Bununla birlikte, "Mescit" ifadesinin özellikle Hz.Muhammed tarafından bütün insanlara iletilen "İslam'ı" kabul eden" Müslümanların" Allah'ı andıkları yerleri ifade ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim İslam Dininde önemi nedeniyle çok sayıdaki Ayetlerde yer alan namaz (Salât) ibadetinde bu unsurların "tamamı" yer almakta ve namaz ibadetinin mescitlerde yapılmasına da ayrı bir önem verilmektedir.
Ayetlerde mescitlerin şekilleri ve biçimleri konusunda özel bir uyarı veya açıklama bulunmamaktadır. Ancak diğer Ayetlerde özellikle dua (Salât-Namaz) esnasında insanların “Kıbleye” yönelmelerinin gerektiği bildirilmektedir. Bu durumda mescidin bu duruma uygun şekilde yönlendirilerek yapılması gerekli olmaktadır. Müslümanların zaman içerisinde giderek çoğalmalarının sonucunda çok daha büyük mescitlerin yapılmasına gerek duyulmuştur.
Milyonlarca insanın bir arada ibadet edebildiği Kâbe bile "Mescit" olarak adlandırılırken (Mescid-i Haram) bazı Müslüman ülkelerdeki uygulamada büyük boyutlarda inşa edilen ibadet yerleri “Cami” olarak adlandırılmaktadır. Ülkemizde de az sayıda insanın (cemaat) bulunabileceği küçük boyutlardaki yerler mescit olarak tanımlanmakta, daha merkezi yerlerde nispeten fazla sayıda insanın bulunabileceği mescitler ise "cami" olarak adlandırılmaktadır.
Yüce Allah, ister insanlar tarafından biçimlendirilerek düzenlenmiş olsun ister doğrudan yer yüzeyindeki bir yer olsun Allah'a ibadet edilen her yerin (Mescitlerin), Evreni ve Evren'deki her şeyin "Yaratanı" ve her şeyin "sahibi" olduğuna işaret ederek, "Mescitlerde" Allah ile birlikte "tanrılık" gücü olduğuna inanılan başka şeylere ve kimselere Allah ile birlikte yalvarılmaması ve "kulluk edilmemesi" gerektiğini bütün insanlara ihtar etmektedir.
Mescitler şüphesiz Allah'ındır, o halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın. (40/18), (72/18)
Ayrıca Tevrat ve İncil'i bir kenara bırakarak yani sadece kendi düşünce ve görüşlerinin en "doğru" olduğunu ve bunun dışındakilerin doğru yolda olmayacaklarını ileri sürüp birbirleri ile tartışan Yahudiler ve Hristiyanlar ile her şeyi "inkâr" ederek "Kitabı" bilmeyenlerin aralarından bir bölümünün, iman edenleri Allah'ın anıldığı yerlere (mescitlerine) girmelerine engel olanların ve onların harap olmasına çalışanların ancak "zalim" oldukları belirtilmektedir.
Allah'ın mescitlerinde Allah'ın adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır. (87/114), (2/114)
Yüce Allah “zalimlere” mescitlerin Allah'ın olduğunu hatırlatarak buralara (mescitlere) ancak "korkarak" girmeleri gerektiği belirtilmektedir.
Günümüzde de mescitlere zarar vererek Müslümanların buralara girmelerinin engellemekte olanlara örnek olarak Yahudilerin bir "Yahudi Devleti" kurulması için Kudüs yöresinde yaşamakta olan "Müslüman" toplumunu zorbalıkla oradan çıkararak yaşadıkları yerleri işgal etmeleri gösterilebilir. Nitekim bir Ayette hahamlardan ve rahiplerden birçoğunun insanların mallarını haksız yollardan yedikleri (el koydukları) ve insanları Allah yolundan engelledikleri belirtilmekte ve onlara "elem verici azap" müjdelenmektedir.
Ey iman edenler!, hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! (113/34), (9/34)
Yahudi toplumunun bu uygulamalarına kendi aralarında çekişerek bazılarının "doğru yolu" bulmalarının "muhtemel" olması nedeniyle izin verildiği anlaşılmaktadır. Ancak, onların aralarındaki çekişmeleri ve tartışmalarına rağmen, aslında kendilerine de iletilmiş olan Allah'ın Vahiylerine (Kur'an’a) inananların cami ve mescitlerine girmelerinin ve oralarda ibadet yapmalarının engellenmesine ve mescitlerin harap olmasına neden olanlara, Allah'ın bu dünyada "rezillik" ve Ahirette ise "azap" vaat ettiği belirtilmektedir.
Öte yandan insanları Allah yolundan çevirmenin, Allah'ı inkâr etmenin, Mescid-i Haram'ın (Kabe) ziyaretine mâni olmanın ve halkını oradan çıkarmanın (İnsanları Allah'a inanmaktan alıkoymanın) Allah katında daha büyük günah olduğuna ve bu nedenlerle bozgunculuk (Fitne) yapmanın da adam öldürmekten daha büyük bir günah olduğu da hatırlatılmaktadır.
Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkar etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kafir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar. (87/217), (2/217)
İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah, gafûr ve rahîmdir. (87/218), (2/218)
Ayrıca inkâr edenlerin insanları Allah'ın yolundan ve Allah'ın bütün insanlara eşit olarak "ibadet yeri" kıldığı Mescid-i Harâm'dan (Kâbe) alıkoyan, kurbanların yerlerine ulaşmasını meneden ya da alıkoymaya kalkanların zulmederek doğruluktan (Haktan) saptıklarına işaret edilmekte ve Allah'ın onlara acı "azabı" tattıracağı bildirmektedir.
İnkâr edenler, Allah'ın yolundan ve -yerli, taşralı- bütün insanlara eşit kıldığımız Mescid-i Harâm'dan alıkoymaya kalkanlar kim orada zulüm ile haktan sapmak isterse ona acı azaptan tattırırız. (103/25), (22/25)
Onlar, inkar eden ve sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını menedenlerdir. (111/25), (48/25)
Zira inkâr edenlerin iman eden "müminlerin" Mescid-i Haram'ı ziyaretini ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını menedenler oldukları açıklanmaktadır. Buna göre tüm insanlara "Müslüman" olarak ibadetlerini yapmaya çalışanlara engel olmamaları, bunun büyük bir "günah" olduğu ve böyle davrananların ölüm sonrasındaki ortamlarda (Ahirette) acı azap ile karşılaşacakları ihtar edilmektedir.
Öte yandan, Ayetlerde Allah'a ait olduğu, orada sadece Allah'ın anıldığı ve Allah'a ibadet edildiği belirtilen Mescitlerde başka bir davranışın uygun olmadığı hatırlatılmakta, özellikle de en uygunsuz davranış olarak "cinsel birleşmenin" yapılmaması emredilmektedir.
Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. (87/187), (2/187)
Bu uyarının, özellikle ilk zamanlarda Ayette belirtilen Ramazan ayında yeme, içme ve cinsel faaliyetlerde bulunulmamasının gerekmesi ve oruç sonrasında eşlerin cinsel ilişkide bulunabileceklerinin belirtilmiş olması ile ilgili olarak, özellikle erkeklerin bu konuda zayıflık göstermeleri nedeniyle, yeteri kadar bilgi edinememiş ve imana ulaşamamış kişilerin buraları gizli ilişkilerine alet etmiş olabilecekleri nedeniyle yapıldığı anlaşılmaktadır. Yüce Allah böylece insanların "Şeytan" ile olan mücadelesinde "zor" durumda kalmaması için uyarıda bulunmaktadır.
Yüce Allah, İbrahim Peygamber zamanından beri insanların ibadet ve toplanma yeri olan Mescid-i Haram'ın (Kâbe) yönetimi kendilerine verilmemiş olmasına rağmen inanmayanların "müminleri" oradan geri çevirirlerken Allah'ın da onlara "azap" etmemesi için bir neden bulunmadığını ve Kâbe’nin yönetiminin samimiyetle Allah'a inanan ve iman edenlerden (takva sahiplerinden) başkasına ait olmadığını ve onların bunu bilmediklerini Hz.Muhammed'e hatırlatmaktadır.
Onlar Mescid-i Haram'ın mütevellîleri olmadıkları halde oradan geri çevirirlerken Allah onlara ne diye azap etmeyecek? Oranın mütevellîleri takvâ sahiplerinden başkaları değildir, fakat onların çoğu bunu bilmez. (88/34), (8/34)
Ayrıca inkâr etmekte oldukları gerçeklerden (şeylerden) ötürü Allah'a inanmayan "kafirlerin" Kâbe’nin (Beytullah) yanında yaptıkları duaların bir değer taşımadığını, bu yüzden azabı tadacaklarını, inkâr edenlerin böylece mallarını (varlıklarını) insanları Allah yolundan alıkoymak için harcadıklarını, daha da harcayacaklarını ama sonunda bu tutum ve davranışlarının onlara yürek acısı olacağını ve en sonunda mağlûp olacaklarını ve "kafirlikte" ısrar edenlerin ise cehenneme toplanacaklarını belirtmektedir. Böylece tüm insanlara üzerinde düşünüp doğru yola yönelebilmeleri için uyarılarda bulunmaktadır.
Yüce Allah inkar edenlerin kendi kafirliklerine bizzat kendilerinin şahitlik ettiklerini ve kafirliklerinde devam ederlerken Allah'ın mescitlerini imar etmeye yetkilerinin (salahiyetleri) bulunmadığını ve mescitlerin ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler tarafından onarılıp gözetilebileceğini (imar edileceğini) bildirmektedir.
Allah'a ortak koşanlar, kendilerinin kafirliğine bizzat kendileri şahitlik ederlerken, Allah'ın mescitlerini imar etme selâhiyetleri yoktur. (113/17), (9/17)
Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. (113/18), (9/18)
Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. (113/19), (9/19)
İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır. (113/20), (9/20)
Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluk ile, kendileri için, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler. (113/21), (9/21)
Onlar orada ebedi kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfat vardır. (113/22), (9/22)
Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir, onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir. (113/28), (9/28)
Bir de zarar vermek, inkar etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescit kuranlar ve: “İyilikten başka bir şey istemedik” diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır; halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder. (113/107), (9/107)
Onun içinde asla namaz kılma! ilk günden takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur, onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever. (113/108), (9/108)
Buna göre Allah'ı inkâr eden ve Allah'tan başkalarına "tanrılık" yakıştırarak Allah'a ortak koşanların, esasen inkâr etmekle bu ortamdaki yaptıklarının boşa gideceği ve ölüm sonrasında da cezalandırılacaklarına işaret edilerek Allah'ın mescitlerini ve bu anlamda Kâbe’yi onarıp gözetmelerini veya ziyaret etmelerinin üzerlerine vazife olmadığı ve bir "anlamının" bulunmadığı belirtilmektedir.
Hz.Muhammed döneminde Allah'a ve ahiret gününe iman edenlerin arasında da hac zamanında hacılara su verilmesinin ve Mescid-i Haram'ın (mescitlerin) onarılmasının "imanın gücü" açısından en üstün bir iş olduğunun tartışılması üzerine, bunların Allah katında Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda (İslam'ın tanıtılması ve gerekirse savunulması için) mücadele (Cihat) edenlerin imanı ile bir ve eşit olmadığı, iman edip de doğru yola yönelenlerin (hicret edenler) ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat edenlerin rütbe bakımından Allah katında daha "üstün" oldukları açıklanmaktadır.
Buna göre bir önemi haiz olsalar da görünüşte "imanın" göstergesi olarak çok önemli olduğu düşünülen bazı faaliyetle kıyaslandığında, Allah'a inanmanın ve O'nun yolunda cihat edip çaba sarfetmenin daha üstün ve önemli olduğu, kısacası Allah'a karşı gerçek ve yürekten bağlılık ve teslimiyetin törensel eylemlerden önce geldiği bildirilmektedir.
Ayrıca, Ahiret ortamlarında "Kurtuluşa" erenlerin de işte onlar olduğu, şüphesiz ki onlara Allah katında büyük mükâfat bulunduğu, buna göre Allah'ın onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluk olarak, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetleri müjdelediği, onların orada sonsuz olarak (ebedi) kalacakları bildirilmektedir.
Buna karşılık Allah'ın zalimler topluluğunu (inkâr edenleri) hidayete (doğru yola) erdirmeyeceği hatırlatılmakta ve iman edenlerden, Allah'a ve kendilerine bildirilen "gerçeklere" inanmamakla Allah'a teslimiyet olmadığı için kalplerindeki hissettiklerinin ancak bir "pislik" olduğunu ve bu nedenle artık (bu yıllarından sonra) Mescid-i Haram'a yaklaşmamalarını "Müşriklere" bildirmelerini istemektedir. Bu arada iman edenlere, iş ve ticaret ilişkileri içinde bulundukları ve gelir ve kazanç elde ettikleri müşriklerin Kâbe’ye yaklaştırılmamaları nedeniyle eğer yoksulluktan korkarlarsa, şüphesiz Allah'ın her şeyi ve bilinmeyeni en iyi bilen (hikmet sahibi) olduğu hatırlatılarak, dilerse Allah'ın onları "Kendi Lütfundan" zengin edeceği bildirilmektedir. Burada Müslüman toplumların iş ve ticaret yaparak gelir sağladıkları "Müşrik" toplumların bir nedenle bu ilişkilerde zorluk çıkarmaları veya bilerek zararlarına yol açmaları gibi durumlarla karşılaşıldığında, Allah'a iman edilmesine güvenilerek daima "yeni olanakların" araştırılmasının ve ilgili Ayetlerde belirtildiği gibi, onlarla "sağlam hükümlere dayanan" antlaşmalar yapılmasının ve bu antlaşmalara uyulduğu sürece bu tür faaliyeti sürdürülmesinin gerektiği unutulmamalıdır.
Nitekim iman eden toplumlara bu konuda Hz.Muhammed döneminden bir örnek verilmektedir. Buna göre Münafıklar arasına aslında bir de müminlere zarar vermeyi, Allah'ı inkâr ederek müminlerin arasına ayrılık sokmayı amaçlamakla birlikte, iman edenlere bir "iyilik" yapmak için daha önce Allah ve Resulüne karşı savaşmış olan adamı "beklemek" ve iman edenlere bildirmek üzere bir "mescit" kurarak bununla iyilikten başka bir şey istemediklerine yemin edecek olanların da bulunduğuna işaret edilmektedir. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik ettiğini bildirmekte ve iman edenlere o "mescidin" içinde asla namaz kılmamalarını ve ilk günden takva üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kılmalarını istemekte ve bunun elbette daha doğru olduğunu, zira onda samimiyetle iman etmiş olan (temizlenmeyi seven) adamlar bulunduğunu ve Allah'ın da çok temizlenenleri (İman edenleri) sevdiğini açıklamaktadır.
Muhammed Esed tefsirinde Ayette "Allah ve Resulüne karşı savaşmış olan adamı" olarak değinilen kişi ile, hicret olayından itibaren Hz.Muhammed'e şiddetle karşı gelen ve Suriyeli Hristiyan topluluklar arasında ün salmış olan Ebû Âmir'in kasdedildiği, bu kişinin Bizans İmparatoru Heraklius'u, Medine'yi istila edip Müslüman toplumunu bir daha kendini toparlayamayacak biçimde çökertmesi yönünde kışkırtmak için elinden geleni yaptığı belirtilmektedir.
Tevbe suresi | Tevbe oku Tevbe arapça türkçe (kuran.gen.tr)
Bu örnek doğrultusunda, müşrikler ile olan her türlü ilişkilerde onların asıl niyetleri ile ilgili araştırmalar yapılması ve daima Ayetlerde açıklanan uyarı, öğüt ve öneriler dikkate alınarak karşılaşılan durumların araştırılması suretiyle "doğru" kararlar verilmesi İman edenlerden beklenmektedir. Zira sadece çıkarları için yaşayan ve ahlaka ya da imana "aldırmayan" bazı insanların asıl amaçlarını gizleyip çıkar sağlamak üzere, iman edenler için "özel" ve "önemli" olan "Mescitler" bile inşa edebilecekleri, böylece onlarla her türlü ilişkilerinde "güven vererek" istekleri doğrultusunda onlardan yararlanabilecekleri hatırlatılmaktadır.
Bu durum, özellikle kendilerine toplumun yönetimi emanet edilen her düzeydeki yöneticiler açısından son derece önem taşımaktadır. Çünkü bu durumda yöneticilerin şahsi çıkarlarını insanların dikkatlerinden uzaklaştırarak gizlemek üzere iman edenlerin "inançlarından" yararlanarak onlara ibadet yerleri, örneğin "camiler" inşa etmeleri, üstelik bunun için "kamu kaynaklarını" kullanmaları, bireylerin toplumun genel ahlak düzenine olan "güveni" açısından son derece olumsuz etkileri olacaktır. Nitekim tarih boyunca ve günümüzde de elinde "Kamu Gücü" bulunanların bu güçlerini korumak ve çıkar sağlamak üzere bulundukları "makamları" kaybetmemeye çalıştıkları, bu amaçlarını gizlemek üzere kamu kaynakları ile devasa boyutlarda, bir de "kendi adlarını vererek" piramitler, anıtlar, tapınaklar, sinagoglar, katedraller ve camiler inşa "ettirdikleri" bilinmektedir. Ancak "Yaratan" için bu ortamda olağan üstü, muhteşem "binalar" inşa edilmesinin, insanların "imanlarının" güçlendirilmesine bir yararı olmayacağı gibi, "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah'ın insanlardan sadece "Adını Anarak" onlara bildirdiği "Gerçekleri" anlamalarını ve "Allah'a" iman etmelerini (teslim olmalarını) beklediğinin unutulmaması gerekmektedir. Bu nedenle insanlara ve özellikle iman edenlere "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah ile olan ilişkilerinde ve diğer her türlü faaliyetlerinde daima "gerçekler üzerinde" ve "doğru yolda" olmaları öğütlenmektedir.
Kâbe ve Kıble
Bu Dünya ortamında ilk "Akıllı İnsanlar" olarak ortaya çıkan Adem ve Eşi yaşamları süresince kendilerinden sonra bu ortamda yaşayacak olan insanlara "Gerçek Ortamda" kendilerini yaratan "Allah" ile ilgili olarak yaşadıklarını ve Allah'ın onara öğrettiği" Bütün İsimleri" yalnızca "Akıllarını Kullanarak" anlayabileceklerini ve hatırlayabileceklerini bildirmişler ve böylece "İlk Peygamberlik" görevi yapmışlardır.
Ancak Adem ve eşinden sonra insanların öncekilerden öğrendikleri "Yaratılış" ve "Yaratıcı" ile ilgili bilgileri gelen nesillere aktarmakla birlikte, zamanla nefslerine (Şeytan'a) uymaları sonucunda bu öğretilerden saptıkları Nuh ile ilgili Ayetlerden anlaşılmaktadır. Bu bilgiler toplumunu uyarmak üzere Nuh'a yeniden "vahiy" edilmiştir. Nuh, yaşadığı 950 yıllık uzun bir sürede toplumunun yeniden doğru yola döndürmeye çalışmış, kendisine "İnananlar" bu bilgilerin gelecek nesillere aktarılması için bırakılarak inanmayanlar su baskınları ile ortadan kaldırılmıştır. Nuh döneminde ve sonraki dönemlerde inanan insanların Allah'a yaptıkları ibadet ve dualarında uyguladıkları şekil ve yöntemler konusunda Ayetlerde bilgi bulunmamaktadır. Bu konuda tek gösterge olarak İbrahim ile ilgili bir Ayette İbrahim'in neslinden bir kısmını (Ailesini) Allah'ın "Beyt-i Haremi'nin" yanına bıraktığı bildirilmektedir.
"Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem'inin yanında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler." (72/37), (14/37)
Ayette Arapça olarak "Beyt-i Harem" olarak belirtilenin, İbrahim'in "Allah'ın Evi" olarak tanımlanan "Kâbe’nin" inşaatına başlamadan önce orada önceden ve belki de insanlığın ilk ibadet yerine (mabed) ait bir "kalıntı" olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre İbrahim ailesini, burada Allah'a anmaları ve Allah'a "Dua" etmeleri (namazı dosdoğru kılmaları) için, o sırada tarım yapılmayan, kimsenin bulunmadığı, o zaman "Bekke" olarak anılan ve günümüzde Mekke şehrinin bulunduğu bölge olan bir vadide, önceki dönemlerde yapıldığı anlaşılan ve "Allah'ın Evi" olarak adlandırılan bir "kalıntının" yanında yerleştirmiştir.
İbrahim Peygamberin böylece neslinden bir kısmı olarak belirttiği eşi ve oğlu İsmail'i "Allah'a dua etmeleri (namazı dosdoğru kılmaları) için bıraktığı yerde meyvelerden onlara rızık vermesi ve bu nimetlere şükretmeleri için Allah'a yalvardığına işaret edilmektedir.
Yüce Allah İbrahim ve oğlu İsmail'e Allah'a iman etmek üzere oraya ulaşabilen insanlar için bir yer inşa etmelerini bildirdiğini ve insanların Kâbe'ye özel bir saygı göstereceklerini, bunun bir ifadesi olarak etrafında dolanarak (tavaf ederek) ibadet edeceklerini, ibadete kapanacaklarını, rükû ve secde edeceklerini bildirmektedir.
Allah İbrahim Peygamberin inşa edeceği "Beyt-i Harem" olarak belirtilen ve günümüzde “Beytullah” olarak ta anılan “Allah’ın Evini”, insanların toplanarak (hac) dua (namaz) edilmesi, belirlenen yerlerin etrafında dolaşılması (tavaf edilmesi), Yaratan'ın (Allah'ın) yüceltilerek (hamd ile) anılması, saygı ifadesi olarak Allah'ın "manevi huzurunda" eğilinmesi (rüku), yere kapanılması (secde), teşekkür edilmesi (şükredilmesi) olarak özetlenebilecek Allah’a ibadet etmeleri için toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldığını bildirmekte ve “Evi”
olarak tanımladığı Kâbe’nin temiz tutulmasını bildirmektedir.
Biz, Beyt'i insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail'e: "Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun" diye emretmiştik. (87/125), (2/125)
Bir zamanlar İbrahim'e Beytullah'ın yerini hazırlamış ve “Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut.” (103/26), (22/26)
Böylece İbrahim ve oğlu İsmail'in Ayette "Beyt-i Harem" olarak belirtilen bir "kalıntının" üzerine "Kâbe" olarak adlandırılan yapıyı inşa ettiği anlaşılmaktadır.
Kâbe’nin yapılması sonucunda insanlardan bir kısmının onların (İbrahim Peygamber'in eşinin ve oğlu İsmail'in) yaptıkları dualardan ve Allah'a olan imanlarından etkilenerek gönüllerini onlara meyledici kılması (onlara inanarak İslam'a yönelmeleri) ve ayrıca onların geçinmelerine yardımcı olmaları için İbrahim Peygamberin Yüce Allah'a dua ettiği belirtilmektedir.
Bu durumda İbrahim Peygamber'in eşini ve oğlu İsmail'i Mekke yöresinde Allah'a dua etmeleri ve o bölgedeki diğer insanlara da Allah'a iman ederek dua ve şükretmelerine vesile olmaları için bıraktığı, böylece Yüce Allah'ın İsmail'in soyundan gelenlerin "burada" bir araya toplanarak Allah'a dua etmelerini "takdir ettiği" anlaşılmaktadır. Buna göre Hz.Muhammed’in İbrahim Peygamberin Kâbe’nin bulunduğu bu bölgede bıraktığı İsmail’in soyundan geldiği böylece İslam’ın bir kolunun ilk olarak buradan gelişerek Müslüman toplumların oluşmasına yol açtığı anlaşılmaktadır.
Nitekim Ayetlerde İbrahim Peygamberin "soyundan gelecekleri" dualarında devamlı olmalarını (namazı devamlı kılanlardan eyle) kabul etmesi ve burayı "emin" bir şehir yapması için Allah'a duada bulunduğu açıklanmaktadır.
"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; ey Rabbimiz! Duamı kabul et!" (72/40), (14/40)
İbrahim de demişti ki: "Ey Rabbim! Burayı emin bir şehir yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle." (87/126), (2/126)
Böylece İsmail'in soyundan gelenlerin Allah'a dua etmeleri için "burada" bir araya gelmelerine ve dua ederken buraya yönelmelerine işaret edildiği söylenebilir.
Nitekim Yüce Yaratan Müslümanlara Beyt'in (Kâbe'nin) insanlara güvenli bir "toplanma yeri" olduğunu ve Allah'a ulaşabilmelerine bir vesile olarak orada (İbrahim'in makamından) bir dua (namaz) yeri edinmelerini öğüt vermektedir. (Kâbe ile ilgili olarak İbrahim Peygamberi konu alan Ayetlerde ayrıntılı açıklamalar bulunmaktadır.)
Biz, Beyt'i insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail'e: "Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun" diye emretmiştik. (87/125), (2/125)
Ayrıca İbrahim ve İsmail'e “Evini” temiz tutmalarının emredildiği dikkate alınarak bütün Müslümanların Kâbe’yi ziyaretleri sırasında yapacakları ibadet ve dualarının geçerli (makbul) olması için onlara da “Beytullah’ı” daima temiz tutmalarının emredildiğini unutmamaları gerekmektedir.
Öte yandan Hz.Muhammed’den önceki zamanlarda da insanlar uyarıcı peygamberlerden öğrendikleri bilgilere göre anlayabildikleri bir "Yaratıcı Güce" olan teslimiyet ve inançlarını "Bir Yere" yönelerek yerine getirdikleri tarihi belgelerden anlaşılmaktadır.
Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır. (87/148), (2/148)
Buna göre insanların ibadet ve dua için yöneldikleri yerler Ayetlerde "Kıble" olarak tanımlanmaktadır.
İbrahim'den sonra Yakup soyundan gelen bütün peygamberler de insanların dua ederken yönelecekleri bir "yere" işaret ettikleri düşünülebilir. Örneğin Musa'nın toplumunu Mısır'dan çıkarmasından sonra onlara İbrâhim ve sonrasında gelen birçok peygamberin yaşadığı ve "vahiy" aldıkları yer olan ve “kutsal topraklar” ya da "vaat edilen topraklar" olarak da anılan Kudüs'e yerleşmelerini ve Allah'a olan imanlarını güçlü tutarak ibadetlerini burada sürdürmelerini bildirmiştir.
“Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.” (112/21), (5/21)
Daha sonra Süleyman burada bu toplumun ibadet etmeleri için bir tapınak inşa etmiştir. Günümüzde de Yahudi inancında olanlar bazı kalıntıları bulunan bu yapıya yönelerek ibadet etmektedir.
İsa Peygamber zamanında ise yine Kudüs en kutsal inanç ve ibadet merkezi olmuştur ve Hristiyanlar tarafından İsa'nın yaşayıp vefat ettiği yerler ibadet amacı ile ziyaret edilmektedir.
Hz.Muhammed Medine'ye hicret ettikten sonra aldığı vahiylere göre Allah'a teslim olarak "Dua" etme şeklini (Namaz) bütün insanlara göstermiş ve önceki peygamberlerin aldıkları "vahiyleri" ve öğretileri insanlara bildirdikleri yer olan, ayrıca kendisinin de bizzat "yaşadığı" Isra ve Miraç olayının geçtiği Mescid-i Aksa'nın bulunduğu (Beytülmakdis) Kudüs'e yönelerek (Kıble yaparak) dua ve niyazda (Namaz) bulunmuştur. Kendisine ve peygamberliğine inanmayan Yahudi toplumunun Müslümanların ibadetlerini ve dualarını onlar için "çok kutsal" olan Kudüs'e yönelerek yaparak onların inanışlarını teyit ettiklerini düşünmelerinin bazı yanlış anlamalara yol açması üzerine, Yüce Allah Hz.Muhammed'e namaz kılarken "vahiy" ederek namazın devamının, Yahudi ve Hristiyanların da "Peygamberi" olan İbrahim'e bütün insanlar için bir "toplanma" ve "ibadet" yeri olarak inşa ettirdiği Kabe'ye yönelerek tamamlamasını bildirmiştir.
İnsanlardan bir kısım beyinsizler: "Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır." "O dilediğini doğru yola iletir." (87/142), (2/142)
İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık. Senin yönelmediğin kıbleyi biz ancak Peygamber'e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırdetmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir. (87/143), (2/143)
Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de nerede olursanız olun yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir. (87/144), (2/144)
Yemin olsun ki sen ehl-i kitaba her türlü ayeti getirsen yine de onlar senin kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen hakkı çiğneyenlerden olursun. (87/145), (2/145)
Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bile bile gerçeği gizler. (87/146), (2/146)
Gerçek olan, Rabbinden gelendir. O halde kuşkulananlardan olma! (87/147), (2/147)
Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır. (87/148), (2/148)
Nereden yola çıkarsan çık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu emir Rabbinden sana gelen gerçektir. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. (87/149), (2/149)
Nereden yola çıkarsan çık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çevirin ki, aralarından haksızlık edenler müstesna, insanların aleyhinizde bir delili bulunmasın. Sakın onlardan korkmayın! Yalnız benden korkun. Böylece size olan nimetimi tamamlayayım da doğru yolu bulasınız. (87/150), (2/150)
Yüce Allah Müslümanlara dua ederken yönelecekleri "Kıble" olarak Kudüs yerine Kâbe'yi işaret etmesini anlamayıp akıl erdiremeyenleri "beyinsizler" olarak belirtmekte ve dolayısı ile bütün insanlara, nerede olurlarsa olsunlar yüzlerini Mescid-i Haram (Kâbe) tarafına çevirmelerini bildirmesinin yanında yeryüzünün her yönünün (Doğu da batı da) Allah'ın olduğunu hatırlatarak aslında "her yönde" ibadet edilebileceğine işaret etmektedir.
Nitekim "Allah'ın Nitelikleri ve Sıfatları" ve "Evrendeki ve Dünyadaki Fizik Yasaları" bölümlerinde de belirtildiği gibi, Yüce Allah bir diğer Ayette yeryüzünde ne tarafa dönülürse dönülsün her yerde Allah'ın "yüzünün" yani "Yarattıklarının" orada görüleceğini bildirmektedir.
Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah'ın geniştir, O her şeyi bilendir. (87/115), (2/115)
Allah "Yaratıcılığı" konusunda insanların bu ortamda bulunmaları nedeniyle sahip oldukları algılama kapsamı açısından çok önemli bir açıklamada bulunarak "Doğu veya Batı" ne yöne bakarsanız bakın her yerde Allah'ın “görüleceğine” işaret etmektedir. Buna göre Dünya üzerinde ve Evrende her yönün Allah'a ait olduğunun "İdrak Edilmesi" beklenmekte ve herhangi bir yerin ve yönün özel olarak “kutsallaştırılmaması” gerektiğine çünkü Allah'ın esasen rahmeti ve nimetleri geniş olan ve her şeyi "Bilen" olarak bilip bilemeyeceğimiz "Her Yeri" yaratan olduğuna işaret edilmektedir.
Bu anlamda yeryüzünde de ne tarafa dönülürse dönülsün (doğu da batı da) her yerde Allah'ın "yüzünün" yani "Yarattıklarının" görüleceğine işaret edilmekte bununla birlikte “bir yerin” ibadet ve özellikle dua (namaz) için "Kıble" olmasını ancak Allah’ın belirleyebileceği bildirilmektedir.
Ayrıca Hz.Muhammed'e ve bütün "Akıllı" insanlara sadece Allah'a ve ilettiği Ayetlerine "inananların" Allah'ın "doğru yola" iletmeyi diledikleri arasında olabileceklerini de açıklamaktadır.
Bu "açıklamalar" ile, Hz.Muhammed'in inanan ve iman eden insanlara "örnek" olması gibi ona inananların da "bütün insanlığa" bu konuda bir "örnek" ve "şahit" olma yetkisinin verildiği, bunun için Müslümanların hiçbir konuda aşırıya kaçmayan, her işte orta kararda olan, ılımlı, anlayışlı ve herkesle olumlu ilişkiler kurabilen (mutedil) bir millet kılındığına işaret edilmektedir. Yüce Allah Hz.Muhammed'e uyanların ona ökçeleri üzerinde geri dönenlerden (inanmayanlardan) ayırt edilmesi için ve Hz.Muhammed'in de esasen arzuladığı gibi, "Kâbe'yi" kıble yaptığını bildirmektedir. Yapılan bu değişikliğin kabul edilmesinin Hz.Muhammed'e inanıp ona uydukları için "doğru yola" ulaştırılanlardan (hidayet verilen) başkasının kabul etmesinin onlara zor geldiği (ağır geldiği) belirtilerek, Allah'ın hidayet verdiği kimselere karşı şefkatli ve merhametli olduğu ve onların imanlarını (teslimiyetlerini) asla zayi etmeyeceği özellikle hatırlatılmaktadır.
Yüce Yaratan bu konuda Hz.Muhammed'e yüzünü göğe doğru çevirerek haber beklediğini gördüğüne işaret ederek onu "memnun" olacağı bir "kıbleye" döndürdüğünü ve yapacağı dualarda (namaz) artık yüzünü Mescid-i Haram (Kâbe) tarafına çevirmesini istemektedir. Bu vesile ile ona inanan bütün müminlere de nerede olurlarsa olsunlar Allah'a olan dua ve niyazlarında yüzlerinizi o tarafa (Kâbe) çevirmeleri gerektiğini bildirmektedir. Kendilerine "Kitap" verilenlerin (ehl-i kitap) yapılan bu değişikliğin Allah'tan gelen gerçek olduğunu çok iyi bilmelerine rağmen onların bu şekilde kendi inanışlarını daha üstün görerek küçümsemelerinden Allah'ın habersiz olmadığını belirtmekte ve ehl-i kitaba her türlü ayeti (mucizeyi) getirse bile yine de onun kıblesine dönmeyeceklerini Hz.Muhammed'e açıklamakta böylece kendisinden emin olması için ona yardımcı ve destek vermektedir.
Öte yandan Hz.Muhammed'in kendisine gelen "ilimden" sonra eğer ehl-i kitabın arzularına uyacak olursa işte o zaman "hakkı çiğneyenlerden" olacağı hatırlatılarak onların inançlarına (kıblesine) dönmeyeceği, aslında Yahudiler ile Hristiyanların da birbirlerinin inançlarını kabul etmedikleri (kıblesine dönmedikleri) çünkü Allah'ın kendilerine verdiği kitaplarda yer alan bilgilerden Hz.Muhammed'i "öz oğullarını tanıdıkları gibi" tanımalarına rağmen, insanlar üzerindeki "etkilerini" sürdüremeyeceğini bilen bir gurubun bile bile gerçeği gizlediği belirtilmektedir.
Hz.Muhammed'e ve onun Allah'ın kendisine "vahiy ettiklerine" inanan bütün insanlara sadece Allah'tan gelenlerin "gerçek" olduğu yeniden hatırlatılarak onlardan "kuşku" duymamaları öğüt verilmektedir.
Bu gerçeklerden olmak üzere Yüce Allah herkesin ve her toplumun geçmişlerinden gelen bilgilerle ve Akıllarını kullanarak geliştirdikleri bilgi birikimleri ile "Yaratılış" ve Yaratan" konularında kendilerine ait bir yön çizdikleri (kıblelerinin bulunduğu) açıklanmaktadır. Bu konudaki düşüncelerini nasıl ifade ederlerse etsinler "Gerçek" olan bu yönelişin odağında "Yüce Allah" bulunmaktadır. Buna göre İbrahim'in kıble olarak Kâbe'yi seçmesi, Yahudilerin Kudüs'e öncelik vermeleri, ilk dönem Hristiyan kiliselerinin doğuya yönelmeleri ve
Kur'an'ın Kâbe ile ilgili buyruğu tamamen Allah ile "yakınlaşma", O'nu tanıma ve O'na teslim olma ile ilgili bulunmaktadır.
Kur'an'ın Yüce Yaratan'ın "son" bildirimi olması nedeniyle bütün insanlara Allah'a yönelmek için nereden yola çıkılırsa çıkılsın dua ve niyazlarında (namazda) yüzlerini Mescid-i Haram'a doğru çevirmeleri ve nerede olurlarsa olsunlar yüzlerini o yana çevirmeleri bildirilmektedir. Böylece insanların inananlara (müminler) karşı kullanabilecekleri bir delilin bulunmayacağına işaret edilerek, gerçeklere inanmayıp "haksızlık edenlere" itibar edilmemesi, onlardan korkmamaları ve yalnız Allah'tan korkmaları öğütlenmektedir. Yüce Allah bu şekilde kendisine inanıp iman edenlere her türlü yardım ve destek vererek onlara "nimetini" tamamlayacağını ve onların "doğru yolu" bulacakları açık bir biçimde açıklanmaktadır.
İnsanlara "Dua" ederken (namaz) yüzlerini yöneltecekleri (Kıble) yönünün "Kâbe" olarak değiştirilmesi ile ilgili bu ayetler ile namaz ibadeti için Dünyanın neresinde olursa olsun insanların Kâbe yönüne dönülmesi esası getirilmiştir. Böylece namazda durulacak ve dua ederken dönülecek yön, "Tek Yaratıcı İrade" olan Allah tarafından belirlenmiştir.
Ayrıca İslam toplumlarında yaşayan "Müslümanların" mescitlerini, kendi bilgi düzeylerine, yapı anlayışlarına ve geleneksel uygulamalarına göre yapmaları konusunda bir sınır veya kısıtlama bulunmamakta, ancak ibadet ve dualarını yaparken insanları Kâbe yönüne (Kıbleye) yönlendirecek biçimde "hazırlamaları" gerekmektedir. Bu durumda insanların, belli bir şekil verilerek "inşa edilen" mescitler dışındaki mekanlarda, evlerinde ya da yeryüzünde herhangi bir yerde, yüzünü Mescid-i Haram (Kabe) yönüne döndürmek kaydıyla istediği ibadeti yerine getirmesinin mümkün olduğu anlaşılmaktadır.
Namaz Kılmak (Salât)
Kur’an’ın önemli kavramlardan biri olan “Salât” kelimesinin sözlüklerde “Dua, Allah’a boyun eğme, kitaba uymak, yardımlaşmak, destek” gibi anlamları bulunmaktadır. Ancak çok sayıdaki Kur'an Ayetlerinde sıklıkla tekrarlanan "Salât" kelimesi genellikle Müslümanlar tarafından yapılan "Namaz" ibadetini tanımlamak için kullanılmaktadır. Nitekim Kur’an’ın Türkçe tercümelerinde de “Salât” kelimesinin Hz.Muhammed tarafından Müslümanlara öğretilen “Namaz” ibadetini tanımlamak üzere ve genellikle “Namaz Kılmak” olarak Türkçeye çevrildiği görülmektedir. Buna göre Kur'an Ayetlerinde yer alan "Salât" kelimesi dilimizde yaklaşık 1200 yıllarından beri (Atebet-ül Hakayık) Farsça kökenli “Namaz” kelimesi olarak ve "Namaz" ibadetini ifade edilmektedir.
Kur'anda Arapça "Salât" olarak geçen bu ibadetin Osmanlı İmparatorluğunun başından itibaren Farsça diline olan "Özenti" etkisi ile ve bir "İşgüzarlık" olarak "Namaz" olarak tanımlandığı anlaşılmaktadır. Aslında "namaz" kelimesi yerine Türkçe olarak "Dua İbadeti" kullanılabilir. Gerçekten Kur'an’ın İngilizce, Almanca veya daha başka dillere yapılan çevirilerinde bu ibadet o dilde "Dua" anlamına gelen kelimeler ile tanımlanmıştır. Benzer şekilde yukarıda değinilen diğer tüm Farsça kelimelerin de Türkçe Karşılıklarının kullanılmaları Türk Milleti'nin İslam Dinine ilgisini çok daha fazla çekeceği ve bu Dini anlamaya çok daha fazla merak duyacağı kesin bir değerlendirme olarak söylenebilir. Özellikle Din konusunda yabancı kelimelerin kullanılması ile yeterli eğitime sahip olmayan halkımız üzerinde Dini konulara "Esrarlı" bir hava verilerek bu konuda ancak "Bazılarının" söz sahibi olmaları sağlanmış ve bu "Bazılarının" bu durumdan "Yararlanarak" çıkar sağlamaları da dahil olmak üzere çok çeşitli amaçlara ulaşılabilmeleri mümkün olabilmiştir.
Benzer bir uygulama olarak Ülkemizde “Dini” konularda kullanılan örneğin Oruç, Abdest, Huda, Peygamber, Müslüman, Rabbena, Sahabe, Mevla, Niyaz, Günah, Günahkâr, Kâfir vb. çok sayıdaki terimin de Namaz gibi yine Farsçadan dilimize geçtiği ve halen bu kelimelerin kullanıldığı görülmektedir.
Ayetlerdeki “Salât” kelimesinin diğer anlamları da dikkate alındığında, Kur'an okunurken bu sözcüğün her zaman “Dua” veya her zaman “Namaz” olarak anlaşılmaması ve cümledeki yerine göre mana verilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bir diğer ifade ile “Salât” kelimesi her Ayetlerde sadece “Dua” anlamında veya sadece Hz.Muhammed tarafından Müslümanlara öğretilen “Namaz” ibadetini tanımlamak için kullanılmamaktadır.
Bu nedenle Ayetlerde geçen bütün “Salât” sözcüklerinin Türkçeye “namaz ibadeti” anlamında olmak üzere “namaz” olarak tercüme edilmesinin Ayette belirtilen asıl anlamlarını karşılamadığı ve Ayetin asıl anlamından uzaklaşılmasına neden olabildiği söylenebilir.
Örneğin Şuayb peygamber ile ilgili Ayette toplumunun taptıkları putlar veya malları ile ilgili olarak dilediklerini yapmalarına Şuayb peygamberin “namazının” emrettiğini sorgulayarak ona karşı çıktıkları bildirilmektedir.
Dediler ki: “Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!” (52/87), (11/87)
Burada geçen “namaz” sözcüğü aslında din veya inanç anlamında olduğu görülmektedir.
Buna karşılık Ayetlerin içeriğinde bulunan ve Türkçeye “namaz” veya “namaz kılmak” olarak çevrilen “Salât” sözcüğünün çok büyük bir kısmının gerçekten “namaz” ibadeti anlamında olduğu anlaşılmaktadır.
Öte yandan Hz.Muhammed öncesi dönemlerde de peygamberler tarafından toplumlarına “namaz” ibadetinin tebliğ edildiği Ayetlerdeki “namaz kılmak” ifadelerinden anlaşılmaktadır.
"Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti." (44/31), (19/31)
Halkına namazı ve zekâtı emrederdi; Rabbi nezdinde de hoşnutluk kazanmış bir kimse idi. (44/55), (19/55)
Biz de Musa ve kardeşine: “Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Musa!) Müminleri müjdele!” diye vahyettik. (51/87), (10/87)
“Yavrucuğum! namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azim gerektiren işlerdir.” (57/17), (31/17)
"Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem'inin yanında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler." (72/37), (14/37)
"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; ey Rabbimiz! Duamı kabul et!" (72/40), (14/40)
Ona İshak'ı ve fazladan bir bağış olmak üzere Ya'kub'u lütfettik; her birini salih insanlar yaptık. (73/72), (21/72)
Onları, emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren önderler yaptık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik, onlar, daima bize ibadet eden kimselerdi. (73/73), (81/73)
“Ey İsrailoğulları! namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükua gidenlerle birlikte rükua varın.” (87/43), (2/43)
Vaktiyle biz, İsrailoğullarından: Yalnızca Allah'a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz almış ve "İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin" diye de emretmiştik.
Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz. (87/83), (2/83)
Zekeriyya mabedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: "Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime'yi tasdik edici, efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler." (89/39), (3/39) Kendilerine kitap verilenler ancak o açık delil kendilerine geldikten sonra ayrılığa düştüler. (100/4), (98/4)
Halbuki onlara ancak, dini yalnız O'na has kılarak ve hanîfler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur. (100/5), (98/5)
Ancak bu Ayetlerde İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Musa, Harun, Lokman, Şuayb, Zekeriya, İsa peygamberlerin toplumlarına ve kendilerine “Kitap” verilenler (Ehl-i Kitap) ile İsrail Oğulları olarak belirtilen kavimlere bildirdiği “namaz kılma” eyleminin, Hz.Muhammed'in kendisinin uygulayarak Müslümanlara öğrettiği “Namaz” ile tamamen aynı olmadığı görülmektedir. Zira Kur’an’ın hiçbir yerinde namaz anlamında geçen salâtın nasıl yapılacağı bütün ayrıntılarıyla açıklanmamış ve kesin kurallara bağlanmamıştır. Ancak namazdan bahseden bazı ayetlerde kıyam, rükû ve secdeden bahsedilmiştir.
“Salât” kelimesi ile anılan “namaz” ibadetinin nasıl uygulanacağı bizzat Hz.Muhammed tarafından Peygamberliğinin son 11 yılında "Sahabeye" gösterilmiştir. Buna göre Hz.Muhammed’den önceki peygamberler tarafından insanlara Kıyam (ayakta), rükû (eğilme), secde (yere kapanma) hareketlerini kapsayan ve bir anlamda namaz olarak düşünebileceğimiz bir ibadetin öğretildiği bildirilmektedir.
İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak bize dua eder; fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider, işte böylece haddi aşanlara yapmakta oldukları şeyler güzel gösterildi. (51/12), (10/12)
Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail'e: "Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evimi temiz tutun" diye emretmiştik. (87/125), (2/125)
“Ey Meryem! Rabbine gönülden ibadet et! Secdeye kapan ve rükû’ edenlerle beraber rükû’ et!" (89/43), (3/43)
Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler, "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!" (89/191), (3/191)
Bir zamanlar İbrahim'e Beytullah'ın yerini hazırlamış ve “Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut.” (103/26), (22/26)
Söz konusu ibadetin İsa peygamberin annesi olan Meryem’e de bildirildiği ayrı bir Ayette açıklanmaktadır.
Bu durumda Adem’den sonra yeryüzünde yaşamaya başlayan “Akıllı” insanlara Allah’ı anmanın ve O’na teslimiyetin ifadesi olan “namaz” ibadetinin çeşitli zamanlarda “uyarıcılar” ve “peygamberler” tarafından gösterildiği ancak zaman içinde uygulama birliği ve şekillerinin giderek değişikliğe uğradığı anlaşılmaktadır.
Ayetlerde açık açık ifade edildiği üzere namaz ibadeti sadece Hz.Muhammed ve kavmine farz kılınmadığı gibi başlangıcı da Müslümanlık değildir. Zira son olarak Hz.Muhammed tarafından yaşadığı dönemde "Sahabeye" gösterilmiş olan ve günümüzde Müslümanlarca uygulanan şekle tam olarak uymamakla birlikte, Müslümanlıktan önce de peygamberler tarafından bildirilenlere inanıp iman eden toplumların kıyam (ayakta), rükû (eğilme), secde (yere kapanma) gibi hareketleri kapsayan bir çeşit “namaz” ibadeti yaptıkları yukarıda belirtilen Ayetlerdeki açıklamalardan anlaşılmaktadır.
Nitekim son uyarıcı ve peygamber olan Hz.Muhammed tarafından artık değişmeyecek bir şekilde uygulanarak tüm insanlara gösterilmiş olan namaz ibadetinde önceki toplumlarda yapılan ibadete benzer şekilleri korunduğu görülmektedir.
Buna göre aslında namaz özünde Allah'ın "Tek Yaratıcı Güç" olduğu gerçeğinin kabul edilmesi ve Allah'a teslimiyetin ifadesi ve bu bağlamda "insan" ile "Yaratıcısı" arasındaki özel bağın bir ifadesi olmaktadır.
Kur'an Ayetlerinde namaz ibadetinin "şekli" ile ilgili açıklama bulunmamakta ve ne zamanlar yapılacağı da çeşitli Ayetlerde gün içinde ve güneşin hareketlerine bağlı olan "zaman aralıkları" tanımlamak suretiyle açıklanmaktadır. Bu nedenle namaz ibadetinin nasıl ve hangi zamanlarda yapılacağının, Hz.Muhammed'in uygulaması ile topluma gösterilerek son şeklini aldığı ve namazın Hz.Muhammed'in en önemli "sünneti" olduğu genel olarak kabul edilmektedir.
Öte yandan günümüzdeki uygulamalara bakıldığında çeşitli mezheplerin bu emirleri ne kadar yerine getirdikleri ayrı bir tartışma konusudur. Ancak önemli olan husus “namaz kılınmasının” Kuran’da belirtilen geçmiş dönemlerde yaşamış olanlar dahil tarih boyunca yaşamış ve bundan sonra yaşayacak olan bütün insanlara “en anlamlı ibadet” olarak Yüce Allah tarafından çok sayıdaki Ayetlerde “bildirilmiş” olmasıdır. Bu durum Yüce Yaratan’ın “namaz “ibadetine ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
Yüce Allah Hz.Muhammed’e ve “bütün insanlara” özellikle “Kitabı” okumayı ve namazı kılmayı “emretmekte” ve muhakkak ki namazın insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyacağını hatırlatmaktadır.
"Sana vahyedilen Kitab'ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir." (85/45), (29/45)
Böylece Yüce Allah “Allah’ın” insanlar tarafından nasıl tanınacağını, nasıl anlaşılabileceğini, O’na nasıl teslim olunacağını ve nasıl ibadet edileceğini bütün insanlara iletmesi için ona vahiy edilen Kitabı okumasını ve namazı kılmasını öncelikle Hz.Muhammed'e bildirmektedir. Buna göre “Allah'ı Anmanın” en büyük ibadet olduğuna ve namazın da “Allah'ı Anmanın” en yalın ve kesin yolu olduğuna işaret edilmektedir.
Görüldüğü gibi “namaz ibadeti” aslında başlı başına bir "Dua" niteliğindedir ve Allah'a teslim olmanın ve Allah'tan yardım dilemenin tek ve en dolaysız yoludur. Nitekim Kur’an Ayetlerinin Arapça aslında Allah'a teslim olmak ve Allah'tan yardım dilemek için yapılan “Namaz” ibadeti "Dua" anlamındaki "Salât" kelimesi ile belirtilmektedir.
Genel Uygulama Esasları
Kur’an’da çok önem verilen ve yerine getirilmesi gerektiği sıklıkla hatırlatılan “namaz” ibadeti ölümünden sonra da Hz.Muhammed tarafından gösterildiği şekilde halen "Tüm Müslümanlar" tarafından uygulanmaktadır. Ancak Namaz ve diğer ibadetlerin yapılması ile ilgili olarak, Ayetlerin ve Hz.Muhammed'in uygulamalarının (sünnetinin) yorumlanmasında bazı görüş farklılıklarının ortaya çıkması ile "mezheplerin” bazı farklı uygulamalar geliştirdikleri de bilinmektedir.
Nitekim “namaz ibadeti” ile ilgili olarak mutlaka yapılmasının gerektiği (farz, vacip veya sünnet olmaları), günün hangi vakitlerinde yapılacağı, kaç bölüm (rekât) olarak uygulanacağı ve içeriğinde nasıl dua edileceği, ayrıca diğer ibadetlerin de nasıl yapılacağı konularında Kur’an Ayetlerde yer alan ifadelerin esas alınması gerekirken, tüm Müslümanlar açısından sayıca en fazla takipçisi (müridi) bulunan ve yukarıda “Şii” ve “Sünni” olarak belirtilen iki “ana mezheplerde” ve onların “alt mezheplerinde” farklı uygulamalar yapılmaktadır.
Bu gibi farklılıklara bir çözüm olarak örneğin "Sünni" mezheplerin (Ehl-i Sünnet) her birinde “dini inançlarını” daha ileri düzeylere çıkaracağı düşünülerek namaz ve diğer ibadetlerinde bazı “fazladan” uygulamaları “gelenek” haline getirdikleri görülmektedir. “Sünni” mezheplerin bu tür uygulamaları diğer “Sünni” mezheplerce de o mezhebin yolu ve yorumu sayılmakta ve "doğru ve geçerli" olarak kabul edilmektedir. Böylece her mezhep mensubu kendisine öğretildiği şekilde ibadet etmekte ve bunun en doğrusu olduğuna inanmaktadır. Bu durumda her mezhebe ait farklı yorum ve uygulamalarının sonuçta Allah’a yönelme olduğu fikri kabul edilerek Yüce Allah’ın “parçalanmayın” öğüt ve önerisinin yerine getirildiği düşünülmektedir.
Benzer bir durum “Şii” olarak tanımlanan “ana” ve “alt” mezheplerinde de bulunmakta ve her mezhep gelenek haline getirdiği uygulamaların "doğru ve geçerli" olduğuna inanarak Allah’a yönelmekte olduğunu düşünmektedir.
Namaz ilgili Ayetlerde, "Allah'ın hamd ile (yücelterek) adının anılması (tesbih edilmesi) olarak tanımlanmış ve bunun nasıl ve hangi zamanlarda yapılacağı konularında değişik Ayetlerde çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Bu Ayetlerde açıklanan “namaz” ibadetinin şekilleri ve zamanları Hz.Muhammed tarafından bir "düzene" sokulmuştur. Buna göre ilgili Ayetler 11 yıl süren Peygamberliği sürecinde bizzat kendisi tarafından "Tefsir" edilmiş, uygulanmış ve toplumuna ve "bütün insanlara" gösterilmiştir.
Bu arada insanların namaza (salad) başlarken daima "temiz" olmaları, temizlenmeleri gerektiği ve namaza nasıl hazırlanılacağı (abdest) bir Ayette özel olarak açıklanmaktadır
Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin, iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz temizlenin. Hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut biriniz abdest bozmaktan gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız, su da bulamamışsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin. Bunun için de yüzlerinizi ve ellerinizi o toprakla meshedin. Allah size bir güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek ve şükredesiniz diye de üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor. (112/6), (5/6)
İnsanlara iletilen son Ayetlerden olan bu Ayet ile Hz.Muhammed’den sonra Müslümanlar arasında namaz öncesi hazırlık ve temizlik yapılmasına ve bu konuda uygulama birliği sağlanmasına önem verildiği görülmektedir. Buna göre namaz ibadetinin yerine getirilmesinden önce yapılacak temizlik işlemi ile ilgili olarak (Abdest) açıklama yapılmaktadır.
Bu temizliğin yüzün, dirseklere kadar ellerin, iki topuğa kadar ayakların yıkanması ve başın su ile sıvazlanması (Meshetme) olarak açıklanmaktadır. Şayet cinsel ilişkide bulunulmuş veya şehvetle doyum hali yaşanmış ise (Cünüb Olma) tüm vücudun temiz su ile tamamen yıkanarak temizlenilmenin (Gusül) gerektiği belirtilmektedir. Hastalık halinde, yolculuk sırasında, tuvalet ihtiyacının giderilmesinden veya “cünüp” olunmasından sonra "Su" bulunamaması halinde yukarıdaki Ayette belirtildiği gibi ellerin temiz bir toprağa sürülüp yüzün ve kolların sıvazlanması ile (Teyemmüm) ibadete hazırlanılmasının yeterli olduğuna işaret edilmektedir. Böylece Allah insanlara bir güçlük çıkarmak istemediğini fakat temizlenmeleri ve "Şükretmeleri" için insanların üzerlerindeki "İyilik ve Lütfunu" yani "Nimetini" tamamlamak istediğini açıklamaktadır. Karşılaştıkları her türlü zorluk ve olumsuzluklar karşısında Yüce Allah'ın "Yarattığı" insanlara olan "İyilik ve Lütfunu" istemeleri "Tüm İnsanlardan" beklenmektedir.
Öte yandan teyemmüm konusunda daha önceki bir Ayette genel anlamda "Cinsi Münasebette Bulunulması" ifadesi bulunmaktadır.
Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza (namaza) yaklaşmayın. Cünüp iken de yolcu olanlar müstesna gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz abdest bozmaktan gelince veya cinsî münasebette bulunup su da bulamazsanız o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin. Niyetle yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır. (92/43), (4/43)
Buna göre Kur'an’ın vahiy ediliş sırasına göre son zamanlara ait olan Ayette “teyemmüm” ile ilgili olarak "Kadınlara Dokunulması" ifadesi ile sanki sadece “erkeklere” hitap edildiği söylenebilir. Ancak Ayetlerin genel olarak “anlam birliği” içerisinde bulundukları dikkate alındığında yapılan açıklamaların daima erkek ve kadın "Tüm İnsanlar" aynı şekilde anlaşılması ve uygulanması gerekmektedir.
Bu durumda namaz ibadeti için hazırlanırken "Su" bulunamaması halinde kadınların veya erkeklerin Ayetlerde belirtilen şekilde temiz toprak ile temizlenmelerinin gerekli olduğu anlaşılmaktadır.
Burada namaz öncesi temizlik ile ilgili olarak bir diğer konuyu da ele almak gerekmektedir. Ayetlerden açıklandığı gibi bu temizlikte (Abdest) dört unsura işaret edilmektedir. Ancak dini konularda kendilerini yetkili gören ve söz sahibi olan bazı din alimleri tarafından bunlara ek olarak ağzın ve burnun yıkanması kulakların ve ensenin su ile sıvazlanması gibi işlemlerin yapılmasının gerekli olduğu insanlara bildirilmektedir. Bu durumda bu insanların Ayet ile açıklananları "Yeterli" görmedikleri için Ayet hükümlerine "Ek" yapmış oldukları söylenebilir. Bu gibi konularda Hadisler yolu ile Ayetlere ilaveler yapılması ve yeni hükümlerin getirilmesi ile ilgili konularda "Uydurulan Din ve Kur'an’daki Din" isimli araştırmada çok ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.
Öte yandan bütün insanlara Yüce Allah'a ibadet ve teslimiyet (namaz) yapılırken (Secde edilirken) olmak üzere, günlük yaşam sırasında güzel elbiselerin giyilmesi önerilmektedir.
Ey Adem oğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yeyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez. (39/31), (7/31)
Böylece insanlara güzel elbiselerle süsleri ve yenip içilen "Temiz Rızıkları" ancak sonsuz merhameti ve "İzni” İle “Yaratmış" olduğu şeyler kullanılarak meydana getirdikleri hatırlatılmakta ve bunların insanlar tarafından "Haram" kılınmasının doğru olmadığına işaret edilmekte, haram olan hususun ise bunların "İsraf" edilmesi olduğu açıklanmaktadır.
Kur’an Ayetlerinde bütün insanlara “Tek Yaratıcı Güç” olan Allah’ı hatırlamak (anmak) ve Allah'a teslim olmak üzere, sadece "Allah’a" dua etmeleri ve sadece O’ndan yardım istemeleri öğütlenmektedir. Kur'an'da "Salât" sözcüğü ile tanımlanan söz konusu “Dua” dilimizde Farsça "namaz" olarak belirtilmektedir. Bu duada insanın hem “Yaratanına” teslimiyetini ve hem de her şeyin “Yaratıcısı” ve “Sahibi” olarak sadece Allah’tan yardım istenebileceğinin teyidini ifade etmektedir. Bu bakımdan, şekli bazı Ayetlerde kısmen belirtilen ve Hz.Muhammed'in uygulayarak gösterdiği gibi olmak üzere “namazın” sürekli olması beklenmekte ve öğütlenmektedir.
Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın. (87/238), (2/238)
Bu öğütten görülebileceği gibi, namazın (Salât) ancak Allah'a saygı ve içtenlikle bağlılık hisleri ile yapılması, insanın Allah'ı tanıyıp algılaması ve isteyerek O'na teslim olmasına yardımcı olabilir. Nitekim Ayetteki "orta namaza” ibaresi aynı zamanda "en mükemmel" anlamını da taşımaktadır. Buna göre namazın "en mükemmel şekliyle "tümüyle Allah'a yönelmiş olarak, huşû içinde ve O'nun sözlerini düşünerek sükunetle dua edilmesi (Salât-Namaz) gerektiğine işaret edildiği anlaşılmaktadır. Aksi halde yapılan sadece insanların diğer insanlara gösterişte bulunmasından öteye gitmeyecektir.
Buna göre namaz ibadetinin saygı, bağlılık ve Allah'ın huzurunda sürekli alçalma hisleri ile sükunetle (huşu) yapılması, her şeyin “Yaratıcısı” ve “Sahibi” olarak sadece Allah’tan yardım istenebileceğinin “bilincine” ulaşılmasını sağlayan en önemli özelliklerdir. Bu nedenle namaz Allah’ın manevi “huzurunda” alçalarak (tevazu ile) yapılan “Dua” olmaktadır. Genel anlamda Dua da insanların ihtiyacını, gönlünden gelen düşünce ve isteklerini Allah’a “iletmesi” olarak düşünülmelidir. Nitekim bütün insanlara “namazın” ve diğer bütün ibadetlerin daima içtenlikle, samimiyetle ve tamamen kendi "iradesi" ile yerine getirilmesinin, diğer bir deyimle "takva" ile yapılmasının beklendiği defalarca hatırlatılmaktadır.
Bu bakımdan, namaz ibadetinin yapılmasına niyetlenen bir insanın namaz kılarken herhangi bir şeyden korkması halinde duanın (namaz) yürüyerek yahut "binmiş" olarak yani binek olarak hayvan üzerinde ya da taşıt araçlarında yapılmasının mümkün olduğu belirtilmektedir.
Eğer korkarsanız yürüyerek yahut binmiş olarak. Güvene kavuştuğunuz zaman, siz bilmezken Allah'ın size öğrettiği şekilde O'nu anın (87/239), (2/239)
Ancak güvenli bir ortama ulaşıldığında namazın bilinen şekilde yapılması gerekmektedir.
Yüce Yaratan insanların kendisine "Allah" veya "Rahman" diyerek ya da "Güzel İsimleri" ile hitap edebileceklerini bildirmekte ve namaz sırasında Ayet ve duaların yüksek sesle okunmamasını öğütlemektedir.
Bu durumun Allah'a yönelmiş ve Onunla bir "Duygusal İletişim" kurmuş olan insanın Allah’a duyulan saygı, bağlılık ve teslimiyetini daha güçlü olarak hissetmesini sağlayacağı anlaşılmaktadır. Özellikle birlikte yapılan (Cemaat ile) namazlarda bu konunun diğer insanların hislerinin bozulmaması açısından çok daha fazla önem taşıdığı dikkate alınmalıdır.
De ki: "İster Allah deyin ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na hastır." namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma ikisinin arası bir yol tut. (50/110), (17/110)
Ayrıca namaz sonrasında da (secdelerin ardından) Allah’ın “yüceltilerek” tesbih edilesi ve aşağıdaki gibi dua edilmesini önermektedir.
Güneşin doğuşundan önce de batışından önce de Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir bölümünde ve secdelerin ardından da O'nu tesbih et. (34/40), (50/40)
"Çocuk edinmeyen, hakimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı olmayan Allah'a hamdederim" de ve tekbir getirerek O'nun şanını yücelt! (50/111), (17/111)
Görüldüğü gibi “namaz” ibadetinin Allah’a duyulan “saygı ve bağlılığın” gereği olarak sükunetle (huşu) ve Allah'ın huzurunda sürekli alçalma halinde “Dua” edilmesi olarak ta tanımlanması mümkündür. Nitekim “namaz” aslında başlı başına bir "Dua" niteliğindedir ve Allah'a teslim olmanın ve Allah'tan yardım dilemenin tek ve en dolaysız yoludur ve Ayetlerinin Arapça aslında "Dua" anlamındaki "Salât" kelimesi ile belirtilmektedir. Genel anlamda “Dua” insanların ihtiyaçlarını, gönlünden geçen düşünce, beklenti ve isteklerini Allah’a “doğrudan” kendisinin “arz etmesi” olarak düşünülebilir. Bu niteliği ile dua Allah’a olan aidiyetini (kulluk) en yalın olarak belirtmektedir. Ayetlerdeki ifade ve açıklamalara göre Yüce Allah, “hiç şüphesiz” insanların kalplerinden geçeni, dertlerini, sıkıntılarını, istek ve ihtiyaçlarını bilmektedir. Onun için insan bunlar için Allah’tan “samimiyet ve saygı” ile istekte bulunmalıdır.
Burada çok önemli bir konu üzerinde durulması gerekmektedir. Ayetlerde belirtildiği gibi namaz aslında başlı başına bir dua (Salât) niteliğindedir. Bu nedenle namaz ibadeti yapılırken Yüce Allah ile “doğrudan” iletişime geçilerek “Dua” edileceği anlaşılmaktadır.
Ancak Namazlarda yapılacak “Duaların” neleri kapsayacağı ve nasıl yapılacağı konularında, mezhep, tarikat ve cemaatler yapılanmalarının önemli boyutlarda etkili oldukları bilinmektedir. Böylece yukarıda İman ve Din bölümlerinde açıklandığı gibi bu yapıların kendi aralarında ve genelde toplumlarda oluşan “ayrılık” ve “ihtilaflar”, namazın şekil, içerik ve duaları konularında da “farklı uygulamalara” neden olmaktadır.
Kur’an’ın Arapça olarak insanlara bildirildiği dikkate alındığında Ayetlerde Arapça Salât olarak tanımlanan duaların da genellikle Arapça yapılması bir anlamda gerekli olmuştur. Bu durumda dilleri farklı olan insan toplumlarında İslam’ın yayılması sonucunda İslam’ı kabul eden toplumlar, Arapça dilini tam olarak öğrenmeseler bile, sadece “okumayı” öğrenerek anlamlarını bilmeden Kur’an’ı okumaya ve kendilerinden beklenen duaları ve diğer ibadetleri Arapça dili ile yerine getirmeye çalışmışladır.
Bu durum halen büyük ölçüde bu şekilde devam etmektedir. Ancak “bilgi birikimlerinde” meydana gelen çok hızlı ve kapsamlı gelişmeler sonucunda Kur’an günümüzde diğer bütün dillere çevrilmiş durumdadır. Bu nedenle insanların Kur’an ve ibadetler konularında daha çok bilgi edinmeleri mümkün olmuştur. Fakat Arapça dilinin özellikleri nedeniyle yapılan çevirilerin Ayetleri “tamamen” ifade etmediği, bazı “çok anlamlı” kelimelerin çevirilerinde çevirenlerin bilgilerine bağlı olarak farklı anlamlarda ifadelerin bulunabileceği her zaman tartışma konusu olmaktadır. Bu konuda Kur’an bölümünde Ayetlere dayanan ayrıntılı bilgi bulunmaktadır.
Bu durumda Kur’an Ayetlerinin dilleri farklı olan bütün toplumlarda belirlenecek ve Arapçaya hâkim “ehil” ve “aklı selim” insanlardan oluşacak gruplar tarafından Kur’an’ın “Ana Fikri” çerçevesinde olmak üzere o toplumun diline çevrilmesi gereklidir. Bu aşama geçildikten sonra namazdaki duaların hangilerinin Arapça olarak okunacağı konusunun bütün toplumlar tarafından bir “görüş birliği” sağlanarak belirlenmesi gerekli bulunmaktadır.
Bilindiği gibi Yüce Allah Ayetlerinde bütün insanlara önerdiği ve “Hak Din” olarak tanımladığı “İslam” dışında bir inanç ve düşüncenin kabul etmeyeceğini bildirmektedir. Bu nedenle insanların Kur’an Ayetlerini kendi dillerine çevrilmiş olarak namazda okuyarak yapacakları dualar ile İslam’ı çok daha etkin biçimde anlayabilmeleri mümkün olacaktır.
Bununla birlikte namazın Hz.Muhammed tarafından gösterildiği şekilde ve Ayetlerde belirtilen hususlar dikkate alınarak belli zamanlarda “kılınması” sırasında bazı “duaların” Arapça olarak “ezberlenip okunması” kaçınılmazdır. Zira çeşitli dillere sahip olan toplumlara mensup insanların bir arada namaz kılmaları (örneğin Cuma namazı) halinde bazı “duaların” Arapça olarak “ezberlenip okunması”, Allah’ın insanlara bildirdiği şekilde dua etmelerinin sağlaması açısından zorunlu olmaktadır.
Namaz kılınmasında önemli bir diğer konu olarak insanların Yüce Yaratıcısı ile “doğrudan” iletişime geçerek “Dua” edeceği dikkate alındığında farklı dil konuşan toplumların mensubu olan insanların bir arada (Cemaatle) namaz kılarken bazı duaların Arapça okunması namazın tüm katılanlar tarafından “birlikte” ve “düzenli” bir şekilde kılınması açısından gerekli olmaktadır. Çünkü bu durum namazın şeklini belirleyen bölümlerinde (Ayakta, eğilirken, Secdede ve otururken) birlikte kılınacak namazlarda “cemaate” uyulmasını sağlayacaktır.
Öte yandan insanların kendi başına namaz kılmaları sırasında yapacakları dua ve isteklerini namaz ibadeti sırasında “kendi dilinde” iletmesinin son derecede etkili ve gerekli olduğu söylenebilir. Ancak Ayetlerde kesin hükümlere bağlanmamış bütün konularda olduğu gibi bu konuda da mezhep, tarikat ve cemaat yapılarında birbirleri ile çelişen yorumlar (fetvalar) yapılmaktadır. Kur’an’ın insanlar ile Yüce Allah arasında en dolaysız ve en içten bağı gerçekleştirdiği dikkate alındığında insanların namazın bölümlerinde ve özellikle secde anında Yüce Yaratıcısına “sonsuz merhametine” sığınarak her türlü dua yapması çok anlamlı olacağı çeşitli düşünülebilir.
Nitekim Ayetlerin bir arada ve birbirleri ile olan anlam bağlılıkları dikkate alınarak okunması ve üzerinde düşünülmesi halinde Kur’an’ın her insana ayrı ayrı ve tek tek olarak “hitap ettiği” anlaşılmaktadır. Buna göre her insandan Allah’ın lütfu ile sahip olduğu “Akıl” unsurunu kullanarak Hz.Muhammed ile kendisine bildirilen Kur’an’ı, Ayetlerde açıklanan hususlara ve “kurallara” göre değerlendirerek “anlamaya” çalışması istenmektedir.
Bu anlamda “doğru” bir fikir edinebilmesi açısından Ayetlerin yorumlanmasında yukarıda açıklandığı gibi ortaya çıkan “ayrılık” ve “ihtilafları” dikkatle incelemesi de gerekli bulunmakta ve kendisinden beklenmektedir. Buna göre her insan bilgi birikimleri ve kendi aklı ile Allah’ın “Son Olarak” insanlara bildirdiği Kur’an’ı okuyarak ve gönderdiği “Son Peygamber” olan Hz.Muhammed'in gösterdiği ibadetleri yaparak “Tek Yaratıcı Güç” olarak Allah’ı anladığını ve tamamen kendi “iradesi” ile Allah’a teslim olduğunu Allah’a ifade edecektir. Böylece Gerçek Ortamda Allah’ın bütün insanların “Rabbi” olduğuna “şahitlik” ederek “aldığı görevini” yerine getirmiş olacaktır.
Namaz ibadetinin bu durumda İnsanın “yaratıcısı” olan Allah’ı tanımasında en önemli ve etkili bir unsur olduğu anlaşılmaktadır. O nedenle namazın “kılınması sırasında” Allah’ın sözlerinin “tekrarlanması” olan Arapça duaların yanında kendi hislerini de kendi dilinde ifade edebilmesi de Allah’a “ulaşılması” açısından önem taşımaktadır.
Farz Olması
Hz.Muhammed’in aldığı “vahiyleri” bütün insanlara bildirdiği süreçte kendisine inanan ve bildirdiklerine iman eden (mümin) toplum bireyleri arasında "uygulama ve inanç birliği" sağlanması ve böylece toplumun Allah’a iman (Din) duygularının güçlendirilmesi için Ayetlerde açıklanan "namazın" mutlaka yerine getirilmesi gerektiğini (farz olduğunu) topluma gösterdiği görülmektedir.
Daha sonraki dönemlerde Müslüman toplum yöneticileri tarafından namaz ibadeti “Miraç” olayı ile bağlantı kurulup "efsaneleştirilerek" mutlaka yerine getirilmesi gereken "mucizevi" bir ibadet olduğu kabul edilmiştir.
Ancak ilerleyen zamanda bu "dini" uygulamalar ile ilgili olarak bazı görüş farklılıkları ortaya çıkmış ve insanlar mezhep ve tarikat olarak adlandırılan bu gruplar etrafında birleşerek ve kendi anlayışlarına göre yorumlayarak, namaz ibadeti de dahil olmak üzere, Hz.Muhammed'in "özgün" uygulamalarında "değişikliklere" yol açmışlardır. Bunlardan bazıları daha da ileri giderek, çeşitli amaçlarına ulaşmak ve sürdürmek için “doğru” olduğunu ileri sürdükleri bazı ek ibadetler ve uygulamalar geliştirmişler, insanların samimi inançlarını kendi amaç ve çıkarlarına göre yönlendirmişler ve onlar üzerinde "hakimiyet" kurmuşlardır. Bu duruma örnek olarak, aslında Allah ile İnsan arasındaki "doğrudan" ve en güçlü "bağ" olan namaz ibadetinin çok sayıda amaçlara ve olaylarla ilişkilendirilerek ve çeşitli isimler verilerek bir nevi "ayin" şekline sokulduğu (ritüel) ve "imana yönlendirme" bahanesi ile söz konusu gruplar tarafından insanlar üzerinde "çeşitli çıkarları” doğrultusunda baskı ve etki aracı olarak kullanıldığı görülmektedir. Aynı şekilde diğer bazı ibadet ve uygulamaların da yapılan eklemelerle "gelenek" haline getirildiği söylenebilir.
Namaz ibadetinin mutlaka yerine getirilmesinin ve Hz.Muhammed’den ilham alınan şekilde uygulanmasının zorunlu (Farz) olduğu günümüzde sayıca en çok takipçisi olan "Ehl-i Sünnet" "mezhepleri" (Hanefi, Hanbeli, Şafi, Maliki) tarafından, aralarında küçük çapta bazı farklılıklar bulunmakla birlikte, kabul edilmiş bulunmaktadır.
Örneğin Hanefi Mezhebinde namazın "Miraç" olayı sırasında "Farz" kılındığına ve uygulama esaslarına (Vakit, Rekat) dair çok sayıda açıklamalar bulunmaktadır.
“Namaz, hicretten bir buçuk yıl kadar önce Miraç (İsrâ) gecesinde farz kılınmıştır. Beş vakit namaz farz kılınmadan önce, Peygamber (asv)'in ibadet tarzı Cenâb-ı Hakk'ın yaratıklarını düşünmek, Allah'ın yüceliğini tefekkür etmek şeklinde idi. Sabah ve akşam ikişer rekat hâlinde namaz kıldığı da nakledilir.”
https://sorularlaislamiyet.com/namaz-ne-zaman-farz-kilinmistir-0
“Beş vakit namazın mirac hadisesi ile birlikte farz kılındığında ittifak vardır. Mirac da hicretten bir yıl önce vaki olduğuna göre bütün müslümanların kılmakla yükümlü bulundukları beş vakit namazın hicretten bir yıl önce farz kılındığı ortaya çıkmaktadır.”
http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/tarih/0075.htm
Bu konuda "Gerçekçi" bir yaklaşım olarak Prof.Dr.Süleyman Ateş tarafından namazın bir "Mecburi" ibadet olmasının Hz.Muhammed'in "Miraç" olayı ile "İlgilendirildiği" fakat aslında miraçtan önce de namaz ibadetinin yapıldığı ancak "vakitlerinin" ve "şeklinin" Peygamberlik verilmesini takiben Hz.Muhammed tarafından gösterildiği belirtilmektedir. Nitekim namaz iniş sırasına göre ilk olarak 17.nci sırada bulunan "Maun" suresinde yer almaktadır, Miraç olayı ise iniş sırasına göre 50.nci sıradadır. Burada tüm insanlara namazın samimiyetle kılınmasının gereğine işaret edilmektedir.
"Beş vakit namazın Mi‘râc’da farz kılındığı rivâyeti bir kanıttan yoksundur. Eğer öyle olsaydı, ondan sonra Peygamber bir süre Mekke’de, on yıl da Medine’de kaldı. Namazla ilgili vahiyler geldi. Bu vahiylerin hiçbirinde namazın beş vakit olduğu belirtilmemiştir. Ancak günün başında, sonunda, gecenin bir bölümünde namaz kılınması, Allah’ın anılması emredilmiştir. Fakat beş vakit namaz hakkında kesin ayet bulunmayınca, bunu sağlam bir esasa bağlamak için beş vaktin, Mi‘râc gecesinde, doğrudan (aracısız) vahiy ile farz kılındığı rivayeti ortaya atılmıştır. Kaldı ki namaz Mi‘rac’dan önce de kılınırdı. Ve namazın beş vakit olduğuna dair ne Mi‘râc’dan önce, ne de sonra Kur’ân’da bir açıklık yoktur. Bu husus, Peygamber’in uygulamasından anlaşılmaktadır. Herhalde bu rivâyetler, namazın beş vakit olduğunu sağlama bağlamak için Mi‘râc hadislerinin arasına sokuşturulmuştur. Çünkü bazı kimseler, Kur’an’da bulunmayan dinî uygulamalara itiraz ediyorlardı. Bunu yapanlar Mi‘râc olayının da en sağlam rivayete göre bir rü’yadan ibaret olduğunu hiç anlamamışlardır."
“www.suleymanates.com/index.php?option=com_content&view=article&id=12&Itemid=39&limitstart=1
Şii mezhepleri arasında ise Kur’an’da namaz ibadetinin nasıl yapılacağının açıklanmamış olması ve genellikle Hz.Muhammed’in uygulamalarının sahabeden gelen “rivayetlere” dayandırılmış olduğu düşüncesi ile özellikle alt mezhepler arasında önemli ölçüde daha derin farklılıklar olduğu görülmektedir.
Yüce Allah Ayetinde bütün insanlardan namazlara ve orta namaza “mutlaka” devam edilmesini istemekte ve namazın Allah'a saygı ve bağlılık içinde ve “dosdoğru” kılınması gerektiğini açıklamaktadır.
Sen, onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et; gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında da tesbih et ki, sen, Allah'tan hoşnut olasın. (45/130), (20/130)
Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın. (87/238), (2/238)
Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır. (92/103), (4/103)
Böylece Ayette namaz ibadetinin Allah’a inanan “müminler” üzerine vakitleri Ayetlerde belirtilmiş olan ve mutlaka yerine getirilmesi gereken bir “farz” olduğu bildirilmektedir.
Uygulama Şekli
Yüce Allah her topluma bir ibadet tarzı gösterdiğini bildirmektedir.
Biz, her ümmete, uygulamakta oldukları bir ibadet tarzı gösterdik, öyle ise onlar bu işte seninle çekişmesinler. (103/67), (22/67)
Nitekim Hz.Muhammed’den önceki peygamberler tarafından insanlara Kıyam (ayakta), rükû (eğilme), secde (yere kapanma) hareketlerini kapsayan ve bir anlamda namaz olarak düşünebileceğimiz bir ibadetin öğretildiği bildirilmektedir. Buna göre her peygamber kendi kavmine asıl anlamı "Dua" olan "namazın" ibadet olarak nasıl uygulanacağını ve ne şekilde dua edileceğini göstermiş ve örnek olmuşlardır.
Bugün tüm Müslüman toplumlarda uygulanan "namaz" ise, Hz.Muhammed tarafından Medine'ye "hicret" etmesinden sonra (622) ölümüne kadar (632) yaklaşık olarak 11 yıl boyunca "Kendisinin" uygulayıp gösterdiği şekli ve içeriği ile "En Önemli Dua" niteliğini taşıyan "ibadet" olmaktadır.
İlahiyat konusunda uzman isimlerden olan Prof.Dr.Süleyman Ateş namaz ile ilgili olarak bu durumu şu şekilde açıklama yapmaktadır.
"Müslümanlıktan önce de Araplar düzenli olmasa da namaz kılarlardı. Peygamberimiz de kılardı. Hira Mağarasında ibadete çekilişi bunu göstermiyor mu? namaz vardı, Hz.Muhammed'den önceki peygamberlere de namaz emredilmişti. İbrahim Allah'a şöyle dua ediyor: "Rabbic'alnî mukîmes'salâti ve min zurriyyetî: Rabbim, beni ve neslimden bir kısmını namaz kılar yap!" (İbrahim: 40) Kur'ân'da emredilen namaz, daha önce şirke bulanmış olan namazın şirk bulaşıklarından arındırılıp, yalnız Allah için yapılan ibadettir. Salât’ın asıl anlamı du‘âdır. Temel özelliği du‘â olduğu için belli rükünleri, şekilleri olan namaz ibâdetine de salât adı verilmiştir. Şeklinde değişiklik görülse de namaz (salât) her dinin temel ibâdetidir. Arap toplumunda da İbrâhîm dininden kalma olarak namaz ibâdeti vardı."
“Namaz bilinmeyen bir şey değildi. Ta İbrahim'den ve daha sonraki peygamberler tarafından uygulanan bir ibadetti. Araplara da ondan intikal eden geleneksel bir din vardı. O dinin gereklerinden biri de namazdır. Araplar da rükûlu ve secdeli namaz kılarlardı ama Allah'ı yapılması gereken ibadeti putlara da bölüştürmüşler, yani Tevhîd dinini şirke bulaştırmışlardı. Peygamber'e peygamberlik verilişinden itibaren namazı bugünkü şekli ile kılmıştır. Namazın ikişer rek'at olarak kılındığı Nisa Suresinin 102. âyetinden anlaşılmaktadır. Mekke döneminde ikişer rek'at olan farz namazlar Medîne döneminde dörde çıkarılmış, ancak akşam ve sabah namazlarının rek'ati akşama bir ilave dışında değişmemiştir.”
“Bununla birlikte namaz (salât) ibadetinin temelde iki rekât olarak uygulanması gerektiği “Ehl-i Sünnet” mezhepleri tarafından kabul edilmiş bulunmaktadır.”
soruvecevaplar@suleyman-ates.com
Namazın bir ibadet olarak yapılmasında özellikle Allah'ın önünde eğilip yere kapanmak gerektiği açıklanmaktadır. Bu, insanın sahip olduğu gururun Yüce Yaratan'ın önünde tamamen yok edilmesi ve insanın kayıtsız ve kesin teslimiyetidir. Bu bakımdan çok önem taşımaktadır.
Ey iman edenler! Rükû edin, secdeye kapanın, Rabbinize ibadet edin hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz. (103/77), (22/77)
Nitekim Ayetlerde Hz.Muhammed’den önceki peygamberler tarafından insanlara öğretildiği belirtilen ibadetin rükû edilmesini ve secdeye kapanılmasını kapsadığı, bu nedenle de bu ibadetin bir anlamda “namazın” ilk uygulama şekli olabileceği düşünebilir.
Öte yandan bazı nedenlerle namazın Hz.Muhammed tarafından gösterildiği şekilde yerine getirilmesinde (kılınmasında) zorluklar bulunması halinde, o dönemlerde karşılaşılacak en zorlu durum olan “savaş hali” örnek gösterilerek, Allah'ın anılması ve yüceltilmesi için yapılan “Dua” olan namazın uygulanış biçiminde değişiklik yapılabileceği veya “kısaltılabileceği” ve bunda bir "günah" bulunmadığı bildirilmektedir.
Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kafirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kafirler, sizin apaçık düşmanınızdır. (92/101), (4/101)
Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını alsınlar, böylece secde ettiklerinde arkanızda olsunlar. Sonra henüz namazını kılmamış olan diğer gurup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kafirler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olsanız da üstünüze birden baskın yapsalar. Eğer size yağmurdan bir eziyet olur yahut hasta bulunursanız silahlarınızı bırakmanızda size günah yoktur, yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kafirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır. (92/102), (4/102)
Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken Allah'ı anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır. (92/103), (4/103)
O topluluğu takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan, onların ümit etmedikleri şeyleri umuyorsunuz. Allah ilim ve hikmet sahibidir. (92/104), (4/104)
Buna göre Müminlerin apaçık "düşmanı" oldukları hatırlatılan "kafirlerin" savaş sırasında iman edenlerin dikkatlerinin dağılarak silahlarından ve eşyalarından “gafil olduklarında” birden baskın yapmalarından endişe edilmesi halinde, namazın nasıl değişik olarak uygulanabileceği açıklanmaktadır.
Bununla birlikte “zorlayıcı” koşullar bulunması veya korku halinde halinde uygulamada değişiklik yapılması veya kısaltılmasının da mümkün olmaması durumunda namazın ayakta, yürürken, otururken, binek üzerinde iken veya yan yatarken de yerine getirilebileceği, böylece iman edenlerin Allah'ı "daima" anabilecekleri belirtilmektedir.
Eğer korkarsanız yürüyerek yahut binmiş olarak. Güvene kavuştuğunuz zaman, siz bilmezken Allah'ın size öğrettiği şekilde O'nu anın (87/239), (2/239)
Ancak bu sıkıntı ve zorluklardan kurtulup "huzura" kavuşunca da "insanlardan" namazı (salât) belirtilen vakitlerde ve gösterilen şekilde (dosdoğru) kılmaları istenmektedir. Ayrıca namazın böylece değişik olarak veya kısaltılarak kılınmasına neden olanlar (Kafirler) için alçaltıcı bir azap hazırlandığı bildirilmekle, bununla birlikte gereken başka “önlemlerin” alınması da müminlere öğütlenmektedir.
Bu hüküm çerçevesinde savaş hali dışında da hastalık, kaza vb. namazın “dosdoğru” kılınmasına imkân vermeyen durumların bulunması veya “zorlayıcı koşulların” ortaya çıkması durumunda da “Kıyasen” namazın ayakta, oturarak veya yatarak "kılınabileceği” anlaşılmaktadır.
İnsanlara "ateşten" kurtulmanın ancak Allah'ın merhametine ve cömertliğine (rahmetine) kavuşulması ile gerçekleşeceği ve bunun da ancak Allah'a ve Allah'ın bildirdiklerini insanlara ileten Hz.Muhammed'e "itaat" edilmesi ile mümkün olduğu bildirilmektedir.
Allah'a ve Resûl'üne itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız. (89/132), (3/132)
Böylece iman etmiş olanlara, namazın uygulanma şekli konusunda da Hz.Muhammed’e itaat etmeleri önerilmektedir. Zira namazın Hz.Muhammed’in peygamberliği süresinde “uyguladığı” ve “gösterdiği” şekilde yapılması onun “kesin” ve “tartışılmasına” gerek olmayan bir “sünneti” olmaktadır.
Hz.Muhammed’in peygamberliği sürecinde insanlara uygulayarak gösterdiği ve Ayetlerde “Salât” olarak belirtilen namazın Kıyam (Ayakta), Rükû (Eğilme), Secde (yere Kapanma) ve Oturma olmak üzere dört ana “bölümde” belirtilen hareketleri bulunmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi Hz.Muhammed’den önceki dönemlerde yaşamış toplumlara bildirilen ve rükû (eğilme) ve secdeye kapanılması hareketleri bulunan ibadetler de Ayetlerde “Salât” olarak tanımlanmakta ve dilimize “namaz” olarak tercüme edilmektedir. Buna göre Hz.Muhammed dönemine kadar geçen süreçte “Allah’a iman edilmesi” esasına dayanan ve Ayetlerde genel anlamda “İslam” olarak tanımlanan “Din” ile ilgili olarak yapılan ibadetlerin “namazın” ilk uygulamaları olduğu anlaşılmaktadır.
Ancak Hz.Muhammed’den sonraki dönemlerde Ayetlerin yorumlanmasında giderek önemli boyutlara ulaşan görüş ayrılıkları sonucunda ortay çıkan “mezhep” yapılaşmalarında, diğer bazı ibadetlerde olduğu gibi namazın şekli ve içeriği konularında da bazı farklılıkların meydana geldiği ve her mezhebin kendi uygulamasının en doğrusu olarak gördüğü bilinmektedir. Gerçekten Müslümanlar mensubu oldukları mezhebin görüş ve kurallarına (İlmihal) göre “namaz” ve diğer ibadetlerini yapmaktadırlar.
Günümüzde sayıca en çok takipçisi bulunan ve Ülkemiz insanlarının da çoğunluğunun mensubu olduğu “Sünni” ve “Şii” mezheplerine göre namaz, Hz.Muhammed’in peygamberliği sürecinde insanlara uygulayarak gösterdiği ve dört ana bölümü bulunan “şekle” uygun olarak “kılınmaktadır”. Ancak genel olarak bu ana bölümlerde uyum sağlanmış olmakla birlikte, bu hareketlerin yapılması esnasında nasıl dua edileceği, hangi Ayetlerin okunacağı ve diğer bazı ayrıntılarda “Sünni” ve “Şii” mezhepler arasında da bazı farklı uygulamalar yapılmaktadır. Buna karşılık “Alevilik” mezheplerinde namaz ibadeti ile ilgili olarak çok daha farklı hareketler ve içerikler bulunmaktadır.
Bu nedenle çeşitli toplumlarda çeşitli şekillerde kılınmakta olan namaz ibadetinin “şekli” ve içeriğinde okunacak “duaları” açılarından yapılmakta olan uygulamalar ve ayrıca bunlarla ilgili olarak “yapılan yorumlar” hakkında aşağıda bazı örnekleri bulunan çeşitli kaynaklardan bilgi alınması gerekmektedir.
Namaz Portalı - T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı
NAMAZ - TDV İslâm Ansiklopedisi
soruvecevaplar@suleyman-ates.com
http://www.diniyazilar.com/2011/06/yasar-nuri-ozturkun-yorumuyla-namaz/
http://zekicelik.com/topic-detail?Konu=UZVWjiLdWZGWrWLufdz0d8
https://www.caferilik.com/pdf/Tam%20ilmihal-www.caferilik.com.pdf?
https://www.ehlibeytforum.com/viewtopic.php?t=1523
http://www.diniyazilar.com/2011/06/yasar-nuri-ozturkun-yorumuyla-namaz/
Ayetlerde ayrıca namazın günün belirlenen zamanlarda tekrarlanacağına işaret edilmektedir.
Sen, onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et; gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında da tesbih et ki, sen, Allah'tan hoşnut olasın. (45/130), (20/130)
Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır. (92/103), (4/103)
Ayrıca Hz.Muhammed’in insanlara uygulayarak gösterdiği ve dört ana bölümü bulunan namazın günün beş zamanında “kılınmasının” gerekli (farz) olduğu belirtilmektedir.
Öte yandan Ayetlerde temel olarak yukarıda açıklanan ve farz olduğu bildirilen “beş vakit” namaza “şeklen” uymakla birlikte, bazı farklılıkları içeren “özel” namaz şekilleri de açıklanmaktadır. Ayetlerde belirtilen “özel” namazların “şekli” ve “içeriği” ile ilgili olarak yukarıda “mezheplere” göre belirtilen kaynaklardan bilgi alınması gerekmektedir.
Bunlardan en önemlisi Cuma Namazı olarak bildirilmektedir. Yüce Allah Cuma günü için özel bir duruma işaret ederek, iman edenlerden o gün namaza çağrıldıklarında hemen Allah'ı anmaya koşmalarını ve alışverişi bırakmalarını istemekte ve bunun onlar için elbette daha hayırlı olduğunu bildirmektedir.
Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın, eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. (110/9), (62/9)
Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz. (110/10), (62/10)
Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: “Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha yararlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (110/11), (62/11)
Buna göre iman edenlerin Cuma günü "ezan" ile namaza (Salât) çağrıldıklarında alışverişi bırakarak "hemen" Allah'ı anmak için mescitlere "koşmaları" istenmektedir. Böylece Allah'ı anmaya koşulması ifadesi ile Cuma günü iman edenlerin (Müslümanların) topluca (cemaat ile) dua etmelerinin (namaz kılmalarının) beklendiği anlaşılmaktadır. Çünkü bu şekilde toplu halde dua edilmesinin iman edenler için daha hayırlı (İyi) olduğuna işaret edilmekte ve bu gerçeğin bilinmesi istenmektedir. Namazdan sonra da insanların yeryüzüne dağılmaları ve ayrıca "dua" ederek Allah'ın lütfettiklerinden istemeleri ve Allah'ı çok zikretmeleri önerilmekte, böylece "kurtuluşa" ermeyi "umabilecekleri" belirtilmektedir.
Bu Ayetlerin Hz.Muhammed'in Medine'ye hicretini takiben 623 yılında indirildiği ve Cuma namazının o zamandan itibaren kendisi tarafından topluluğa "kıldırıldığı" anlaşılmaktadır.
Burada önemli olan bazı uyarıların yapıldığı görülmektedir. Öncelikle topluca kılınan namazdan sonra insanların yeryüzüne dağılmaları önerildiğine göre Cuma gününün İslam toplumlarında zorunlu tatil günü olmadığı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Ayetlerde "namaz" olarak tanımladığımız dua eyleminin (Salât) Hz.Muhammed tarafından aslında iki kısım (rekât) olarak uygulandığı çok sayıdaki dini kaynaklarda belirtilmektedir. Nitekim Cuma namazı bütün İslam toplumlarında iki rekât olarak kılınmaktadır. Buna rağmen bazı toplumlarda "daha çok" ibadet ederek daha çok "sevap" kazanılacağı ileri sürülerek rekât sayıları çoğaltılmış, ayrıca çeşitli adlarla çok sayıda namaz uygulamaları yapılmıştır ve halen sürdürülmektedir. Bu uygulamaların asıl amacının bazı İslam toplumu yönetimlerinin samimiyetle Allah'a olan imanlarına bağlılıklarından yararlanarak insanları kendi düşünce ve çıkarlarına yönlendirmelerinde bir etki ve baskı aracı olarak kullanmaları olduğu yapılan uygulamalardan görülmektedir. Bu tür dayatmaların çok katı bir şekilde uygulandığı toplumlarda ek olarak yapılması "istenen" ibadetler mutlaka yapılması gerekenler (farz) gibi algılanmakta ve bu durumun sorgulanması dahi hoş karşılanmamaktadır.
Genellikle "hadislere" dayandırılan bu durum kısmen Ülkemizde de görülmektedir. Örneğin Osmanlı döneminden beri "cemaatle" kılınan iki rekât Cuma namazından ayrı ve bireysel olarak Cuma namazının önünde dört ve sonrasında da dört ve iki olmak üzere ayrıca on rekât namaz uygulaması yapılmaktadır. Bu tür uygulamalar ile Ayette "özel" olarak belirtilen Cuma namazı ile ilgili bütün uygulamalar "farz" hale getirilmekte ve buna uymayanlar zan altında kalmakta ve sanki suçlu gibi hissetmektedirler. Bu konuda bir örnek olarak dini içerikli bir internet sitelerindeki bilgiler gösterilebilir.
Cuma Namazı (islamiyontem.net)
Üzerinde durulması gereken bir diğer konu da Cuma namazının "erkekler" için farz olması ile ilgilidir. Bu konuda Ayetlerde kesin bir ayırım bulunmamaktadır. Ancak namazdan sonra insanların yeryüzüne dağılmaları ifadesinden sadece "erkeklerin" işlerini yapmak üzere yeryüzüne dağılacakları gibi bir yorum yapılmasının etkili olduğu ve bu nedenle de "mezhepler" tarafından Cuma namazının sadece erkekler için mutlaka yapılması gereken (farz olan) bir ibadet olarak belirlendiği anlaşılmaktadır. Oysa Hz.Muhammed'in Cuma namazını bütün iman eden "İnsanlara" kıldırdığı, muhtemelen katılanların arasında kadınların da bulunduğu, namazdan önce yüksek bir yere (mimber) çıkarak "Ayetlerde belirtilen" uyarı, öğüt ve önerileri iletmesi (hutbe) ve namaz sonrasında insanların yeryüzüne dağıldıkları dini kaynaklarda belirtilmektedir. Buna göre uyarı, öğüt ve önerilerin "bütün insanlara" yapıldığı ve bu anlamda kadınların da bunları dinlemelerinin amaçlandığı anlaşılmaktadır.
Hz.Muhammed'den sonra Cuma hutbelerinin İslam toplumunun yöneticileri tarafından okunduğu bilinmektedir. Bu durum Hz.Muhammed dönemindeki Arap toplumunun yapısına göre bir anlamı bulunmaktadır. Ancak gelişen toplum hayatı ve ulaşılan gelişmeler dikkate alındığında Cuma günü insanlara "Ayetlerde belirtilen" uyarı, öğüt ve önerilerin kimler tarafından verileceği üzerinde durulması gereken önemli bir konu olmaktadır. Bu konularda henüz bir görüş birliğine ulaşılamadığı mezhepler arasındaki yorum farklarından anlaşılmaktadır. Nitekim cuma hutbelerinin de baştan beri sadece dinî öğüt vermekten ibaret kalmadığı, önemli olayların, siyasî, askerî ve idarî kararların halka duyurulmasına vasıta olduğu, sonraları halife ve hükümdarlar hâkimiyet ve istiklâllerinin ifadesi olarak kendi adlarına hutbe okutmaya başladıkları ve böylece cuma namazı ve hutbelerin zamanla siyasi bir anlam ve ağırlık kazandığı "İslam Ansiklopedisinde" belirtilmektedir
CUMA - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Günümüz İslam toplumlarında bu durumun devam ettiği görülmektedir. Buna göre hutbelerde aslında insanlara Ayetlerdeki önemli uyarı, öğüt ve önerilerin anlamlarına yönelik açıklamalara yer verilmesi, böylece insanların daha doğru bilgilendirilmesi gerekirken, ibadet için Allah'ın önerisine uyarak toplanan insanlara toplumun yönetimi kendilerine emanet edilenlerin güçlerinin ve siyasi amaçlarının hissettirilmesi Cuma Hutbesinin amacı ile uygun olmamaktadır.
Bu arada bu ibadetin önemi ve ciddiyeti ile ilgili olarak Hz.Muhammed döneminde geçen bir olay hatırlatılmaktadır. Buna göre Hz.Muhammed'in yönettiği (kıldırdığı) bir Cuma namazı sırasında uzun zamandır beklenen ticaret kervanının geldiğinin işiten topluluğun (cemaatin) çoğunun namazı bırakıp dışarı çıktıklarına ve böyle önemli bir ibadetin ticaret ve eğlence nedeniyle yarım bırakmalarının ve onu ayakta bırakarak saygısızlık yapmalarının doğru olmadığına işaret edilmektedir. Bu nedenle Ayette Allah'ın yanında bulunanların eğlenceden ve ticaretten daha yararlı olduğunu ve Allah'ın rızık verenlerin en hayırlısı olduğunu bildirmesini Hz.Muhammed'den istediği açıklamaktadır.
Ayette açıklanan bu olayın tüm zamanlarda yaşayacak olan insanlara da bir uyarı olduğu, samimi olarak inananların (müminlerin) bile bazen nefslerinin etkisi ile davranabilecekleri hatırlatılarak geçici olan bu Dünya yaşamına ait çıkarları uğruna iman ve inançlarının gereğini yerine getirmelerinde hatalardan kaçınmaları öğütlenmektedir.
Cuma günü için Ayetlerde "topluca" dua edilmesine (birlikte namaz kılınmasına) işaret edilmekte ve duadan (namazdan) sonra herkesin işinin başına gitmesi ve kurtuluşa erebilmelerini "umabilmeleri" için Allah'ı çok zikrederek Allah'ın lütfettiklerinden istemeleri önerilmektedir. Buna göre bu "özel" günün Müslümanların birlikte olarak topluca Allah’a dua etmeleri nedeniyle “önemli” ve "kutsal" sayılması gerektiği anlaşılmaktadır.
Özel bir Dua olarak Cenaze Namazının da Müslüman toplumlarda önemli bir yeri bulunmaktadır. Ancak Kur’an Ayetlerinde cenaze namazı ile ilgili olarak doğrudan bir açıklama bulunmamaktadır. Bu konuda sadece bir Ayette Yüce Allah Resulüne (Peygambere) özür söz verdikleri halde münafıklık (iki yüzlülük) yaparak bundan vaz geçip herhangi bir çatışmaya girmeden Medine'ye döndükten sonra Allah'ı ve "Resulünü" inkâr edenlerden ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılmamasını ve onun kabri başında da durmamasını Hz.Muhammed’e bildirilmektedir.
Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! çünkü onlar, Allah ve Resulünü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler. (113/84), (9/84)
Ayetteki ifadelerden Hz.Muhammed’e ve onun bütün insanlara bildirdiklerine (Dine) ihanet etmemiş Müslümanların cenaze namazlarının kılınabileceği, onların mezarlarına gidilip, bir anma töreni düzenlenebileceği anlaşılmaktadır. Buna göre ölenin arkasından Allah’ı anacak ibadetler yaparak, namaz kılarak, Kuran okuyarak ve dua ederek ölüyü toprağa vermek İslam’ın ruhuna uygun olmaktadır.
Öte yandan özellikle “Sünni” mezheplerine göre Ramazan ayı boyunca oruç sonrasında özel bir namaz olarak “Teravih” namazı kılınmaktadır. Kur’an Ayetlerinde bu konuda bir bilgi yer almamaktadır. Bu namaz tamamen hadislere dayandırılmaktadır. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından Teravih namazının Ramazan ayında, yatsı namazından sonra sabah namazı vaktine (fecrin doğuşuna) kadar kılınabilen faydalı (nâfile) bir namaz olduğu açıklanmaktadır. İslam Ansiklopedisinde de Ramazan ayına mahsus olmak üzere yatsı namazından sonra kılınan namazı ifade ettiği belirtilmektedir.
Şekil ve içerik bakımından günün beş vaktinde kılınan namaz ile aynı olmakla birlikte rekat sayısı açısından oldukça farklı olan bu namaz hakkında bu kaynaklardan bilgi alınabilir.
Teravih namazının hükmü ve mahiyeti nedir? : Din İşleri Yüksek Kurulu : Dini Bilgilendirme Platformu
https://islamansiklopedisi.org.tr/teravih
Hz.Muhammed’in çevresinde bulunanlar tarafından aktarılan bilgilere göre hemen bütün “Hadis” yazarları tarafından bir diğer “özel” namaz olarak Bayram Namazı ayrıntılı olarak açıklanmaktadır. İslam Ansiklopedisinde Buhârî ve Müslim hadislerine dayanarak Ramazan ayında yapılan oruç ibadetinin sona ermesini ve hac ziyaretinin tamamlanmasını izleyen günlerde kutlanan ramazan ve kurban bayramlarının “Bayram Namazının” kılınmasıyla başladığını söylemenin mümkün olduğu belirtilmektedir. Ayrıca Cuma namazı kılması farz olan kişilerin bayram namazı kılmalarının Hanbelîler’e göre farz-ı kifâye, Hanefîler’e göre vâcip, Mâlikîler’e göre de sünnet-i müekkede ve Şâfiîler’e göre ise üzerine beş vakit namaz farz olan her kadın ve erkeğin bayram namazı kılmasının sünnet olduğu, ayrıca Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre bayram namazının cemaatle kılınmasının şart, Şâfiîler’e göre ise sünnet olduğu açıklanmaktadır.
BAYRAM - TDV İslâm Ansiklopedisi
Söz konusu Bayram Namazları temelde şekil ve içerik bakımından Müslümanların günün beş vaktinde kıldığı namaz ile benzer olmakla birlikte fazladan yüksek sesle Allah’ın Yüceliğinin anılması (tekbir) ile farklılık göstermektedir.
Bunların dışında çeşitli mezhepler ve onlara bağlı olan tarikat ve cemaatler tarafından “daha ileri” iman “düzeylerine” ulaşılmasını sağladığı ileri sürülerek çeşitli konulara göre ve çeşitli şekillerde namaz uygulamalarının yapıldığı bilinmektedir. Bu konuda aşağıdaki kaynaklardan bilgi alınabilir.
NAMAZ - TDV İslâm Ansiklopedisi
Namaz Çeşitleri Nelerdir? Namaz Çeşitlerinin Anlamları? Namaz Çeşitleri Kaç Tanedir? - fikriyat
04-01-04 Namaz Çeşitleri Sf87.pdf
Öte yandan çağlar boyunca gelişen ve halen sürdürülen diğer dinlerde ve diğer tüm inanışlarda “Üstün Güçlere” teslimiyetlerini ifade etmek, onlardan yardım ve merhametlerini dilemek üzere “ibadet” anlamında yapılan bazı hareketlerin ve duaların da aslında “Tek Yaratıcı Güç” olan Allah’a yönelik olduğu ve böylece yapılan ibadetlerin de bir anlamda “namaz” olarak düşünülebileceği söylenebilir.
Örneğin Budist inancında “yoğun” bir duygunun ifadesi olarak (Nirvana) tanımlanan “Kişisel Aydınlanma” durumunun da bir “Salât” niteliğinde olduğu düşünülebilir. Benzer olarak Hinduizm inancında da secdeye benzer “selamlama” hareket yapıldığı belirtilmektedir.
Microsoft Word - TEZ ALİYA ŞARAFULLİNA YÜKSEK LİSANS son.doc(BUDİZM VE BUDİZM’DE İNANÇ ESASLARI)
Microsoft Word - 46. sayi matbaasiz(Hinduizmde Günlük İbadetler)
Müslümanlık dışındaki diğer inanışlar ile ilgili kaynaklarda belirtilen ibadet şekilleri, Hz.Muhammed’den önceki dönemlerdeki toplumların ibadetleri ile ilgili Ayetlerde “Salât” olarak belirtilen rükû (eğilme) edilmesi ve secdeye kapanılması gibi hareket şekilleri ile benzerlik göstermektedir. Diğer bir deyişle önceki toplumlarda yapılan duaların ve ibadetlerin aslında bugün yapılmakta olan namaz (Salât) ile benzer hareketlere sahip olduğu, bu nedenle önceki toplumların bu şekilde yaptıkları ibadetlerin Ayetlerde Salat’ın ilk örnekleri olarak “namaz” şeklinde ifade edildiği anlaşılmaktadır.
Namaz Vakitleri
Ayetlerde “namaz kılmak” olarak anlamlandırılan Salât’ın (duanın) günün belirlenen zamanlarında tekrarlanacağına işaret edilmektedir. Buna göre “namazın” ne zaman “kılınacağına” dair bilgiler bir kısım Ayetlerde belirtilmektedir.
Güneşin doğuşundan önce de batışından önce de Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir bölümünde ve secdelerin ardından da O'nu tesbih et. (34/40), (50/40)
Sen, onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et; gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında da tesbih et ki, sen, Allah'tan hoşnut olasın. (45/130), (20/130) Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar namaz kıl; bir de sabah namazını, çünkü sabah namazı şahitlidir. (50/78), (17/78)
Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl, çünkü iyilikler kötülükleri giderir; bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır. (52/114), (11/114)
Şimdi sen sabret, çünkü Allah'ın vaadi gerçektir, günahının bağışlanmasını iste, akşam-sabah Rabbini hamd ile tesbih et. (60/55), (40/55)
Haydi siz, akşama ulaştığınızda sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah'ı tesbih edin (namaz kılın). (84/17), (30/17)
Ve O'nu sabah-akşam tesbih edin. (90/42), (33/42)
Sabah akşam Rabbinin ismini yâdet. (98/25), (76/25)
Gecenin bir kısmında O'na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O'nu tesbih et. (98/26), (76/26)
Ayetlerdeki ifadelere göre namaz vakitleri güneşin doğmasından önce (Sabah), batmasından önce (Akşam), gecenin bir kısım saatlerinde (Yatsı), ve gündüzün etrafında (Öğlen ve İkindi) olarak belirtilmektedir. Buna göre yapılan yorumlarda “beş” vakte işaret edildiği hususunda görüş birliği bulunmaktadır.
Ayrıca Ayetlerde “Sabah” namazının “güneşin doğuşundan önce” kılınacağı açıkça bildirilmekte, ayrıca “gündüzün iki ucunda”, “akşam-sabah” ve “sabaha kavuştuğunuzda” olarak belirtilen zamanın da gündüzün başladığı zaman olarak düşünüldüğünde yine güneşin doğuşundan önce olabileceği anlaşılmaktadır.
Ayette sabah namazının “Şahitli” olması deyimi ile ilgili olarak Muhammed Esed tefsirinde, gecenin sükûnet ve karanlığının yerini gündüzün diriltici ışığına terk ettiği bu saatlerde insan ruhunun dua, düşünme (tefekkür), anma (zikr) eylemlerinin bir bileşimi olarak salât yoluyla manevî (ruhanî) gerçekler alanına derin ve dolaysız olarak girebileceği (nüfuz), yüce ve erişilmez (ulvî) olan her şeyle ilgi ve temas kurabileceği yüksek bir algı ve duyarlık düzeyinde bulunulması olarak tanımlama yapılmaktadır
Isra suresi | Isra oku Isra arapça türkçe
Öğle vaktine erişildiğinde de Allah’ın tesbih edilmesi (namaz kılınması) istenmektedir. Öğle vakti olarak yapılan belirlemenin “Öğle” namazı “vakti” olduğu anlaşılmaktadır.
Bu arada gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar olarak belirtilen zaman sürecinin “İkindi” namazının vaktine işaret edilmektedir.
Ayetlerde “akşama ulaştığınızda”, “gündüzün sonunda”, “akşam-sabah”, “gündüzün iki ucunda” ve gecenin de ilk saatlerinde olarak “Akşam” namazı vaktinin bildirildiği anlaşılmaktadır.
Ayrıca Ayetlerde “gecenin bir bölümünde” ve “gecenin bir kısmında” olarak belirtilen zamanın “Yatsı” namazının vakti olduğu anlaşılmaktadır.
Bu konuda Prof.Dr.Süleyman Ateş tarafından yapılan bir değerlendirmede bugün uygulanmakta olan namaz ibadetinin Kur'an’da “açıkça” beş vakit olarak belirtilmediği, bu durumun Miraç olayına dahil edilerek sağlamlaştırıldığı belirtilmektedir.
"namazın beş vakit olduğuna dair ne Mi’raç’tan önce ne de sonra Kur’an’da bir açıklık yoktur. Bu husus, Peygamber’in uygulamasından anlaşılmaktadır. Herhalde bu rivayetler, namazın beş vakit olduğunu sağlama bağlamak için Mi‘râc hadîslerinin arasına sokuşturulmuştur. Çünkü bazı kimseler, Kur’an’da bulunmayan dinî uygulamalara itiraz ediyorlardı. Bunu yapanlar, Mi‘râc olayının da en sağlam rivâyete göre bir rü’yâdan ibâret olduğunu hiç anmamışlardır.
Beş vakit namazın Mi‘râc’da farz kılındığı rivâyeti bir kanıttan yoksundur. Eğer öyle olsaydı, ondan sonra Peygamber bir süre Mekke’de, on yıl da Medîne’de kaldı. Namazla ilgili vahiyler geldi. Bu vahiylerin hiçbirinde namazın beş vakit olduğu belirtilmemiştir. Ancak günün başında, sonunda, gecenin bir bölümünde namaz kılınması, Allah’ın anılması emredilmiştir. Fakat beş vakit namaz hakkında kesin âyet bulunmayınca, bunu sağlam bir esasa bağlamak için beş vaktin, Mi‘râc gecesinde, doğrudan (aracısız) vahiy ile farz kılındığı rivâyeti ortaya atılmıştır.”
http://www.suleymanates.com/index.php?option=com_content&view=article&id=12&Itemid=39&limitstart=1
Allah ayrıca sadece Hz.Muhammed'e özgü olarak gecenin bir kısmında namaz kılmasını (Nafile namaz) ve dua etmesini öğütlenmektedir.
Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin. (50/79), (17/79)
Ve şöyle niyaz et: “Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” (50/80), (17/80)
Yine de ki: “Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur.” (50/81), (17/81)
Buna göre Hz.Muhammed'in bu Ayetlere göre "Tefsir" ederek yaptığı ve toplumuna da bizzat gösterdiği bu "Uygulama" bilinen şekli ile "namaz" ibadeti olmaktadır.
Namaz vakitleri konusunda Kur’an Araştırmaları grubu tarafından yayımlanan “Uydurulan Din ve Kuran’daki Din” kitabında (Sayfa 420) ayrıntılı açıklamalar bulunmaktadır. (www.istanbulyayinevi.net) (www.mucizeler.com)
Namazın Önemi
Yüce Allah Hz.Muhammed'e "inananlara" namaz ibadetini "dosdoğru" yapmalarını önermesini istemektedir. Zira “Namaz” ibadetinin Allah'a inananların O'na olan sevgi ve saygısını ve O'nu tanıyıp O'na teslimiyetlerinin bir ifadesi olduğu çok sayıdaki Ayetlerde bildirilmekte ve İslam’a inanan müminler (Müslümanlar) tarafından Ayetlerde belirtilen vakitlerde (beş vakit) yerine getirilmesinin “farz” olduğu hatırlatılmaktadır.
İman eden kullarıma söyle: namazlarını dosdoğru kılsınlar, kendisinde ne alış-veriş, ne de dostluk bulunan bir gün gelmeden önce, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli açık harcasınlar. (72/31), (14/31)
Allah'tır ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkardı izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin için akıttı. (72/32), (14/32)
Düzenli seyreden güneşi ve ayı size faydalı kıldı geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi. (72/33), (14/33)
O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür! (72/34), (14/34)
Bu nedenle yapılacak ibadetin de "içtenlikle" ve sonsuz bir "saygı duyarak" ve "hissederek" yerine getirilmesi önem taşımaktadır. Bu "samimi teslimiyet" namaz ibadetinin "asıl amacı" olarak özetlenebilir. Yine insanların "Allah'ın Ruhundan" bir esinti (Üflenen) olan "Ruhlara" ve Allah'ın lütfu ile sevgi, merhamet, şefkat, sabır, affetme, esirgeme, acıma, vicdan, tahammül, ahlak, utanma, sorumluluk gibi Allah'a ait "duygulara" sahip olmaları nedeniyle Allah'a "teşekkür" etmekte olduklarının farkında olarak namaz ibadetini yapmaları gerekmektedir. Bu durumda namaz ibadetinin hiçbir zaman "hafife" alınmaması ve Sevgili Peygamberimiz tarafından "gösterildiği" şekil ve usule uygun olarak, fakat mutlaka Allah'a olan "teslimiyetle" olmak üzere (dosdoğru), yapılmasının gerektiği "iman edenlere" hatırlatılmaktadır.
Yüce Allah ayrıca namaz ibadeti bitirildikten sonra da insanlardan daima Allah'ı "anmalarını" ve onun ilettikleri gerçekler üzerinde düşünmelerini öğütlemektedir. Ayrıca bir nedenle namazın "mümkün olmadığı" hallerde namaz ibadetinin yan yatarken bile yapılabileceğini ancak mâni durum ortadan kalkınca ve (huzura kavuşunca) da namaz ibadetinin "dosdoğru" yapılmasını çünkü namazın müminler üzerine "vakitleri belli bir farz" olduğunu bildirerek namazın asıl amacının Allah'a "teslimiyet" olduğunu açıklamaktadır.
Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken Allah'ı anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır. (92/103), (4/103)
Buna göre, Namaz ibadetinin "hissedilmeden" ve gereken "önem" ve "özen" gösterilmeden yapılmasının bir anlamda Allah'a karşı ciddi bir "saygısızlık" olacağı unutulmamalıdır. Böyle özensiz veya bilerek diğer insanlar üzerinde "gösteriş" yapmayı amaçlayan "namazın" Allah katında bir değerinin olmayacağı ve bu şekilde ibadet edenlerin de aşağılanacağı bildirilmektedir.
Yazıklar olsun o namaz kılanlara (17/4), (107/4)
Ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. (17/5), (107/5)
Onlar gösteriş yapanlardır. (17/6), (107/6)
Yüce Yaratan, artık bu ortama ait hiçbir şeyin olmadığı ve hiçbir kimsenin "dostluğunun" işe yaramadığı ve öneminin bulunmadığı ölüm sonrası ortama geçmeden önce, önemini açıkça bildirdiği namaz ibadetinin yeryüzünde "yaşarken" ihmal edilmemesini bütün insanlara ihtar etmektedir. Bu vesile ile "lütfederek" insanlar için gökleri ve yeri (Evreni) yarattığını, gökten suyu indirip onunla geçimlik (rızık) olarak türlü meyveler çıkardığını, "izni ile" hazırladığı denizde yüzüp gitmeleri için gemileri "yapacak bilgiyi" insanların "emrine" verdiğini, nehirleri de insanların "yararlanmaları" için akıttığını açıklamakta ve bunlardan faydalanmalarını (harcamalarını) bütün insanlara hatırlatmaktadır.
Ayrıca Güneşin ve Ayın uzay boşluğundaki hareketlerinin "düzenine", bu hareketlerden meydana gelen gece ve gündüz olaylarına ve bunların yeryüzünde "bir süre" yaşayacak olan bütün insanlara olan "faydalarına" dikkate çekilmektedir. Buna göre bütün bunların "Tek Yaratıcı" tarafından insanların yararlanmaları için "yaratılmış" oldukları, bu ortamda insanların yaşamlarının sürdürülmesi için gereken "her şeyi" de Allah'ın yarattığı (verdiği), bu anlamda Allah'ın sağladığı olanakların (Nimetlerin) sayılmasının mümkün olmadığı açıklanarak insanlardan sahip oldukları "Akıl" ve "Bilgi Birikimlerini" kullanarak "Yaratılış" ile ilgili konuları "incelemeleri" ve onların "Yaratıcısını" anlamaya çalışmaları beklenmektedir.
Bütün bu açıklamalara rağmen, nefslerine (Şeytan'ın Dürtülerine) yenilerek kibirlenen ve kendilerinden beklenenleri yapmayan insanların çok "zalim" ve "nankör" oldukları belirtilmekte ve bütün insanlar bu duruma düşmemeleri için uyarılmaktadır.
Bu nedenle Yüce Yaratıcıya dua, teşekkür ve teslimiyetin ifadesi olan "namaz" kılınmalı, zekât verilmeli ve Allah'ın huzurunda eğilenler (Diğer İnananlar) ile birlikte eğilerek Allah'a teslim olunmalıdır.
Hepiniz O'na yönelerek O'na karşı gelmekten sakının, namazı kılın; müşriklerden olmayın. (84/31), (30/31)
Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz o Allah'a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir. (87/45), (2/45)
Bu anlayışa sahip olunmaması ancak Allah’ın “anlaşılamadığının” bir göstergesi olmaktadır. Namaz ve Zekât gibi ibadetler, Allah'ın hissedildiğinin ve O'na teslim olunduğunun en yalın işareti niteliğindedir. Bu durumdaki insanlar öncelikle Allah'a sonsuz saygıda bulunurlar ve O'nu her anışlarında ve hatırlayışlarında "Kalpleri Ürperir". Bu nedenle, Allah'a yapılan ibadetlerin ve özellikle namaz ve Zekât ibadetlerin onlardan beklendiği gibi yerine getirilmesi, “Bütün İnsanlar” için çok huzur ve mutluluk veren bir durumdur. Bu insanlar, kesinlikle Allah'a kavuşacaklarını ve sonuçta O'na döneceklerini düşünen ve bunu içten bir teslimiyet ile kabul edenlerdir. Bu anlayışta olmayan kişiler için namaz ve Zekât ibadetleri ve diğer ibadetlerin yapılması "Zor ve Ağır" gelecektir.
Bu yüzden, Allah'ın neyi nasıl yarattığını (yaratılış esaslarını) ifade eden bilgileri (Ayetleri) izah eden, öğütleri ve yaptıkları ile insanlara iyilik ve iyi davranışları gösteren, böylece onları kötü olan davranış ve düşüncelerden arındıran bütün hususları içeren Kur'an’ı insanlara bildirmek ve öğretmek üzere bir Peygamber olarak Hz.Muhammed'in gönderildiği belirtilmektedir.
Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik. (87/151), (2/151)
Öyle ise siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin! (87/152), (2/152)
Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir. (87/153), (2/153)
Yüce Allah böylece insanlara, Allah'ın yaratılmış her şeyin” Yüce Yaratanı” olduğu ve bu nedenle insanların her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan bu "Yüce Gücü" tanıyıp O'na teslim olmaları gerektiğini açıklamak ve anlatmak üzere Hz.Muhammed tarafından kendilerine iletilen Kur’an’ı “akıllarını kullanarak” anlamaya çalışmaları (Allah’ı anmaları) halinde insanlara bunları “anlamalarında” yardımcı olacağını (Allah’ın da insanları anacağını) açıkça bildirmektedir.
Ayette belirtilen bu anlayış ve buna göre yapılan tüm faaliyetler ile ilgili olarak geliştirilen kural ve koşullar bir anlamda “Din” olarak ta ifade edilebilmektedir. Buna göre Hz.Muhammed, bu gerçekleri insanlara ulaştırmak ve “Dini” anlatmak ve uygulamak üzere görevlendirilmiş olmaktadır.
Bu yüzden insanlar, bu öğütleri dinleyip anlamalı ve kendileri kendi akılları ve anlayışları ile Allah'ı anlama, tanıma ve O'na tamamen teslim olarak her şeyin O'ndan olduğunu görüp her şeyi O'ndan istemelidirler. Bu durum Ayetlerde Dua (Salât) anlamında olmak üzere ve “namaz kılmak” olarak belirtilmektedir.
Kur'an’da namaz kılmak “ibadeti” yanında başka “ibadetler” ile ilgili olarak ta açıklamalar yapılmaktadır. Buna göre insanlardan yapacakları “ibadetler” ile Allah’ı anmaları istenmektedir. Çünkü insanlar Allah'ı andıkları (Allah'ın her şeyin yaratıcısı ve düzenleyicisi olduğunu anladıklarını kabul ve ifade ettikleri) her an bir ibadet yapmaktadırlar. Zira Allah'ı hatırlayıp “ifade etmek” bütün ibadetlerin temelini oluşturmaktadır. Çünkü tüm ibadetler sırasında da Allah sürekli olarak "Anılmaktadır".
Böylece İnsanlar Allah'ı andıkları ölçüde Allah'ın yanında olmakta ve Allah'ın ruhundan gönderilen ruhu taşıyan varlıklar olarak O'na yaklaşmakta ve bu durumda Allah ta kendisini tanıyan ve teslim olan insanları "Anmaktadır".
Allah'ı anmanın en üst ve duygusal şekli olarak, Allah'ın hissedilmesi olduğu belirtilmekte ve sabır ve dua (yakarış) ile O'ndan yardım istenmesi öğütlenmektedir. Çünkü Allah'ın muhakkak "sabredenlerle beraber" olduğu önemle hatırlatılmaktadır
Ayrıca, insanların yaratılışlarını ve tüm diğer yaratılanları görüp anladıktan sonra, tüm bunlar için her şeyi yaratan Allah'a şükranlarını ifade etmeleri beklenmektedir. Bu şükran ifadesi de aslında bir ibadettir. Şurasına dikkat edilmelidir ki, tüm bunların bilincinde olmayan ve dolayısı ile Allah'a şükretmeyen insanlar ancak “nankörlük” etmiş olacaklardır. Daha da kötüsü olarak her şeyin bilincinde olarak şükretmeyenler ise nankörlükten öte “inkarcılık” etme durumunda olacaklardır.
Bu nedenle insanların her an her şeyi merak edip incelemeleri, anlamaları, öğrendikleri tüm bilgilerden yararlanarak her an ilerlemeleri ve sonuçta Allah'a ulaşmaları gerektiği bir yol olarak gösterilmektedir.
Bu anlamda Yüce Allah insanlara çok "yakın" olduğuna ve "Kendisine" dua edildiğinde dua edenin dileğine karşılık verdiğine işaret ederek bütün insanlara "doğru Yolu" bulabilmeleri için "Davetine" uymaları ve Allah'a inanmaları gerektiğini hatırlatmaktadır.
Kullarım sana, beni sorduğunda ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar. (87/186), (2/186)
Yüce Allah "İman Etmiş" olanlara ve bütün insanlara "çok yakın" olduğunu ve "Kendisine" dua ettiklerinde dua edenin dileğine karşılık verdiğini açıklamaktadır. İnsanlar kendi rızası ile ve isteyerek ve inanarak ibadet etiklerinde yani Allah'a dua ettiklerinde Allah bu yakarışa cevap verecektir. Yüce Yaratan "Kendisine" inanmaları ve diğer "davetlerine" uymaları halinde bütün insanların "doğru yolu" bulacaklarını bildirmektedir. İnsanların Allah'ın bu açık önerisini dikkate almaları ve O'na inanarak her şeyi O'ndan istemeleri gerekir. Tek doğru yol budur.
İbadetlerin ve yapılan "duaların" amacı da budur, yani insanların doğru yolu bulmaları ve daima o yolda bulunmalarıdır. Nitekim Yüce Allah doğru yolu bulanların bu yolda devam etmelerini ve huzurlu olmalarını (Hidayete ermelerini) arttıracağını ve onların yanlış veya hata yapmaktan sakınmalarını sağlayacağını, böylece onların ölümleri sonrasında korkmayacaklarını, huzurlu ve mutlu olarak kendilerine vaat edilen güzelliklere ulaşabileceklerini bildirmektedir
Doğru yolu bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini arttırır ve sakınmalarını sağlar. (95/17), (47/17)
Görüldüğü gibi “namaz kılınması” bütün ibadetlerde yer alan Allah’ın “anılması” ve O’na “dua” edilmesi anlamındaki bütün hususları ifade etmesi nedeniyle en önemli ibadet olmaktadır.
Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın, O, sizin mevlânızdır, ne güzel mevladır, ne güzel yardımcıdır! (103/78), (22/78)
Bu nedenle namazın önemi ve Allah'a kavuşmanın ve Allah'la birlikte olmanın en güzel yolu olarak bu ibadetin yapılması gerekir. Çünkü Yüce Allah böylece namaz kılarak ve diğer ibadetleri de yapanları güzelliklerinden ve merhametinden yararlandıracaktır.
Zekat, Sadaka, İnfak ve Hayır İşleri
İnsanların genel nitelikleri arasında olan bir duruma işaret ederek kazanç ve varlıkların elde edilmesinden sevinç duydukları ancak yaptıklarından ötürü başlarına bir fenalık gelse hemen ümitsizliğe düşüverdiklerini bildirilmekte, ancak aslında bütün bunların Yüce Allah'ın insanların bu Dünya ortamında yaşamlarını sürdürmelerini sağlamak üzere kurduğu değişmez bir "düzen" gereğince gerçekleştiğine işaret edilmektedir.
Bu düzen gereğince insanların sevindikleri bir duruma erişmelerinin veya başlarına bir fenalık gelmesinin kendi yaptıklarına bağlı olduğu hatırlatılmaktadır. Zira insanların "iradeleri" ile yaptıklarının "tamamı" bu ortamda Allah'ın kurmuş olduğu bu "değişmez düzenin" kural ve koşullarına göre gerçekleşmektedir. Bu nedenle sevinçte veya ümitsizliğe düşülmesinde bu gerçekler hatırlanarak yapılan iş ve işlemlerin bu açıdan düşünülmesi ve sevinçte aşırıya gidilmemesi ya da tamamen ümitsizliğe kapılmaması gerektiği daima göz önüne alınarak sonraki davranışlarında bu deneyimlerden faydalanılması gerekmektedir.
İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda ona sevinirler, şayet yaptıklarından ötürü başlarına bir fenalık gelse hemen ümitsizliğe düşüverirler. (84/36), (30/36)
Görmediler mi ki Allah, rızkı dilediğine bol bol vermekte, dilediğininkini de daraltmaktadır, şüphesiz imanlı bir kavim için bunda ibretler vardır. (84/37), (30/37)
O halde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, Allah'ın rızasını isteyenler için bu, en iyisidir; işte onlar kurtuluşa erenlerdir. (84/38), (30/38)
İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar kat kat arttıranlardır. (84/39), (30/39)
Buna göre Allah, bu ortamda yaşamlarını sürdürmeleri için gereken "her türlü" fayda ve geçimlikleri (rızkı) dilediğine bol bol vermekte, dilediğininkini de daraltmaktadır. Bu durumda Allah uyarıcı peygamberleri aracılığı ile insanlara bildirdiği "gerçeklere" inanarak "Kendisine" iman edip "aklını" kullananlara "rızkı" bol bol verdiğini, bu gerçekleri hiçe sayıp Allah'a karşı gelenlerden ve akıllarını kullanmayanlardan ise "rızkını" daralttığını hatırlatmaktadır. İnsanların bu uyarılardan ders (ibret) alarak Allah'a iman etmeleri, akıllarını kullanarak rızkın Allah'ın bir lütfu olduğunun farkına varmaları ve böylece Allah'ın rızkı bol bol vermeyi "dilediklerinin" arasına girmeye gayret göstermeleri gerekmektedir. İman etmemeleri nedeniyle rızıkları "daraltılmış" olanların da bunun Allah'ın "dileği" olduğunu akıllarını kullanarak fark etmeleri ve yapılan uyarılardan ders (ibret) alarak davranışlarını ve yaptıklarını ona göre "düzeltmeleri" gerektiği bildirilmektedir.
Öte yandan, Allah'ın "diledikleri" arasına girerek elde ettikleri rızıklardan ihtiyacından fazla olan bölümü üzerinde akrabanın, yoksulun, yolda kalmış olanın "hakkı" bulunduğu bildirilmekte ve onlara bu haklarının verilmesinin (Zekât) gerektiği bildirilmektedir. Bu şekilde davranılmasının Allah'ın hoşnutluğunu (rızasını) isteyenler için en iyisi olduğu belirtilerek bu davranışta bulunanların (zekât verenlerin) ölümleri sonrasındaki değerlendirmelerde "kurtuluşa erenlerden "olacakları açıklanmaktadır. Bu arada insanların mal veya parasal varlıklarından "faizle" vererek ellerindeki varlıklarında ve mallarında sağladıkları "artışın" Allah katında bir değeri olmadığı belirtilmekte ve insanlara bu konuya dikkat göstererek varlıklarının faiz ile "arttırılmaması" önerilmektedir. Ancak Allah'ın "rızasını" isteyerek zekâtı verenlerin sevaplarını ve mallarını kat kat arttıracaklarına dikkat çekilmektedir. Bu nedenle elde ettikleri varlıklardan "ihtiyaç fazlası" olan bölümünün "Allah Rızası" için zekât olarak verilmesinin ne kadar önemli ve "gerekli" olduğu özellikle bildirilmektedir.
Sana ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "Maldan harcadığınız şey, ebeveyn, yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular için olmalıdır. Şüphesiz Allah yapacağınız her hayrı bilir." (87/215), (2/215)
Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. "İhtiyaç Fazlasını" de. Allah size ayetleri böyle açıklar ki düşünesiniz. (87/219), (2/219)
İnanan insanlar, Dünya'da elde ettikleri mal varlıkları ve zenginliklerden, öncelikle ebeveynlerine olmak üzere yakınlarına, yetimlere, fakirlere ve yolda bulunanlara vermek ve paylaşmak durumundadır. Nitekim bu konuda diğer Ayetlerde de açıklamalar bulunmaktadır.
İnsan nefsinde mal sevgisi çok etkilidir. İnsana en zor gelen şeylerden birisi de malından başkasına vermektir. Bu insanın kendi nefsini kontrol edebilmesi için üstesinden gelmesi gereken en önemli aşamadır. Aklın nefs üzerinde kontrol yeteneği kazanmasında özellikle “bilerek ve isteyerek” bu gibi paylaşımlarda bulunması gerekmektedir. Bu şekilde yapılacak paylaşımlar inanan kişinin inancını çok üst düzeylere çıkarır. İnanmayan insanların da bu tür işlemlere ilgi duyarak kendilerini zorlayıp paylaşımda bulunmaları, inanç ve iman konularında akıllarını kullanmalarına neden olabilir ve giderek kalplerindeki katılık azalabilir. Buna karşılık inanan kişilerin hisleri diğer insanlara merhamet ve anlayış gösterme yönünde güçlüdür ve bu şekildeki mal paylaşımları onların merhamet duygularını güçlendirmektedir.
Yüce Allah insanların yaptıkları her hayır işlerini en iyi şekilde bildiğini hatırlatarak yapılan bu tür paylaşımların Allah katında çok özel olarak dikkate alınacağına işaret etmektedir.
İnsanların, nefslerini akılları ile kontrol edebilme yeteneğini kazanabilmelerinde en önemli unsurlardan birisi de kendi kullanımından artan varlıklarını diğer insanlar ile paylaşabilmesidir. Bu konu tahmin edilemeyecek kadar önemlidir. Ancak, akıl yürütme ile bu önem anlaşılabilir. Bu düzeye erişebilen insanlar "İnsan Olmak” yolunda yanı doğru yolda sağlam bir adım atmışlardır.
Yapılan bu tür harcamalar Ayetlerde zekat, sadaka, infak ve hayır olarak tanımlanmaktadır. Bu şekilde elinde ihtiyacından "fazlası" bulunanların bu fazlalıktan bir kısmını ihtiyaç sahipleri ile "paylaşmaları" önerilmekte böylece insanlar arasında bulunan "varlık farkının" bir bölümünün giderilmesinin toplumun huzuru ve sağlığı açısından "önem" taşıdığına insanların dikkatleri çekilmektedir. Bu nedenle bu tür paylaşımlar "Allah Yolunda" yapılmış olarak (hayırlar) tanımlanmakta ve insanların yapacağı "her hayrı", ölüm sonrasındaki "hesap" zamanında değerlendirilmek üzere, şüphesiz Allah'ın bildiği hatırlatılmaktadır.
Yüce Allah ihtiyaç fazlası olan "mal" veya "para" niteliğindeki varlıklardan "sadaka" ve "zekât" verilmesi ile ilgili olarak Ayetlerinde ayrıca bazı "açıklamalarda" bulunmaktadır.
Örneğin Cehennem ile cezalandırılan günahkarlara neden orada oldukları sorulduğunda verilen cevaplardan birisinin yoksulları doyurmamaları olduğu belirtilmektedir.
“Yoksulu doyurmuyorduk,” (4/44), (74/44)
Diğer taraftan Yüce Allah, Dünyada Ahirette de “iyilik yazılmasını” isteyenlere “rahmetinin” her şeyi kuşattığını hatırlatılarak, Allah’a “dönerek” hata ve günahlardan sakınanlara, kazançları ile edindikleri "varlıklarından" fazlasını ihtiyacı olanlar ile paylaşarak zekâtı verenlere (Onlar ki, zekâtı verirler) ve Allah’ın Ayetlerine inananlara “rahmetinin yazacağını” bildirmektedir.
“Bize, bu dünyada da iyilik yaz ahirette de. Şüphesiz biz sana döndük." Allah buyurdu ki: “Kimi dilersem onu azabıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatır. Onu, sakınanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım.” (39/156), (7/156)
Onlar ki, zekâtı verirler. (74/4), (23/4)
Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler. (112/55), (5/55)
Böylece Allah'ın rahmetinin zekâtı verenlere yazılacağına, müminlerin doğru yola (Kurtuluşa) ereceklerine, iman edenlerin esasen Allah'ın emirlerine boyun eğerek zekât verdiklerine işaret edilmektedir.
Ayrıca bu konular ile ilgili olarak bütün insanlara ve özellikle de "müminlere” öncelikle hayır işlerinde yarışmalarının, el açıp yardım isteyenlerin azarlanmamasının, yoksulun doyurulmasının, hayır işlerinde yarışmalarının, yakınlara, yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere işe yaramayan şeyleri değil fakat "sevdikleri" maldan harcanmasının gerektiği belirtilmektedir.
El açıp isteyeni de sakın azarlama. (11/10), (93/10)
Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; (17/3), (107/3)
Siz hayır işlerinde yarışın. (87/148), (2/148)
İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır.
Yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakiler ancak onlardır! (87/177), (2/177)
Bir diğer önemli uyarı olarak insanlara sahip oldukları varlıklarda ihtiyaç sahiplerinin haklarının bulunduğu hatırlatılarak bu konuda cimrilik yapılmaması bildirilmektedir.
O halde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, Allah'ın rızasını isteyenler için bu, en iyisidir; işte onlar kurtuluşa erenlerdir. (84/38), (30/38)
Allah'ın, kereminden kendilerine verdiklerini cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenadır. Cimrilik ettikleri şey de kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (89/180), (3/180)
Buna göre İnsanlara, sahip oldukları "varlıkları" kendilerine Yüce Allah'ın verdiği ve bunlardan ihtiyaç sahiplerine "haklarının" verilmesinde (zekât, sadaka) cimrilik yapanların kendileri için hayırlı olmadığı, aksine bunun onlar için pek fena olduğu bildirilmektedir. Bu nedenle cimrilik yapmanın Şeytani bir "dürtü" olduğunun dikkate alınması ve "Akıl" yolu ile bu davranıştan uzaklaşılması için bütün insanlara öğüt verilmektedir.
Öte yandan, sadaka ve zekâtın harcamaları ve hayır işlerinde dikkat edilmesi gereken durum ve konularla ilgili olarak öğütler verilmekte ve önerilerde bulunulmaktadır.
Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir. (87/261), (2/261)
Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükâfatları vardır.
Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir. (87/262), (2/262)
Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, halimdir. (87/263), (2/263)
Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kafirleri doğru yola iletmez. (87/264), (2/264)
Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarf edenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisenti düşer. Allah, yaptıklarınızı görmektedir. (87/265), (2/265)
Sizden biriniz arzu eder mi ki, hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu, altlarından ırmaklar akan ve kendisi için orada her çeşit meyveden bulunan bir bahçesi olsun da bakıma muhtaç çoluk çocuğu varken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, bahçeye de içinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek yakıp kül etsin! İşte düşünüp anlayasınız diye Allah size ayetleri açıklar. (87/266), (2/266)
Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyıktır. (87/267), (2/267)
Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vadeder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir. (87/268), (2/268)
Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar. (87/269), (2/269)
Yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı muhakkak Allah bilir. Zalimler için hiç yardımcı yoktur. (87/270), (2/270)
Eğer sadakaları açıktan verirseniz ne âlâ! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir. (87/271), (2/271)
Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lâkin Allah dilediğini doğru yola iletir. Hayır olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allah'ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak verdiğiniz ne varsa; karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız. (87/272), (2/272)
Kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir. (87/173), (2/273)
Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler. (87/274), (2/274)
İnsanların dünya yaşamında elde ettikleri mal ve zenginliklerini harcamaları ve kullanımları da "akıllı" olmalıdır. Zira, elde edilen varlığın akılsızca harcanması ve savrulması kısa süreli olarak o insana harcama zevki verebilir. Ancak bu tür harcamalarla eldeki varlık ne kadar büyük olursa olsun çabuk tükenir ve geriye bir şey kalmaz. Harcama ve tüketimin akıllıca olması, yerinde ve gerektiğinde gerektiği kadar yapılması en mantıklı harcama yöntemidir.
Buna ilaveten Allah, varlık sahiplerinin daima yoksul insanları gözetmelerini beklemektedir ve bu konu çeşitli şekillerde insanlara hatırlatılmaktadır. İşte mal ve zenginliklerden bu şekilde yapılan harcamalar, Kur'an’da genel olarak "Allah Yolunda" ve "Hayır" olarak tanımlanmakta ve teşvik edilmektedir. Zira bu tür harcamaların bilinçli olarak yapılması insanların mal varlıklarına tabi ve hatta esir olmalarını önlediği gibi Allah inancına yaklaştırmakta ayrıca toplum açısından dengeleyici bir özellik te taşımaktadır. Nitekim, bu tür bir harcamanın bire yedi yüz veren başak gibi bereketli olduğu ve Allah'ın dilediğine kat kat fazlasını da vereceği belirtilmektedir. Zira Allah her şeyi bilmekte ve bu arada “Allah Yolunda” ve “Hayır” olarak yapılan harcamaların da Allah'ın bilgisinde olduğu ve Allah'ın lütfunun sınırsız olduğu insanlara bu vesile ile hatırlatılmaktadır.
nsanların Allah Yolunda ve hayır olarak harcama yaparken ayrıca bunu yardım edilen insanlara hissettirmemeleri de önem taşımaktadır. Zira insanlar yaratılış olarak bir diğer insana muhtaç olmaktan sıkıntı duyarlar. Zaten bu sıkıntı içerisinde olan bir insana yapılan yardımın hissettirilmesi veya daha kötüsü "Başa Kakılması" yardımı yapan açısından bir faydası bulunmamaktadır.
Bu nedenle yardım yapılırken bunun kimin tarafından yapıldığının bilinmemesine özen gösteren insanları, Yüce Allah kendi katında özel ödüllerle mükafatlandıracağını belirtmektedir ve bu gibi özellikleri bulunan insanların ölümden ve sonrasından korku ve endişe duymalarına yer olmadığını hatırlatmaktadır. Yoksullara yardım yaparken veya yaptıktan sonra onları inciten insanlara, sarf edecekleri güzel sözlerin ve yapılan kusurları affetmenin arkasından incitme gelen sadakadan daha iyi olduğu özellikle hatırlatılmakta ve öğütlenmektedir.
İnsanların tüm zenginliklerin Allah'a ait olduğunu her an hatırda tutmaları ve hareketlerinde bunu daima göz önünde bulundurmaları gerekmektedir. Nitekim, yaptığı yardım ve hayrı “başa kakan” ve yardım yaptığı insanı incitenlerin bu hayırları, Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, boşa gidecektir.
Bu duruma örnek olarak, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya sağanak bir yağmurdan sonra toprağın akması ile kayanın çıplak olarak ortaya çıkması gösterilmekte ve bu gibi insanların kazandıkları hiçbir şeye sahip olamayacakları ifade edilmekte ve bu tür insanları "Kafir-Allah'ı ve önerilerini inkâr eden" olarak tanımlamakta ve Allah'ın bu insanları doğru yola döndürmeyeceği hatırlatılmaktadır.
Buna karşılık, yoksul insanlara yardım ve hayır işleri için mallarını sarf edenlerin ise, bol yağmur almış ve iki kat ürün vermiş hatta, bol yağmur yağmasa bile çisenti ile yine de ürün veren çok güzel bir bahçeye benzetilmektedir. Allah, insanların ne yaptıklarını ve ne yapmadıklarını görmekte ve bilmektedir. İnsanların yaptıkları her şeyde ve bu arada yardım ve hayır işlerinde de bu durumu daima hatırda tutmaları gerekir. İnsanların varlık ve bolluk içerisinde iken sonradan çocuklarının bakıma muhtaç duruma düşmesi ve varlık ve bolluk durumunun bozulmasını istemeyecekleri, nefslerinin böyle bir durumu kabul etmekte çok güçlük çekeceği gerçeklerine işaret edilerek, hayır işleri nedeniyle elde edilmesi muhtemel güzel sonuçların nefslerin etkisi ile bozulması ihtimalinin insanlar tarafından daima düşünülmesi ve elde edilen kazanımların heba edilmemesi beklenmektedir.
Bu tür açıklama ve örnekler, ayetlerdeki anlamların daha iyi anlaşılması için verilmektedir. İnsanların zaman içerisinde akıl ve anlayışlarının gelişmesi ile verilen bu örnekleri daha kolay anlamaları gerekir. Belki bazı örnekler basit görünebilir, ancak içerdikleri ana fikir gelişen insan aklı ile daha kolay anlaşılacaktır. Yoksul insanlara yardım yapılması ve diğer hayır işlerinin yapılmasının çok önem taşıdığı, Allah tarafından Ayetlerde önemle tekrarlanmaktadır. Bu arada yoksul olmayan insanlara, kazandıklarının Allah'ın izni ile olduğu hatırlatılmakta ve bu insanların bu durumu idrak etmeleri gerekmektedir. Buna göre kazancı bulunan ve bolluk içerisinde olan insanların bu durumun bilincinde olmaları ve bu bilincin bir sonucu olarak kendisine lütfedilen bu varlıktan yoksullara yardım yapılmasının bir anlamda inanışa bağlı bir görev olduğunu anlamaları beklenmektedir. Ayrıca son derece önemli olan hayır işine harcanacak mallardan da "İyi" şeylerinin seçilmesi gerekmektedir. İnsan nefsi, daima iyi şeyleri kendisine layık görür. Bunun için “ahlaki” bir zorunluk olarak yapacağı yardımlarda, kendisinin kullanmayacağı ve kendisine layık görmediği şeyleri vermeye meyilli olur. İnsan nefsinin bu durumu kendilerine hatırlatılarak, "Size verilse gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı hayır diye vermeye kalkışmayın" uyarısında bulunulmaktadır.
Öte yandan Allah'ın zenginliği ve her türlü övgüye layık bulunduğu hatırda tutularak insanların gururlanmamaları ve kendilerini gereksiz yere aşırı şekilde büyütmemeleri gerekmektedir. Zira Şeytan insanların nefslerine girerek onları mallarından vermelerini zorlaştırır, mallarına aşırı bağlılık hissi vererek bu tür yardım ve hayır işlerinde bulunanların içlerine fakirlik korkusu yerleştirir. Buna karşı durmak ancak insanın kendisini iyi anlaması ve "Allah" fikrini net olarak algılayıp, Allah'ın bu davranışlarda bulunan insanlara lütufta (Severek ve karşılıksız olarak iyilik ve bolluk verilmesi) bulunacağını ve bu insanların yaptıkları bazı kusurları affedeceğini bilmeleri ile mümkündür.
İnsanların bu tür olayları ve konuları kendi kendilerine düşünmeleri ve yorumlamaya çalışmaları ve bunu yaparken de Allah'ın "Mutlak Tek
Güç ve Yaratan" olması nedeniyle her şeyi kapsadığını ve her şeyi bildiğini daima hatırda tutmaları gereklidir. İşte bu tür düşünceler içerisinde bulunabilen ve belirtilen Ayetlerde yer alan konuları açıklandığı gibi anlayıp yorumlayabilen insanlar, "Hikmet" sahibi olarak tanımlanmakta ve bu yöne yönelen insanlar "Allah Hikmeti dilediğine verir" ifadesinde yer alan "Dilediği" insanlar arasında yer almaktadırlar. Buna göre kendisine “hikmet verilmiş” insanlara pek çok hayır verildiği belirtilmektedir. Zira onlar bunun bilincinde olarak yukarıda belirtilen nitelikte hayır yapabilecek olan insanlardır. Onlar hayır yaptıklarında Allah da onlara hayır vermektedir. Bu durumdan ancak akıllarını kullanabilen ve Ayetlerde belirtilenleri ve amaçlarını bu şekilde anlayabilen “akıl sahiplerinin” düşünüp ibret aldıkları bütün insanlara hatırlatılmaktadır.
Unutulmaması gereken en önemli şey, insanların yaptıkları her harcamanın ve niyetlerinin (Adaklarının) Allah tarafından bilindiği ve buna rağmen insanları aldatmak üzere yapılan fiil ve işlemleri yapanların ancak "Zalim" olarak nitelendirileceği ve onların hiçbir zaman ve hiçbir şekilde yardımcılarının bulunmadığıdır.
Sadaka ve yardımların verildikleri (infak edilen) insanların nefslerinin dikkate alınması ve bunların verilmesinde gizliliğe dikkat edilmesi önemi nedeniyle insanlara tekrar hatırlatılmakta ve bu tür yardımların açıktan (Ancak yukarıda açıklandığı gibi onları üzmeden) verilmesinde bir sakınca bulunmamakla birlikte, bunların gizli olarak verilmesinin daha hayırlı olduğuna dikkat çekilmektedir. Nitekim Allah'ın sadakayı gizli veren insanın günahlarını örteceği ifade edilmektedir.
Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki Allah tüm insanların tüm zamanlarda yaptıklarını ve yapacaklarını tamamen bilmektedir. Tüm bu açıklananlara rağmen, bu konuda ve Allah'a inanmak ve O'nu anlayıp algılamak konularında bilinçle ve inatla inkâr durumunda olanlar için Allah Hz.Muhammed'e hitaben bu kişileri doğru yola iletmenin Hz.Muhammed'e ait olmadığını belirtmektedir. Zira Allah insanları akılları ile serbest bırakmış, onlara her türlü ip ucu, delil ve uyarıyı bu konuda görevlendirdiği kişiler (Peygamberler) aracılığı ile sözlü ve yazılı olarak göndermiş, bundan sonra insanların elde ettikleri bu bilgileri derleyip kendi başlarına "Doğru Yolu” bulmaları istenmiştir.
Dinde Zorlama Yoktur. (87/256), (2/256)
Burada önemli bir husus olarak insanların “Dini” konulardaki “ilgilerinden” ve “hassasiyetlerinden” yararlanarak onları kendi düşüncelerine ve “çıkarlarına” göre biçimlendirdiği “Dini” konuları ve uygulamaları “Dinin” gereği olarak ileri sürüp onları kabul etmeye zorlamanın hiçbir “Dini” esasının bulunmadığına işaret edildiği anlaşılmaktadır. Çünkü Kur’an Ayetleri ile bütün insanlardan kendilerine iletilen “gerçeklerden” meydana gelen “Dini” konularda akıllarını kullanıp "Doğru Yolu” kendilerinin bulmaları istenmektedir.
Yüce Allah İnsanların akılları ile kendilerinin karar verip “Doğru Yola” yönelmeleri halinde onları yalnız bırakmadığını ve Ayette "Allah dilediğini doğru yola iletir" olarak belirtildiği gibi, Allah onları “Doğru Yola” iletmeyi "Dilediği" insanlar arasına aldığını açıklamaktadır. Bu nedenle Hz.Muhammed'e dahi insanların inanmamaları yüzünden sıkıntı duymamasını insanların kendilerinin doğru yola karar vermelerinin esas olduğunu ifade etmektedir.
Yapılan "Hayırlar”, bu tür harcamaları yapan insanlar için bir "İyilik" unsurudur. Yanı bu tür bir hayır harcaması yapan insan bir iyilik yapmış olacaktır. Böylece Allah' ı tanıma ve O'nu anlama açısından önemli bir aşama bilerek, isteyerek ve bilinçli olarak geçilmiş olacaktır. Allah, bu insanlardan "Razı" olacaktır. Yani onları "İnsan" olarak kabul edecek ve yapılan hayır ve iyiliklerin karşılığını verecektir. Allah’ın yarattığı insanlara hiçbir şekil ve anlamda haksızlık yapmadığı ve insanların ne düşündüklerini, hangi işlemi ne niyetle yaptıklarını ve her şeyi tam olarak bildiği unutulmamalıdır.
Bir öneri ve ip ucu olarak bu yola yönelmiş ve inanmış insanlara, yapacakları hayır ve iyilik harcamalarını, "Kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan" fakirler için yapmaları hatırlatılmaktadır. Bu tür kimselerin "İffetlerinden dolayı" zengin zannedildikleri çünkü bu kişilerin yüzsüzlük ederek diğer insanlardan bir şey istemedikleri belirtilmekte ve onların ancak simalarından tanınabileceğine işaret edilmektedir.
Yüce Allah, mallarını bu şekilde devamlı hayra sarf edenleri “ödüllendireceğini” belirterek onların korku ve üzüntü duymayacaklarını insanlara kesin bir durum olarak iletmektedir.
Ayetlerdeki ifadelere göre zekât, sadaka ve hayır olarak ihtiyaç sahiplerine verilmesi (infak edilmesi) ile ilgili öğütlerin ellerinde ihtiyaçlarından fazlası bulunan "varlıklı" insanlara yönelik olarak yapıldığı görülmektedir. Bunun yanında zekatların, savaş ganimetlerinin ve diğer ülke halklarından gelen "hediyelerin" kullanılması ve dağıtılmasında olduğu gibi, "toplum yönetimi" tarafından da “hayır” yapılabileceğine işaret edilmekte ve bu konuda yapılacak işlemler ayrıca açıklanmaktadır. Buna göre Hz.Muhammed döneminde insanların "zekatların" doğrudan ihtiyaç sahiplerine vermeleri yanında, "toplum yönetimi" tarafından da ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmak üzere toplandığı ve dağıtımının yapıldığı anlaşılmaktadır. Buna göre ilk İslam Devleti'nde zekât toplamanın belli "kurallara" bağlı olarak "toplum yönetimi" tarafından gerçekleştirildiği söylenebilir. Nitekim İslam Ansiklopedisinde Hz.Muhammed döneminden itibaren zekâtın “Amiller” vasıtasıyla (Amil: Genel olarak “idareci, her türlü devlet gelirlerini, özellikle zekât gelirlerini toplayıp dağıtan kişi”) toplandığı ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminde ve sonraki devirlerde de zekât tahsil ve dağıtımı büyük oranda devlet memurları eliyle gerçekleştirildiği belirtilmektedir. Ayrıca Amillerin zekâttan pay almayı hak eden sekiz sınıftan biri olarak zikretmesinin, zekâtta toplama ve dağıtım işinin bir "kurum" tarafından yapılması gerektiğine de işaret ettiği açıklanmaktadır
ZEKÂT - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Görüldüğü gibi, Ayetlerde zekâtın varlık sahiplerince "doğrudan" ihtiyaç sahiplerine verilebileceği gibi, insanların kişisel varlıklarından ayırdıkları zekatlarının "Kamu Yönetimi" tarafından toplanarak ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasının mümkün olduğu ve zekâtın bu suretle de verilmiş olacağı belirtilmektedir.
Ancak Ayet hükümlerinden zekâtın tamamen "kişisel sorumluluk" niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre her insan sahip olduğu varlıklar ile birlikte çaresiz ve muhtaç insanların durumlarını da düşünmeye ve ihtiyacından "fazlası" olarak belirleyeceği bir tutarı onlarla paylaşmaya yönlendirilmektedir. Böylece insanlara birlikte yaşadıkları ve bir topluluk oluşturdukları diğer insanlar ile daha sıkı ve samimi ilişkiler içinde olacakları, diğerlerine yardımcı olarak "huzur" duyacakları ve onların yaşamlarında az da olsa bir "kolaylık" sağlamakla "ahlaki" bir tatmin hissedecekleri hatırlatılmaktadır.
Ayetlerde insanların söz konusu "paylaşımı" bizzat kendilerinin yerine getirmesinin onların "doğru yola" ulaşmalarında taşıdığı öneme "defalarca" işaret edilmekte ve tüm insanlardan bu önerileri dikkate alarak huzurlu bir yaşama kavuşan "iyi insanlar" olmaları beklenmektedir. Bu nedenle insanlardan zekatlarını belirlenecek bir "kamusal" kuruma teslim edilmesi, böylece "toplanan" tutarın bu kurum tarafından "belirlenecek" olan ihtiyaç sahiplerine "dağıtılması" uygulamasının, insanların kişisel olarak "Allah'a İman" etmeleri ve onlara önerilen "yüksek değerlere" ulaşmaları açısından daha az etkili olacağı düşünülebilir. Zira bu yöntemin yürütülmesi uygulamaya yönelik olarak çok sayıda "düzenlemelerin" yapılmasını, ayrıca yöntemin işleyişinin de sıkı ve doğru bir şekilde "denetlenmesini" gerektirmekte, bunun sağlanmasının işlemleri yürüten "yöneticilerin" ne derece "ehil" olduklarına bağlı bulunmakta, bu da zekâtı verenler açısından bazı endişe ve kuşkulara neden olabilecek nitelik taşımaktadır.
Öte yandan zekâtın kamu yönetimi tarafından toplanması ve dağıtılması ile ilgili uygulamalarda ayrıca "hakkaniyet" açısından benzer sorunlarla karşılaşılması mümkün bulunmaktadır. Zira toplama ve dağıtım işlemlerinin "nefslerine" tabi olmayacak dirayetteki insanlarca yürütülmesi gerekmektedir. Bütün bu hususlar dikkate alındığında, sözü edilen kamu kurumunun zekât dağıtımında "aracı" olmak yerine, insanlara zekatlarını kimlere verebileceklerini bildirerek "yardımcı" olmalarının insanların "kişisel sorumlulukları" adına daha etkili olabileceği söylenebilir.
Nitekim, Hz.Muhammed'in toplumunda bile, zekât ve sadakaların dağıtılması hususunda kendilerine pay verilmeyenlerin veya verilen paylara karşı çıkanların toplumun başında bulunan Hz.Muhammed'i "ayıplayanların" bulunduğu ve bunların ancak onlara da bir pay verilirse "dağıtıma" razı oldukları, şayet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızdıkları belirtilmektedir. Bu nedenle, Hz.Muhammed'in gözetiminde yapılmasına rağmen dağıtımdan pay alamayanların, itiraz etmek yerine, Allah'a güvenerek Allah'ın da Resulünün de yakında onlara lütfundan vereceğini ve yalnız Allah'a rağbet edenler (inananlar) olduklarını söylemelerinin daha iyi olacağına işaret edilmektedir.
Onlardan sadakaların hususunda seni ayıplayanlar da vardır, sadakalardan onlara da verilirse razı olurlar, şayet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar. (113/58), (9/58)
Eğer onlar Allah ve Resulünün kendilerine verdiğine razı olup, "Allah bize yeter, yakında bize Allah da lütfundan verecek, Resulü de. Biz yalnız Allah'a rağbet edenleriz" deselerdi. (113/59), (9/59)
Sadakalar Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, memurlara, gönülleri ısındırılacak olanlara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihat edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir. (113/60), (9/60)
Bu bağlamda sadakaların (zekâtların) ancak, yoksullara, düşkünlere, zekât toplayan memurlara (Amillere), gönülleri İslâm'a ısındırılacak olanlara, hürriyetlerini satın almaya çalışan kölelere borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihat edenlere ve yolcuya dağıtılmasının Allah'tan bir "farz" olduğu (gerektiği) bildirilmekte ve Allah'ın pek iyi bilen ve hikmet sahibi olduğu bir defa daha hatırlatılmaktadır. Nitekim çok sayıdaki Ayetlerde insanlara mallarının zekatlarının ve "infak edecekleri" sadakalarının kimlere ve nasıl verileceğine dair daha ayrıntılı açıklamalar bulunmaktadır.
Ayrıca benzer bir uygulama olarak, Hz.Muhammed döneminde elde edilen savaş ganimetlerinin dağıtımının "özellikle" toplumun "başında" bulunan Hz.Muhammed tarafından yapılacağı ve dağıtımın yöntemi açıklanmaktadır.
Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: “Ganimetler Allah ve Peygamber'e aittir. O halde siz müminler iseniz Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Resulüne itaat edin.” (88/1), (8/1)
Eğer Allah'a ve hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir. (88/41), (8/41)
Bunun yanında savaşmadan elde edilen "ganimetin" veya diğer ülkeler halkından gelen "hediyelerin" ise Allah, Peygamber ve yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar için olduğu, bu paylaşımın Peygamber tarafından yapılacağı, ona uyulmasının ve Allah'tan korkularak ona karşı gelinmemesinin gerektiği, çünkü Allah'ın cezalandırmasının (azabının) çetin olduğu hatırlatılmaktadır. Yüce Allah Hz.Muhammed'e bu "ganimetlerde", yaşadıkları zorluklar nedeniyle yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamberine yardım eden ve bir süre önce kendisi ile birlikte Medine'ye göç (Hicret) etmiş olan fakir "muhacirlerin" de paylarının bulunduğunu ve "doğru" olanın bu olduğunu bildirmektedir.
Allah'ın, ülkeler halkından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir, böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir. (101/7), (59/7)
Yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir, işte doğru olanlar bunlardır. (101/8), (59/8)
Bu açıklamalara göre, toplum olarak girilen savaşlardan sağlanan varlıklar (ganimet) ile savaşılmadan diğer toplumlar tarafından gönderilen veya buna kıyasen diğer toplumlarla yapılan anlaşmalardan ve ticari ilişkilerden elde edilen gelirlerin kullanılmasında ve toplum bireylerinin faydasına sunulmasında sorumluluğun toplumun yönetimi kendilerine "emanet" edilen her düzeydeki yöneticilere ait olduğu anlaşılmaktadır.
Bu arada savaşa girmeden ganimet peşinde olanların savaşa girip ganimete hak kazananlarla birlikte ganimetleri almak için gidecekleri belirtilerek onların böyle yapmakla Allah'ın Ayetlerini (sözünü) değiştirmek istedikleri açıklanmaktadır. Yüce Allah seferden geri kalmış olmalarına rağmen “ganimet almak” için asla peşlerine düşmemelerini, bunun daha önceden olduğu gibi Allah'ın bir buyruğu olduğunu bildirmesini Hz.Mumammed'den istemektedir.
Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar: “Bırakın, biz de arkanıza düşelim” diyeceklerdir, onlar, Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.", onlar size: “Hayır, bizi kıskanıyorsunuz” diyeceklerdir, bilakis onlar, pek az anlayan kimselerdir. (111/15), (48/15)
Buna karşılık onların iman edenlerin kendilerini "kıskandıklarını" söyleyeceklerini, aksine asıl kendilerinin Allah'ın Ayetlerini pek az anladıklarını açıklamakta ve müminlerden buna izin vermemelerini öğüt vermektedir.
Allah'ın bu "öğüdü" ile, genel anlamda bütün insanlara hak etmedikleri bir şey için kendilerini hak etmişler arasında göstermeye gayret edebileceklerini hatırlatılmakta ve toplum kurallarının bu tür uygulamaların önlenmesini sağlayacak şekilde düzenlenmesi gerektiğine işaret edilmektedir.
İslam Ansiklopedisinde zekât, sadaka ve infak konularında Ayetlere ve hadislere dayandırılan ayrıntılı açıklamalar bulunmaktadır.
ZEKÂT - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
SADAKA - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Günümüz açısından bakıldığında, bu konuların insanların bilgi birikimlerindeki ve genel olarak toplum yaşamları ve yaşam tarzlarındaki gelişmelere ve her toplumun inanç ve geleneksel yapısına göre bazı kurallara bağlandığı görülmektedir. Buna göre toplumun yönetim emaneti kendilerine verilen yöneticilerin ve onlarla birlikte görev yapan diğer her düzeydeki yönetimden sorumlu olanların Ayetlerde belirtilen hükümler ile amaçlanan "toplum dengelerini" göz ardı etmemeleri ve toplumun ürettiklerinden elde edilen gelirlerden, vergi gelirlerinden ve diğer doğal zenginliklerden sağlanan varlıkların (Milli Gelir) dağıtımı ile ilgili olarak yapacakları düzenlemelerde bu önemli "uyarıları" dikkate almaları gerekmektedir. Bu durum özellikle Müslüman toplumlarda çok daha önem taşımakta ve tüm yöneticilerden yapılacak düzenlemelerin bu hükümlere göre gerçekleştirilmesinden "sorumlu" olduklarını unutmamaları beklenmekte ve bu nedenle ancak ahlaken ve bilgi birikimi açısından "ehil" olanlara toplumun yönetimini "emanet" etmeleri istenmektedir.
Öte yandan Kur'an’daki bazı Ayetlerden, Hz.Muhammed'den önceki zamanlarda yaşamış olan toplumlara da peygamberleri tarafından “zekât” ibadetinin "namaz" olarak adlandırılan ibadet ile “birlikte” önerildiği açıklanmaktadır.
İsa Peygamber:
"Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti." (44/31), (19/31)
İsmail Peygamber:
Halkına namazı ve zekâtı emrederdi; Rabbi nezdinde de hoşnutluk kazanmış bir kimse idi. (44/55), (19/55)
İshak ve Yakub Peygamberler:
Onları, emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren önderler yaptık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik, onlar, daima bize ibadet eden kimselerdi. (73/73), (21/73)
İsrailoğullarına:
Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin. (87/43), (2/43)
Ehl-i Kitaba:
Halbuki onlara ancak, dini yalnız O'na has kılarak ve hanîfler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur. (100/5), (98/5)
İman edenlere:
İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır.
(Allah'ın rızasını gözeterek) Yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır! (87/177), (2/177)
İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler. (87/277), (2/277)
Onlar ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır, onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar. (102/37), (24/37)
İnkâr edenlere:
Fakat tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. (113/11), (9/11)
Oruç Tutmak
Ayetlerde açıklandığı gibi insanlara verilen ve onlardan beklenenler için Yüce Yaratıcıya “iman ederek” O’na teşekkürlerini iletmeleri (şükretmeleri) ve Ayetlerde önerildiği şekilde davranmaları, öğüt, öneriler ile uyarıların dikkate alınarak istenmeyenlerden uzak durulması topluca "ibadet" olarak nitelendirilmektedir.
Nitekim Ayetlerde “Oruç İbadetinin” insanlara verilen geçimlikler (nimetler) ile ilgili olarak Allah'ın adının anılması (tesbih), Allah'ın yüceltilmesi (hamd), Allah'a her durumda teşekkür edilmesi (şükür) gibi “Allah’a İmana” dair önemli unsurları kapsaması nedeniyle insana “sabırlı” olması, güçlükler karşısında “dayanma gücü” kazandırması ve daha önemlisi nefsinin arzularına ve Şeytanın dürtülerine karşı durabilmesi için “uygulamalı deneyim” olduğuna dikkat çekilmektedir. Zira oruç, akıl kullanarak "nefsin" kontrol edilmesinde ve Allah'ı anlayıp idrak edilmesinde en "etkili" bir ibadet şeklidir. Nitekim oruç ibadetinin yapılması ile iman edenlerin her türlü kötülüklerden ve yanlışlıklardan "korunmayı" umabileceklerine işaret edilmektedir.
Çok sayıdaki Ayetlerde Yüce Allah’a insanlara yeryüzündeki kısa yaşamlarında “Yaratılış” ile ilgili bilgileri, yararlanacakları “her türlü olanakları” ve “Halifesi” olarak “üstün” nitelikleri lütfettiği bildirilmekte, buna karşılık insanlardan tüm bu “özel” durumun farkına vararak her şeyin “Yaratıcısına” iman etmelerinin ve teşekkürlerinin (şükretmelerinin) beklendiğine işaret edilmektedir.
Şükretmenin en içten ve derinden hissedilerek yerine getirildiğini hatırlatan “Oruç” ibadetinin nasıl yapılacağı Kur'an’da çok ayrıntılı olarak belirtilmemiş olmasına rağmen bazı uygulama esasları Ayetlerde yer almaktadır. Buna göre Oruç, “Salat” duasında (Namaz) olduğu gibi Hz.Muhammed'in gösterdiği şekilde uygulanmakta ve ana unsurlar olarak “Allah'a ibadet etmek niyetiyle” tan yerinin ağarmasından güneşin batmasına kadar Allah'ı anmayı ve yemeden, içmeden ve cinsel ilişkiden uzak durmayı ifade etmektedir.
Buna göre kişi, tamamen kendi arzusu ve iradesi ile gün boyu yemekten, içmekten ve bir kısım diğer bedensel faaliyetten kendisini tutmakta ve akşam normal hayatını sürdürmektedir. Böylece özellikle irade olarak tanımlanan nefsin kontrolünde aklın kullanılması uygulamalı olarak gerçekleştirilmekte ve insanın bazı güçlüklere karşı koyması için deneyim kazanmaktadır.
Önceki bölümlerde değinildiği gibi, Müslüman Mezheplerinin ibadet uygulamalarında bazı farklı yorumlara dayanan uygulamalar yapılmaktadır. Buna göre her mezhebin kabul ettiği yol ve yöntemlerin tamamının doğru ve geçerli olduğu kabul edilmektedir. Bu konuda “Mezhep, Tarikat, Cemaat” bölümünde açıklayıcı bilgi bulunmaktadır. Bu nedenle insanların bu mezhepler tarafından oruç ibadetinin uygulanmasında birbirlerinden farklı olan hususlar bulunduğunu dikkate almaları gerekmektedir.
Yüce Allah Ayetlerinde oruç ibadetinin daha önce geçmiş olan toplumlara (ümmetlere) peygamberleri tarafından mutlaka yapılmasının (farz kılındığı) iletildiğini ve Hz.Muhammed’e vahiy edilen Kur’an Ayetlerine inanarak "Allah’a iman Eden" Müslümanlara da aynı şekilde "farz kılındığını” bildirmektedir. Bütün bu nitelikleri ile “Oruç” İslam inancının özellikle de Müslümanların önemli bir ibadeti olarak belirtilmektedir.
Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz. (87/183), (2/183)
Sayılı günlerde olmak üzere, sizden her kim hasta yahut yolcu olursa diğer günlerde kaza eder. Oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakir doyumu kadar fidye gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. (87/184), (2/184)
Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir. (87/185), (2/185)
Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği, siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. Kullarım sana, beni sorduğunda ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar. (87/186), (2/186)
İşte böylece Allah ayetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar. (87/187), (2/187)
Oruç ibadeti yapılması gereken bir ibadet (Farz) olarak anlatılmakla birlikte, istediği halde yolculuk halinde bulunan veya sağlık nedenleri ile bu ibadeti yapamayanlar için tutulamayan günlerin yerine diğer müsait günlerde oruçlu olunması veya bir fakirin doyumu kadar bedel ödenmesi ile bu ibadetin yerine getirilmesi mümkün kılınmıştır. Ayrıca oruçlu olunması gereken zamanlarda hayır yapılması da kişiler için özendirilmektedir. Ancak zorlayıcı bir neden olmaması durumunda oruç tutulmasının çok daha iyi olacağı hatırlatılmaktadır. Hiçbir ibadette ve oruç ibadetinde de insanları zorlayıcı bir durum yoktur. Zira ibadetler kişiler tarafından sadece Allah'ı tanıyıp anladıklarının ve Allah'a karşı bir şükran (Teşekkür) ve tazim (Yüceltme) ifadesi olarak ve bilerek ve isteyerek yapılır. Bu anlayış dışında yapılan ibadetler göstermelik olur ve gereği yoktur.
Yüce Allah "İman Etmiş" olanlara ve bütün insanlara "çok yakın" olduğunu ve "Kendisine" dua ettiklerinde dua edenin dileğine karşılık verdiğini hatırlatarak onlardan Ayetleri ile yapmış olduğu "oruç tutulması" ve diğer "davetlerine" uymalarını istemekte ve "Kendisine" inanmaları halinde "doğru yolu" bulacaklarını bildirmektedir.
Öte yandan, Ayette belirtilen zaman aralığında "oruç tutulması" sırasında yeme, içme ve cinsel faaliyetlerde bulunulmamasının gerekmesi ile ilgili olarak, özellikle erkeklerin eşleri ile "birleşmeleri" konusunda zayıflık göstermeleri nedeniyle, Ramazan ayında “oruçlu zaman” sonrasında eşlerin cinsel ilişkide bulunabilecekleri belirtilmektedir. Yüce Allah böylece insanların "Şeytan" ile olan mücadelesinde "zor" durumda kalmamaları için onları "hoş gördüğünü" açıklamaktadır. Ancak mescitlerde ve ibadete çekilmiş iken herhangi bir cinsel faaliyet yapılmasının yakışık almayacağı ve yapılmamasının gerektiği belirtilmekte ve bu şekilde belirlenen sınırların aşılmaması insanlara ihtar edilmektedir.
Oruç ibadetinin aynı zamanda diğer ibadetlerin tam olarak yerine getirilememesi halinde bu eksikliğin giderilmesini, tamamlanmasını veya yapılan bir hatanın af edilmesini veya ortadan kaldırılmasını (kefaretini) sağlayacağı Ayetlerde açıklanmaktadır.
Haccı ve umreyi Allah için tam yapın. Eğer alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa yahut başından bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir. Emin olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. Kurban kesmeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki, hepsi tam on gündür. Bu söylenenler, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah'tan korkun. Biliniz ki Allah'ın vereceği ceza ağırdır. (87/196), (2/196)
Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğer ki ölünün ailesi o diyeti bağışlamış ola. Eğer öldürülen mümin olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mümin bir köle azat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mümin köleyi azat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. (92/92), (4/92)
Bulamayan kimse, hanımıyla temas etmeden önce ardarda iki ay oruç tutar, buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur, bu Allah'a ve Resûlüne inanmanızdan dolayıdır, bunlar Allah'ın hükümleridir; kafirler için acı bir azap vardır. (105/4), (58/4)
Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffâreti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keffâreti işte budur.
Yeminlerinizi koruyun. Allah size ayetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz! (112/89), (5/89)
Ey iman edenler! Allah sizi ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avlanma ile dener ki gizlide kendisinden kimin korktuğu ortaya çıksın. Ey iman edenler! İhramlı iken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu kasten öldürürse öldürdüğü hayvanın dengi cezadır. Kâbe'ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder yahut fakirleri doyurmaktan ibaret bir keffârettir yahut onun dengi oruç tutmaktır. Ta ki işinin cezasını tatmış olsun.
Allah geçmişi affetmiştir, kim bu suçu tekrar işlerse Allah da ondan karşılığını alır. Allah daima galiptir, öç alandır. (112/95), (5/95)
Öte yandan inananların (müminlerin) bu ortamdaki yaşamlarında “Oruç Tutarak” kendilerine verilecek olan Cennet Hayatını “satın aldıkları” belirtilmekte ve bu alışverişi yapanların sahip olduklarını Allah’a olan iman ve teslimiyetleri nedeniyle Ahiret ortamında mutlaka cennet ile ödüllendirilecekleri ve bu durumun Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah’ın gerçek bir vaadi olarak açıklandığı belirtilmektedir.
Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, taata devam eden erkekler ve taata devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. (90/35), (33/35)
Tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır, o müminleri müjdele! (113/112), (9/112)
Görüldüğü gibi insanlardan akıllarını kullanarak ölüm sonrasındaki ortamlarda azap çekmemeleri ve Ayetlerde vaat edilenlerle ödüllendirilebilmeleri için Allah’a iman etmeleri ve belirtilen diğer ibadetler ile birlikte “Oruç” ibadetini yerine getirmeleri önerilmekte ve beklenmektedir.
Hac Ziyareti Yapmak
Hac ibadeti Diyanet İşleri tarafından yayımlanan İslam Ansiklopedisinde “Hanefi” mezhebi kabulleri çerçevesinde ve ana uygulama unsurları ile belirtilmektedir.
“Hac Arafat’ta ve Müzdelife’de vakfe, Mina’da şeytan taşlama ve kurban kesme, Kâbe’yi tavaf etme, Safâ ve Merve tepeleri arasında sa‘y gibi tarihî ve sembolik anlamları olan ve Mekke civarındaki farklı mekânlarda icra edilen birden fazla ibadeti (menâsik) bünyesinde barındırır. Ayrıca ihram, telbiye, zikir, namaz, sadaka, sabır ve hac sırasında uyulması gereken yasaklara riayet gibi müminlere ruhî derinlik ve disiplin kazandıran pek çok ibadet ve davranışın belirli bir süre boyunca yoğunlaştırılmış olarak yerine getirilmesiyle hac ibadeti tamamlanır.”
HAC ve KURBAN - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Hac ziyaretinin de bütün ibadetlerde olduğu gibi ana unsur olarak Allah'ın adının anılması (tesbih), Allah'ın yüceltilmesi (hamd), Allah'a her durumda teşekkür edilmesi (şükür) gibi “Allah’a İmana” dair önemli unsurları kapsadığı Ayetlerdeki açıklamalardan anlaşılmaktadır.
Kur'an Ayetlerinde yer alan hükümlere göre "Hac Ziyareti" ibadetinin Yüce Allah'ın İbrahim Peygambere insanlara "güvenli" bir "toplanma" yeri olarak yaptırdığını bildirdiği ve "Allah'ın Evi" veya "Beytullah" ya da "Kâbe" olarak belirtilen "simge" yapının etrafında dolanarak (tavaf ederek) yapıldığı belirtilmektedir. Ayrıca Hac İbadetinin "zamanlaması" Ayetlerde belirtilen bazı ibadetlerde olduğu gibi "Ay Takvimine" göre tanımlanmaktadır.
Sana, hilâl şeklinde yeni doğan ayları sorarlar. De ki: "Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir." (87/189), (2/189)
Buna göre Dünyanın "uydusu" olan Ay'ın yörüngesindeki seyri sırasında Dünya'dan çeşitli şekillerde görünen ve daima "tekrarlanan" görünüşlerinden "en ince" olan görüntüsünün (hilal) insanlar için ve özellikle de "hac" ibadeti ile ilgili Ayların belirlenmesi açısından "zaman ölçüsü" olduğunu belirtilmektedir.
Yüce Allah ayrıca bu "toplanma" esnasında Hac ziyareti yapanların ayakta, Allah'ın huzurunda olduklarını fark ederek saygı ile eğilerek (rükû) ve yere "secde" ederek ibadet edecekleri belirtilerek böylece "ibadete kapananlar" için Kâbe’yi temiz tutmalarını İbrahim ve İsmail Peygambere emrettiğini bildirmektedir. Bunun yanında kendilerine ait birtakım yararları yakinen görmeleri ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri) için, yaya olarak veya "taşıtlardan" yararlanarak (yorgun argın develer üzerinde) uzak yoldan gelerek Allah'ın Evi'ni (Beytullah'ı) ziyaret etmelerini (Haccı) insanlara "ilan etmesini" İbrahim Peygambere bildirdiğini açıklamaktadır. Buna göre İbrahim'den sonra soyundan gelen toplumların Kabe'ye hac ziyaretinde bulundukları ve Hz.Muhammed döneminden önceki zamanlarda da Arapların bu hac ziyaretinin yapmakta oldukları anlaşılmaktadır.
Biz, Beyt'i insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin.
İbrahim ve İsmail'e: "Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun" diye emretmiştik. (87/125), (2/125)
Bir zamanlar İbrahim'e Beytullah'ın yerini hazırlamış ve “Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut.” (103/26), (22/26)
İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları için sana gelsinler. (103/27), (22/27)
Allah, Beytullah’ı (Allah'ın Evi olarak da anılan Kâbe’yi) güvenli bir yer kıldığına işaret etmekte ve inanlar için bir toplanma ve ibadet yeri olarak göstermektedir. Burası, Allah'ı anma ve ibadet için çok güvenli ve huzur dolu bir ortam olarak düzenlenmiştir. O nedenle, buraya gelen inanmış insanlara İbrahim'in Kâbe'nin inşası sırasında denetleme yaptığı yer olan 'İbrahim'in Makamı' bölgesinde dua etmeleri (yer edinmelerini) ve o yere bir saygı ifadesi olarak etrafında dolanmaları (tavaf etmeleri) bildirilmektedir. Böylece o mübarek kişinin burayı yaparken hissettiği duygular yapılan ibadeti bir kat daha güzelleştirecek ve erişilecek "kalp huzuru" insanın Allah ile olan iletişimini somut olarak ona hissettirecektir.
Bir başka Ayette Yüce Yaratan, Beytullah'ın (Kâbe'nin) insanların hac ve diğer zamanlarda yapacakları ziyaretlerinde o bölgede bulunan ve bir işaret (nişan) olduklarını belirttiği Safa ve Merve adlı küçük tepecikleri de tavaf etmelerinde bir sakınca bulunmadığını açıklamaktadır. Buna göre Kâbe’nin "ziyareti" sırasında bu tepelerin de etrafında dolaşmaları (tavaf etmeleri) dolaylı olarak bildirmektedir.
Şüphe yok ki, Safa ile Merve Allah'ın koyduğu nişanlardandır. Her kim Beytullah'ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur. Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah kabul eder ve hakkıyla bilir. (87/158), (2/158)
Bu durumda Hac ve diğer zamanlarda yapılacak (Umre) ziyaretleri sırasında Safa ve Merve arasında gidilip gelinmesinde ve böylece bu her iki küçük tepenin müştereken tavaf edilmesinde (Say), hac veya umre için gelen ziyaretçilerin orada Allah'a olan saygılarını ifade etmek üzere bulunmaları nedeniyle, bir günah bulunmadığı belirtilmektedir. Zira, İslam Dininde, Allah'tan başkasına ibadet söz konusu değildir.
Buna göre herhangi bir yanlışlığa düşülmemesi için sadece Allah'a olan "saygı ve teslimiyetin" bir ifadesi olduğu düşüncesi ile Safa ve Merve tepecikleri arasında gidip gelinerek ve buradan kıyas ile Kâbe’nin etrafında dönerek tavaf yapılmasında bir "günah" bulunmadığı bu özel Ayet ile bildirilmektedir. Çünkü bunların Allah'a ait bir nişan (Delil, emare) oldukları Allah tarafından belirtilmektedir. Bu tavafın, inanan insanların gönüllü olarak ve "samimi" ve "bilinçli" olarak "inançlarını" ifade etmek üzere yapılan bir "iyilik" niteliğinde olduğu ve her gönüllü olarak yapılan iyiliğin Allah tarafından hakkıyla bilindiği ve kabul edildiği dikkate alınmalıdır.
İslam Ansiklopedisinde eski tefsirciler ve hadis yazarlarına göre gidip gelme (Tavaf veya Sa’y) uygulamasının, Safa ile Merve tepelerindeki İsâf ve Nâile adlı iki putu selâmlamak üzere yapılan Câhiliye dönemi uygulamasını çağrıştırdığını düşünen bazı sahâbîlerin bu kaygısını gidermeyi amaçladığı (Buhârî, “Ḥac”, 79, 80; İbn Hacer, III, 498), ayrıca Hz.Muhammed'in hac yaparken Safâ ile Merve tepeleri arasında sa‘y etmiş olduğunun (Buhârî, “Ḥac”, 80; Müslim, “Ḥac”, 147) ileri sürüldüğü belirtilerek yapılması uygun (meşru) bir sünnet olduğu açıklanmaktadır.
SA‘Y - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Buna göre Bu Ayet hükmü gereğince Safa, Merve, Şeytan Taşlama gibi simgesel (sembolik) olarak yapılan bazı uygulamaların da sadece Allah'a olan "saygı ve teslimiyetin" bir ifadesi olduğunun hissedilmesi ve bunun dışında oralara çok önem ve “kutsallık” vererek ve abartılarak sanki oralara ibadet ediliyormuş gibi bir duruma meydan verilmemesi gerekir.
Ayet hükmü ile Yüce Yaratan insanlara, İbrahim'in oğlu ile birlikte inşa ettiği ve İbrahim'in "Makamı" olarak tanımladığı "Evinde" Allah'ı anmalarını ve yüceltmelerini, bunun için "dua" etmelerini (yer edinmelerini) önermektedir. Burada geçen "insanlara" ifadesi ile aslında "bütün insanların" kastedildiği düşünülebilir. Çünkü bu ortamdan önce "Gerçek Ortamda" yaratılmış olan bütün insanların "Ruhlarının" Allah'ın bütün insanların "Rabbi" olduğunu kabul ettikleri, her birinin diğer bütün insanların da bunu kabul ettiklerine şahit oldukları ve bütün insanların da her bir insanın bunu kabul ettiğine şahit oldukları Kur'an Ayetinde yine "bütün insanlara" bildirilmektedir.
Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onlar da, “Evet şahit olduk” dediler. (39/172), (7/172)
Bu durumda bu ortama gönderilen (indirilen) ve gönderilecek olan bütün insanların ve bu ortamdaki yaşamlarında Allah'a inanmadıklarını söyleyerek Allah'ın ilettiklerini inkâr eden insanların da "Ruhlarında" esasen Allah'ın her şeyin "Tek Yaratanı" olduğu bilgisi bulunmaktadır. Bu Ayetle yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan ve Allah'a inanan ya da inkâr eden her insanın, edindikleri bilgilere ve onlara iletilen Allah'ın Ayetlerine (Gerçeklere) ilgi göstermesi ve "Aklını" kullanarak dikkatle inceleyip araştırması halinde onu Allah'ın Yoluna (doğru yola) yönlendirecek bir anlayışa ulaşması ihtimalinin bulunduğuna işaret edilmektedir. Bu nedenle bütün insanların Allah'ın Evini ziyaret etmelerinin ve orada Allah'ı anlamaya çalışmalarının onları "doğru yola" yöneltebileceği söylenebilir.
Ayetlerde Hac İbadetinin ve Kâbe ziyaretlerinin "Allah İçin" yapılması gerektiği hatırlatılmakta, ayrıca nasıl yapılacağına dair oldukça ayrıntılı açıklamalar yer almaktadır. Buna göre Hac ibadetinin Yüce Yaratan'ın yanında en makbul inanış (Din) olan "İslam'a" inanan insanların İbrahim Peygamberden itibaren Kâbe’de "toplanarak" Ruhlarındaki Allah ile olan "bağlarını" en güçlü şekilde hissederek yaşamalarını sağladığı inkar edilemeyecek bir gerçektir.
Haccı ve umreyi Allah için tam yapın. Eğer alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa yahut başından bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir. Emin olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. Kurban kesmeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki, hepsi tam on gündür. Bu söylenenler, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah'tan korkun. Biliniz ki Allah'ın vereceği ceza ağırdır. (87/196), (2/196)
Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur. Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. Azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri! Benden sakının. (87/197), (2/197)
Rabbinizden gelecek bir lütfu aramanızda size herhangi bir günah yoktur. Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin ve O'nu size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden idiniz. (87/198), (2/198)
Sonra insanların aktığı yerden siz de akın. Allah'tan mağfiret isteyin. Çünkü Allah affedici ve esirgeyicidir. (87/199), (2/199)
Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı anın. İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver. derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur. (87/200), (2/200)
Onlardan bir kısmı da: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver, bizi cehennem azabından koru! derler. (87/201), (2/201)
İşte onlar için, kazandıklarından büyük bir nasip vardır. Allah'ın hesabı çok süratlidir. (87/202), (2/202)
Sayılı günlerde Allah'ı anın. Kim iki gün içinde acele edip dönmek isterse, ona günah yoktur, kim geri kalırsa ona da günah yoktur. Bunlar günahtan sakınanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki hepiniz Allah'ın huzurunda toplanacaksınız. (87/203), (2/203)
Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev, Mekke'dekidir. (89/96), (3/96)
Orada apaçık nişâneler, İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.
Kim inkâr ederse, bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir. (89/97), (3/97)
Bu arada özellikle Hac ziyaretinin Allah için "bilinen Aylarda" yapılması, kurban kesilmesi, Allah'ın "gösterdiği şekilde" ve Hac ziyareti sonrasında da anılması, insanların "aktığı" yerden akılması, Allah'tan af dilenmesi, Allah'tan gelecek bir lütfu ararken Ahiretten hiç nasibi olmayanlar gibi "bize Dünya'da ver" diyenlerden değil fakat "bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver, bizi cehennem azabından koru" diyenlerden olunması gibi konularda dikkatli olunması ve Ayetlerde belirtilen usul ve kurallara uyulması Hac ziyaretçilerine hatırlatılmaktadır.
Hac ziyareti sırasında Ayetlerde açıklanan ve "hac ziyareti için" günah sayılan diğer davranışlarda bulunulmaması ile bu ziyaret (ibadet) sayesinde ulaşılan manevi yakınlaşmanın kaybedilmemesi açısından, hac ziyaretinden sonra geçmiş nesillerin (babalarınızı) anıldığı gibi hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah'ın anılması, Allah'tan "sadece dünya hayatı" için "vermesinin" istenmemesi çünkü böyle kimselerin ahiretten hiç nasibinin bulunmadığının unutulmaması, Allah'tan dünyada da ahirette de iyilik vermesi ve cehennem azabından koruması için dua edilerek yardım istenmesi öğütlenmektedir. Bu hatırlatmalara uyanlar için kazandıklarından büyük bir nasip bulunduğu ve Allah'ın hesabının çok süratli gerçekleştiği bildirilmektedir. Bunun dışında bütün bu süreçte ilgili Ayetlerde belirtildiği gibi günün belirli zamanlarında salat (namaz) ve dualar ile Allah'ın adının anılmasına ve zikredilmesine devam edilecektir. Bu "yardım isteme" duası Arapça olarak okunmaktadır:
"Rabbenâ âtinâ fiyddünyâ haseneten ve fiyl âhırati haseneten vekınâ azâben nâr"
Bu duanın Allah'ın anılması ve yardımlarının istenmesi açısından her zaman hatırlanmasında ve daima okunmasında fayda bulunmaktadır.
Hac ziyareti ile ulaşılan manevi yakınlaşmanın kaybedilmemesi veya sakatlanmaması için hac ziyareti sırasında cinsel faaliyetlerde (kadına yaklaşmak) ve günah sayılan davranışlarda bulunulmaması, kavga edilmemesi, hayvan avlanmaması gibi kurallara uyulacaktır. Ayrıca bütün bu süreçte ilgili Ayetlerde belirtildiği gibi günün belirli zamanlarında salat (namaz) ve dualar ile Allah'ın adının anılmasına ve zikredilmesine devam edilecektir.
Yüce Allah "Allah'ın Evi" olarak adlandırdığı "Beytullah'ın" yerini hazırladığını, İbrahim’e Allah'a hiçbir şeyi eş tutmamasını ihtar ettiğini ve ondan bu "Evi" tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için tutmasını ve bu evin tamamlanmasından sonra da İnsanlara burayı ziyaret etmeleri için davet etmesini (haccı ilân et) istediğini bildirmektedir. Böylece insanların bu davete uyarak gerek yaya olarak gerekse onları nice uzak yoldan getirecek binekler (develer) üzerinde, kendilerine ait birtakım yararları yakinen görmeleri ve orada Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları için, Kâbe'ye gelerek "hac" ziyaretinde bulunmaları bütün insanlara iletilmiş olmaktadır.
Bir zamanlar İbrahim'e Beytullah'ın yerini hazırlamış ve “Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut.” (103/26), (22/26)
İnsanlar arasında haccı ilân et ki gerek yaya olarak gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait birtakım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları sana gelsinler. (103/27), (22/27)
Yüce Allah, Ayetlerinde bütün insanların "Ruhlarına" yerleştirdiği ve "Kendi Ruhundan" bir "nefese" benzettiği "üflemenin", insanların "Allah" ile olan “bağını” ve "birlikteliğini" algılamalarını sağladığını ve insanlar için kurulan Mekke'deki "İlk Evin", onların "imanları" için "bereket" ve onları Allah'ın yolu olan "Doğru Yola" ulaştırmak üzere "hidayet" kaynağı olduğunu bildirmektedir. Buna göre Mekke'de insanlar için Adem sonrasındaki dönemlerde kurulduğu anlaşılan ve Ayette "Beyt-i Harem" olarak değinilen bir mabet "kalıntısı" halinde bulunan ve Allah’ın “vahyi” ile İbrahim peygamber ve oğlu tarafından yeniden inşa edildikten sonra da "Allah'ın Evi", "Beytullah", "Mescidi Haram" ve "Kâbe" olarak da anılan bu "İlk Evin" ziyaret edilmesi sırasında Allah ile insanlar arasındaki birlikteliğin "somut" bir şekilde hissedileceği açıklanmaktadır.
"Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem'inin yanında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler." (72/37), (14/37)
Yüce Yaratan ayrıca orada apaçık işaretler (nişaneler) ve İbrahim'in "makamının" bulunduğuna ve oraya girenlerin güvende olacaklarına işaret ederek oranın yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesinin Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkı olduğunu, yani Allah’a inanan ve iman edenlerin Allah’ın belirlemiş olduğu bu "yeri" ziyaret ederek (Hac ederek) Allah'a olan iman ve teslimiyetlerini ifade etmelerini beklediğini bildirmektedir. Bu "gerçeği" yalanlayanların da Allah'ın bu "isteğini" inkâr etmiş olacağına işaret edilmektedir.
Yüce Allah, yaratmış olduğu bütün “şeylerden”, bütün "alemlerden" ve bu arada özellikle insanlardan yardım ve menfaat beklemekten "yüce" olduğunu (müstağnidir) bildirmektedir. Aksine haccın ve Ayetlerde değinilen diğer ibadetlerin insanları ruhen ve manen yüceltmek, Allah katındaki değerini arttırmak için önerildiklerine dikkat çekmekte ve ihtarda bulunmaktadır.
Hac ibadetinin, Kur'an’da belirtilen esaslar dahilinde yapılması gerekmektedir. Buna göre Hac ziyaretinin "tam" olabilmesi için Ayetlerde belirtilen hususların ve uygulamaların yapılması gerekir. Böylece ancak Ayetlerde belirtilen esaslara uyularak ve açıklandığı şekilde yapılan hac ibadeti Allah'ın işaret ettiği gibi yapılmış olacaktır.
Ancak, Hz.Muhammed'den hemen sonraki dönemlerden itibaren "Mezhep" olarak tanımlanan görüş farklılıklarının ortaya çıktığı görülmektedir. Mezhepler, Kur'an Ayetlerinin anlaşılması ve yorumlanması ve bunlara göre bazı uygulama "kurallarının" oluşturulmasında, diğer bir ifade ile "İslam’ın" ve "Müslümanlığın" yorumlanmasında "kendine özgü" yaklaşımlarda bulunarak bu yaklaşımlar etrafında "düşünce sistemleri" oluşturmuşlardır. Buna göre her mezhep kendi yaklaşımının en doğru olduğunu ileri sürmektedir. Ancak Ayetlerde "asıl unsurlar" olarak yer alan ve Allah ve "Muhkem" hükümler dışındaki Ayetler ile ilgili olarak yapılan yorum farklılıkları nedeniyle "İslam'ın” zarar görmemesi açısından, her mezhebin yorum ve uygulamalarının "geçerli" olduğu, bütün mezheplerce kabul edilmiş bulunmaktadır. Bu ilk dönemlerde Hasan-ı Basrî, Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel gibi "âlimlerin" fikir açıkladıkları eserler verdikleri, bu görüşlere göre Hanefi, Maliki, Şafi, Hanbeli olmak üzere dört ana mezhebin bulunduğu, ancak daha sonraki zamanlarda bir kısmını İslam açısından önem taşımayan hatta hiçbir "değeri" bulunmayan çok sayıda mezhep görüşlerinin ortaya çıktığı da bir gerçektir. Mezhepler konusunda “Mezhep, Tarikat, Cemaat” bölümünde ve aşağıdaki kaynaklarda ayrıntılı açıklamalar bulunmaktadır.
MEZHEP - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Uydurulan Din ve Kuran’daki Din, İstanbul Yayınevi, ISBN: 978-605-88082-5-6 Sayfa 156
Ülkemizde "Hanefi" mezhebi görüşleri çoğunlukla kabul edilmiş olduğundan, hac ile ilgili olarak Diyanet İşleri tarafından yapılan açıklamalarda ve İslam Ansiklopedisi gibi yayınlarda öncelikle bu mezhep görüşlerine göre yorum yapılmaktadır. Buna göre İslam Ansiklopedisinde Hac ziyaretinin tanımı tarihi ve yapılış biçimleri ile ilgili olarak özetle aşağıdaki açıklama bulunmaktadır.
"Hac Arafat’ta ve Müzdelife’de vakfe, Mina’da şeytan taşlama ve kurban kesme, Kâbe’yi tavaf etme, Safâ ve Merve tepeleri arasında sa‘y gibi tarihî ve sembolik anlamları olan ve Mekke civarındaki farklı mekânlarda icra edilen birden fazla ibadeti (menâsik) bünyesinde barındırır. Ayrıca ihram, telbiye, zikir, namaz, sadaka, sabır ve hac sırasında uyulması gereken yasaklara riayet gibi müminlere ruhî derinlik ve disiplin kazandıran pek çok ibadet ve davranışın belirli bir süre boyunca yoğunlaştırılmış olarak yerine getirilmesiyle hac ibadeti tamamlanır."
"Haccın Âdem’e kadar uzanan bir geçmişi vardır. Şît’in peygamberliği sırasında onardığı Kâbe, Nuh tûfanının ardından uzunca bir süre kumlar altında kalmış ve nihayet İbrâhim ile oğlu İsmâil tarafından eski temelleri bulunarak yeniden inşa edilmiştir. İbrâhim hac ibadetinin unsurlarını (menâsik) tespit ederek Kâbe’nin her yıl ziyaret edilmesini sağlamış ve oğlu İsmâil’i orada bırakıp Filistin’e dönmüştür; o tarihten sonra gelen peygamberler ve onların ümmetleri de Kâbe’yi ziyaret etmişlerdir. Hz.Muhammed’e (s.a.v.) inen hac ile ilgili âyetler ve onun Veda haccındaki uygulamaları hac ibadetine son şeklini vermiştir."
"Hac eda edilişi bakımından ifrad, temettu‘ ve kırân şeklinde üçe ayrılır. İfrad haccı, umre yapmaksızın sadece hac menâsikini yerine getirmek suretiyle ifa edilir. Temettu‘ haccında umre yapıldıktan sonra ihramdan çıkılır, ardından aynı dönemde tekrar hac için ihrama girilerek hac menâsiki eda edilir. Kırân haccında ise ihrama girerken hem umreye hem de hacca niyet edilir ve aynı ihramla her iki ibadet yerine getirilir."
HAC - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Bu bilgiler çerçevesinde hac ibadetinin yapılışına göre şekilleri ve yapılış esasları genel olarak aşağıdaki gibi kabul edilmektedir. Buna göre,
1. İfrad Haccı: Umresiz yapılan hac demektir. Hacı adayı ihrama girerken sadece hacca niyet eder ve hac vazifelerini yerine getirir. İfrad haccı yapanlara kurban kesmek vacip değildir.
2. Temettü Haccı: Umre ve haccı ayrı ayrı ihrama girerek yapmaktır. Hacı adayı önce umre için ihrama girip umre vazifelerini yapar ve ihramdan çıkar. Günü gelince yeniden ihrama girerek hac vazifelerini yerine getirir. Temettü haccında kurban kesmek vaciptir.
3. Kıran Haccı: Umre ve haccı bir ihramda yapmaktır. Hacı adayı ihrama girerken hem umre hem de hacca niyet eder. Önce umreyi yapar fakat ihramdan çıkmaz, sonra da haccı yapar. Kiran haccında da kurban kesmek vaciptir.
Öte yandan Ayetlerdeki açıklamalara göre çok önemli bir "ibadet" olan hac ziyaretinin "geçerli" olabilmesi için gerekenler konusunda mezhepler arasında farklılıklar bulunmaktadır. Örneğin Haccın Farzları, Vacipleri ve Sünnetleri ilgili farklılıkları İslam Ansiklopedisinde şöyle özetlenmektedir.
"Hanefîler’e göre haccın ihram, Arafat vakfesi ve ziyaret tavafı olmak üzere üç farzı vardır. Hac, bu farzların sıraya uygun olarak yerine getirilmesiyle eda edilir. Hanefî fakihleri bunlardan ihramı şart, diğerlerini rükün yani aslî unsur olarak kabul ederler. İhrama girildikten sonra iki rükün eda edilmedikçe hac tamamlanmaz ve dolayısıyla ihramdan çıkılmaz. Buna göre Arafat’ta vakfenin zamanını geçiren kimse o yıl hac yapma imkânını kaybeder, daha sonra yarım bıraktığı haccını kazâ etmesi gerekir. Mâlikîler’e göre bu üç farz yanında sa‘y de farzdır ve dördü birden haccın rükünlerini oluşturur. Şâfiî âlimleri, bu dört farza saçları kısaltmayı veya tıraş etmeyi, rükünleri yerine getirirken bir kısmında sıraya uymayı da ilâve ederler. Yine bu âlimlere göre sıraya uyma hariç farzların hepsi rükündür. Sıranın da rükün olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi şart olduğunu söyleyenler de vardır. Hanbelîler’de ise değişik bazı görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan birine göre haccın rükünleri Arafat’ta vakfe ve ziyaret tavafından ibaretken bir diğerine göre ihram da rükünler arasında yer alır. Başka bir görüş bunlara sa‘yi de ilâve eder ve rükünleri dörde çıkarır."
HAC - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Ancak yukarıda değinildiği gibi her mezhebe göre yapılan uygulamaların "geçerli" olduğu kabul edilmektedir.
Ayrıca "Bilinen Aylar" dışında da Kâbe ziyaret edilmektedir. Bu şekilde "hac" niyeti olmadan yapılacak ziyaretler "Umre" olarak tanımlanmaktadır. İslam Ansiklopedisindeki tanımlamaya göre umre "İhrama girerek Kâbe’yi tavaf edip Safâ ile Merve arasında sa‘y yapmayı" ifade etmektedir ve uyulması gereken kurallar bakımından hac ve umrenin birçok ortak noktası bulunmaktadır.
Buna göre "Hanefi" mezhebinde umre ziyaretinde hac ziyareti ile ilgili olarak ihram, tavaf ve say (s'ay) konularında yer alan açıklamaların dikkate alınması ve bu uygulamaların yerine getirlimesi gerekmektedir.
UMRE - TDV İslâm Ansiklopedisi
İlgili Ayetlerde Yüce Allah “Hac” için Kâbe’ye yapılacak ziyaretlerin "Allah" için ve "Tam" olarak yapılmasını bildirmektedir. Ancak söz konusu ziyaretler için yola çıkmış olan veya Kâbe’de bulunmasına rağmen hastalık, salgın, savaş veya bu ziyaretin yapılmasının imkânsız hale getirilmesi ile bundan alıkonulan insanların, güçlerinin yettiği (kolaylarına gelen) bir "kurbanı göndermeleri" gerektiğine işaret edilmektedir.
Bu arada inkâr edenlerin insanları Allah'ın yolundan ve Allah'ın bütün insanlara eşit olarak "ibadet yeri" kıldığı Mescid-i Harâm'dan (Kâbe) alıkoyan, kurbanların yerlerine ulaşmasını meneden ya da alıkoymaya kalkanların zulmederek doğruluktan (Haktan) saptıklarına işaret edilmekte ve Allah'ın onlara acı "azabı" tattıracağı bildirmektedir.
İnkâr edenler, Allah'ın yolundan ve -yerli, taşralı- bütün insanlara eşit kıldığımız Mescid-i Harâm'dan alıkoymaya kalkanlar kim orada zulüm ile haktan sapmak isterse ona acı azaptan tattırırız. (103/25), (22/25)
Onlar, inkar eden ve sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını menedenlerdir. (111/25), (48/25)
Öte yandan İman edenlerin "inkarcıların" kendilerini Mescid-i Harâm'ı ziyaretten alıkoyma çabası içinde olmaları nedeniyle kuşku ve tereddüt duymamaları, zira Allah’ın iman edenlerle beraber olduğu ve onları koruyup destekleyeceği bildirilerek hac ziyaretlerini güvenle yapmalarının engellenemeyeceği açıklanmaktadır.
Allah, iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder. (103/38), (22/38)
Kurban gönderilmesi, kurban edilecek hayvanın kişinin bulunduğu yerden Mekke'ye gönderilmesi olarak düşünülmemelidir. Kurban edilecek hayvanın (Koyun, Keçi, Sığır veya Deve) alınması için Mekke'de bulunacak bir "vekilin" bu kişi adına "vekaleten" kurbanı alarak kesimini yapmasının sağlaması, "Kurban’ın gönderilmesi" işleminin yerine getirilmesini sağlayacaktır. Bu durumda vekaleti alan kişinin adına Kurban'ı alıp kurban işlemini yerine getirdiğini ilgili kişiye bildirmesi gerekmektedir. Umre ve hac ziyaretlerinden "alıkonulan" kişinin kurban kesilinceye (yerine varıncaya) kadar saç tıraşı yapmaması istenmektedir. Buna göre kişi ancak kurban işleminin yapıldığı haberini alınca saç tıraşı yaparak "ibadetini" tamamlamış olacaktır. Saç tıraşının hastalık veya başından bir rahatsızlığı nedeniyle yapılamaması durumunda da oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere "fidye" gerektiği bildirilmektedir. Buna göre verilecek "fidyenin" cinsi ve tutarının kişinin gücüne göre "kendisi" tarafından belirleneceği anlaşılmaktadır.
Hac ziyaretinin yapılmasında bir engel veya tehlikenin bulunmadığı zamanlarda insanlar hac günlerine kadar yani hac için niyet edilmesine (adak verilmesine) kadar umre yapmak isterlerse yani umre ziyareti yaptıktan bir süre sonra hac ziyareti için niyetlenirlerse veya umre ve hac ziyaretlerine birlikte niyetlenerek peş peşe yaparlarsa, hac ziyaretinin son aşamasında gücünün yettiği (kolayına gelen) bir kurban kesmesinin gerektiği bildirilmektedir. Bu durum yukarıda haccın şekillerinde "Temettü Haccı" ve "Kıran Haccı" olarak tanımlanmaktadır. Bu şekilde hacca niyetlenmesine rağmen kurban kesmeyen ve ailesi Mescid-i Haram (Kâbe) civarında oturmayanların hac günlerinde üç ve memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere on gün oruç tutmalarının gerektiği bildirilmektedir. Bu açıklamalar çerçevesinde hac ziyaretinden önce veya hac ziyareti ile birlikte "umre" ziyaretinde bulunmayanların hac ziyareti ile ilgili olarak kurban kemelerinin "gerekmediği" anlaşılmaktadır. Bu hac şekli de yukarıda belirtildiği gibi "İfrad Haccı" olmaktadır.
Ayetlerde yapılan açıklamalar ile, her ibadet için olduğu gibi, hac ibadetinin de sadece Allah için ve Allah'ın isteği olarak yerine getirilmesinin gerektiği bir defa daha hatırlatılmaktadır. Zira Allah'tan başka bir şeye ibadet edilmesinin hiçbir "anlamının" bulunmadığı ayrıca "Yaratılışın" ruhuna aykırı bulunduğu ve "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah'a karşı "değer bilmemek" olduğu unutulmamalıdır.
Hac ibadetinin yapılacağı zaman Ayette "Bilinen Aylarda" olarak tanımlanmaktadır.
Hac, bilinen aylardadır. (87/197), (2/197)
Ayetlerde bunun dışında söz konusu ayların hangileri olduğuna dair açık ifadeler yer almamaktadır. Bu durum dikkate alındığında “Hac” ziyaretinin bir ibadet olarak İbrahim Peygamber sonrasından itibaren onun ilettiği “İslam” inancı kapsamında başladığı ve Hz.Muhammed zamanına kadar Arap toplumu tarafından sürdürüldüğü anlaşılmaktadır. Bu durumda Ayette belirtilen “bilinen Ayların” öteden beri Arap toplumunda hac ziyareti ve ticari faaliyetin yapıldığı Zilkade Ayları ile Zilhicce ayının ilk on günü olarak belirlenen bir zaman dilimine işaret ettiği anlaşılmaktadır.
Nitekim “Müslüman” olmalarından önceki Arap toplumunda da “Haram Aylar” olarak adlandırdıkları bu aylarda savaş yapılmadığı ve genellikle ticari faaliyetler ile Hac ziyareti yapıldığı tarihi kaynaklarda belirtilmektedir. Ayrıca o dönemlerdeki Hac ziyaretlerinde bugün uygulananlar ile hemen hemen aynı şekilde uygulamaların yapıldığı görülmektedir.
"Hac islam öncesi toplumunda da icra edilen bir tapınma şekliydi. Araplar Haram aylar adını verdikleri ve nesi' uygulamasıyla yılın hep aynı mevsimine denk getirdikleri belirli aylarda (zilkade, zilhicce, muharrem) savaş yapmazlar ve bu ayları hac, panayır ve ticaret için kullanırlardı. Araplar bu hac sırasında Kabeyi ve kutsal yerleri ziyaret eder, ilahları telbiyelerle yüceltir, kurbanlar keserek kanlarını onlara sürerler, etlerini de diğer ziyaretçilere dağıtırlardı. Araplar Hacer'ül esved'e de büyük saygı duyarlar, Safa ve Merve tepelerinde bulunan putları da ziyaret ederlerdi.[3][4]"kurbanlar keserek kanlarını onlara sürerler, etlerini de diğer ziyaretçilere dağıtırlardı. Araplar Hacer'ül esved'e de büyük saygı duyarlar, Safa ve Merve tepelerinde bulunan putları da ziyaret ederlerdi."
Hac (İslam) - Vikipedi (wikipedia.org)
Bayyiğit, Mehmet (1998). Sosyo-kültürel yönleriyle Türkiye'de hac olayı. Türkiye Diyanet Vakfı. ISBN 978-975-389-326-8.
http://www.diyanet.gov.tr/kuran/default.asp
Diyanet İşleri Başkanlığı tefsirinde hac ibadetinin yerine getirilme zamanı ve nasıl yapılacağının Hz.Muhammed’in uygulamasıyla belirlendiği açıklanmaktadır.
“Yaygın yoruma göre “bilinen aylar”dan maksat, Şevval ve zilkade aylarıyla zilhiccenin ilk on günüdür (ramazandan sonraki iki ay on gün). Bu döneme “hac mevsimi” denir. Görüldüğü gibi âyetin hükmü geneldir (âm); yani hac ibadetini meydana getiren fiillerin bu süre içinde ne zaman yapılacağına ilişkin bir belirleme yoluna gidilmemiştir. Bu belirlemeyi Hz. Peygamber yapmış, İslâm ümmeti de asırlar boyu bu uygulamayı devam ettirmiştir. Resûlullah “Vedâ haccı” denilen hayatının ilk ve son haccından bir yıl önce, hicretin 9. yılı Zilhicce ayında (Nisan 631) Hz. Ebû Bekir’i hac emîri tayin ederek 300 müslümanla birlikte Mekke’ye gönderdi. Hz. Ebû Bekir, o yılın hac günlerinde müslümanlara haccın esaslarını öğretti. Ertesi yılın 25 Zilkadesi’nde (22 Şubat 632) büyük bir müslüman kitlesiyle hac yolculuğuna çıkan Resûlullah, Zilhicce’nin 4. günü Mekke’ye ulaştı. Bu sırada muhtelif bölgelerden gelen müslüman hacı adaylarının sayısı 100.000’i aşmıştı. Hz. Peygamber, yanındaki müslüman kitleyle birlikte 5, 6 ve 7 Zilhicce günleri Mekke’de kaldı. Bu esnada kudûm (Mekke’ye ilk geliş) tavafı yaptılar, makam-ı İbrâhim’de iki rek‘at namaz kıldılar, Safâ ile Merve arasında sa’y yaptılar. 8 Zilhicce’de Mina’ya gidildi; 9 Zilhicce sabahı Müzdelife üzerinden Arafat’a geçildi ve vakfe yapıldı (bu, haccın rükünlerindendir). Hz. Peygamber burada ünlü Vedâ hutbesini irat etti. Hutbe aynı anda ağızdan ağıza Arafat’taki bütün müslümanlara aktarıldı. Daha sonra Müzdelife’ye inildi ve âyette de anılan Meş‘ar-i Harâm’da istirahat edildi. 10 Zilhicce sabahı Cemretü’l-Akabe’ye varıldı, yedişer taş atıldı (şeytan taşlandı). Resûlullah’ın Mina’da da bir hutbe okumasından sonra kurban kesimi yerine gidilip kurbanlar kesildi. Bütün müslümanlar tıraş olup ihramdan çıktılar; Kâbe’ye gidip tavâf-ı ifâda yaptılar (buna ziyaret tavafı da denir; haccın rüknü olan tavaf budur). Sonraki teşrik günlerinde Mina’ya gidilerek cemreler tamamlandı. Beşinci günü sabah namazından önce vedâ tavafının yapılmasıyla hac ibadeti tamamlanmış oldu.”
“İşte âyette “Hac, bilinen aylardadır” buyurularak genel bir ifade ile anılan hac ibadetinin yerine getirilme vakti, bizzat Hz. Peygamber’in bu uygulamasıyla tam olarak tayin ve tesbit edilmiş oldu, bugüne kadarki bütün uygulamalar da bu şekilde sürdürüldü.”
Bakara Suresi 197. Ayet Tefsiri - Diyanet İşleri BaşKanlığı
Bu durumda Arapların hac ve ticaret için Zilkade, Zilhicce ve Muharrem olarak belirledikleri “Haram Aylarının”, Hz.Muhammed tarafından Şevval ve Zilkade aylarıyla Zilhiccenin ilk on günü olarak belirlendiği ve bu dönemi “Hac Mevsimi” olarak tanımladığı, böylece Hac mevsimi ile ilgili bu uygulamanın Hz.Muhammed’in yapmış olduğu bu belirleme ile hep aynı aylarda olmak üzere (Nesî) asırlar boyu devam ettirildiği açıklanmaktadır.
Bakara Suresi 197. Ayet Tefsiri - Diyanet İşleri BaşKanlığı
NESÎ - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Öte yandan bir diğer Ayette “Haram Aylar” konusunda ayrıca açıklamalar bulunmaktadır. Buna göre iman edenlere gökleri ve yeri (Evren'i) yarattığı sırada (günde) değişmeyecek bir düzen olarak güneş ve ayın yeryüzündeki seyrini "İradesi" ile (Allah katında) takdir ettiğini, buna göre ayların sayısının (Allah'ın yazısına göte) on iki olup bunlardan dördünü "savaşılmaması" gereken "haram aylar" olarak belirlediğini, bunun asla değişmeyecek en "doğru hesap" olduğunu hatırlatmaktadır.
Söz konusu “Haram Aylar” Diyanet ve Muhammed Esed tefsirinde Muharrem, Receb, Zilkade ve Zilhicce olarak açıklanmakta, Diyanet tefsirinde ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.
Tevbe Suresi 36-37. Ayet Tefsiri - Diyanet İşleri BaşKanlığı
Muhammed Esed tefsiri indir - Google'da Ara
Buna göre "haram" aylarda Allah'ı inkâr eden veya ortak koşan müşriklerin (inanmayanların) kendilerine savaş açmaları halinde, müminlerin "haram" aylarda yasaklandığını düşünerek savaştan kaçınmamaları, böylece kendilerine zulmetmemelerini ve müşrikler onlarla nasıl topyekûn savaşıyorlarsa onların da müşriklere karşı topyekûn savaşabilecekleri bildirilmekte ve Allah'ın inananlar ve karşı gelmekten sakınanlarla beraber olduğunu hatırlatılmaktadır.
Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu doğru hesaptır. O aylar içinde kendinize zulmetmeyin ve müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın ve bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir. (113/36), (9/36)
İman edenlere Hz.Muhammed döneminden önce Arap Kabilelerinin yaptıkları gibi, çeşitli bahanelerle Allah'ın haram kıldığının sayısını bozmak suretiyle Allah'ın belirlediği "haram ayları" ertelemeleri veya Allah'ın haram kıldığını helal kılmak için bir yıl helal bir yıl da haram sayarak ya da benzer şekilde "değişiklikler" yapmaları halinde, sadece kafirler gibi davranmış olacakları ve bunun "kafirlikte ileri gitmek" olduğu belirtilmektedir. Buna göre ancak "kafir" olanların böylece "saptırılmış" olacakları açıklanarak onların bu kötü işlerinin kendilerine güzel gösterildiği ve Allah'ın kafirler topluluğunu doğru yola (hidayete) erdirmeyeceği iman edenlere hatırlatılmaktadır.
Haram ayları ertelemek, sadece kafirlikte ileri gitmektir, çünkü onunla, kafir olanlar saptırılır. Allah'ın haram kıldığının sayısını bozmak ve Allah'ın haram kıldığını helal kılmak için bir yıl helal sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. Onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kafirler topluluğunu hidayete erdirmez. (113/37), (9/37)
Ancak Ayette "bilinen aylarda" olarak belirtilen hac zamanı konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Örneğin Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde özetle aşağıdaki açıklama yapılmaktadır.
“Hac bilinen aylardır. Yani haccın vakti öteden beri insanlar arasında belli olan aylardır. İslâm şeriatı, bu belli ayları değiştirmemiş, fakat cahiliye devri Arapları "Nesî" dedikleri usûl ile bazan hac mevsimlerini değiştirdiklerinden dolayı, bilinen vaktin aslını tesbit edip iyice yerleştirmiştir. Bu bilinen aylar, Şevval ve Zilkâde ayları ile Zilhicce ayının onuna kadar olan süredir. İbnü Abbas, İbnü Ömer, Nehaî, Şa'bî, Mücâhid ve Hasenü'l-Basrî hazretleri, onuncu gününün de dahil olduğunu açıklamışlardır ki Hanefî mezhebinin görüşü de budur. Haccın son bir rüknü olan ziyaret tavafı bugün yapılır. Bununla beraber İmam Şâfiî, Zilhiccenin ancak dokuzunu saymış; Arafat'ta vakfeye yetişemeyenin, kurban kesme günü olan onuncu günü, imsak vaktinin girişi ile, haccının geçmiş olacağını düşünerek bugünü hac vaktinden saymamıştır.”
KUR'AN-I KERİM,ELMALILI TEFSİRİ: BAKARA SURESİ (197-286 AYETLER)
Buna göre, Hac ibadetinin zamanı Ramazan ayını takip eden Şevval ve Zilkade ayları ile sonraki Zilhicce Ayının onuncu gününe kadar olan süre olmaktadır. Hac ibadetinin Ayetlerde yer alan konulara dikkat edilerek Şevval ayı başından itibaren yapılabileceği, ancak, bu ibadetin asıl unsuru olan Arafat Vakfesinin (Duruş ve Allah'a yalvarış) Zilhicce Ayının 9 uncu gününde ve Kurban kesme ile ziyaret tavafının (Veda Tavafı) ise 10 uncu gününde yapılarak Hac ibadetinin tamamlanacağına işaret edilmektedir.
Bu açıklamaya göre Hac ziyaretinin Ayetlerde belirtilen “Bilinen” aylarda (Şevval ve Zilkade ayları ile sonraki Zilhicce Ayının onuncu gününe kadar) yapılabileceği anlaşılmakta, ancak “vakfe duasının” ve “veda tavafının” mutlaka “belli günlerde” yapılması gerektiği ifade edilmekte, buna karşılık “vakfe duasının” ve “veda tavafının” yapılacağı “gün” Ayetlerde belirtilmemektedir.
Bu nedenle Hz.Muhammed’in yaptığı hac ziyareti sırsındaki uygulamaları dikkate alınarak yaklaşık iki günlük kısa bir süreye sıkıştırılmaktadır.
Ancak Hac ziyaretinin zamanı ve ona bağlı olarak yapılacak uygulamalar ile ilgili olan Ayetlerin değerlendirilmesinde bazı görüş farklılıklarının bulunduğu görülmektedir. Özellikle hac ibadetinin Kur'an’daki "bilinen aylarda" açık hükmüne rağmen sadece "belli günlerde" yapılacağının belirtilmemesi tartışmaya açık bir durum olmaktadır. Bu duruma bir örnek olarak İlahiyat Profesörlerinden olan Yaşar Nuri Öztürk tarafından hac ziyaretinin iki günlük bir süreye "sıkıştırılmasının" gerekli olmadığı bildirilmektedir.
“Haccı iki güne sıkıştırmak, Kur'an ve sünnette dayanağı olmayan bir inattan başka şey değildir. Ve ne yazık ki o inadı savunmak için Peygamber âlet edilmektedir. Daha doğrusu Kur’an'a aykırılığı geçerli kılmak için Kur'an'ı tebliğ eden nebi araç yapılmaktadır. Bir de şu söylenmektedir: "Haccın ifası için Arefe günü gerekir. Çünkü Arafat'ta vakfe, haccın Kur'ansal şartlarındandır ve o vakfe, ancak Arefe günü yani kurbanbayramına ön gelen gün yapılır". Arafat'ta vakfenin haccın Kur'ansal şartlarından biri olduğu doğrudur ama Kur'an bu vakfenin hangi gün yapılacağına ilişkin bir kayıt koymamıştır. Haccı, anılan üç ayın hangi gününde yaparsanız vakfenizi de o günde yaparsınız.”
https://archive.org/details/KurannTemelKavramlarrIYasarNuriOzturkMETIN/page/n355/mode/1up/search/353
Bu görüş dikkate alındığında hac ziyaretinin hac konusundaki Ayetler çerçevesinde Ramazan ayını takip eden ve "haram aylar" oldukları belirtilen Şevval, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarını kapsayan dönem içinde olmak üzere, ziyareti yapacak olan kimsenin uygun olacağı "herhangi bir zamanda" yapılması mümkün olacaktır. (Haram Aylar ve Bilinen Aylar ile ilgili olarak daha ayrıntılı yorum ve açıklamalar "Uydurulan Din ve Kuran’daki Din" kitabında incelenmektedir. İstanbul Yayınevi, ISBN: 978-605-88082-5-6 Sayfa 443)
Buna göre hac ziyaretinin uygulama akışı, Ayetlere dayalı olarak ve "haram ayları" kapsayan dönem içinde "herhangi bir zamanda" yapılmak üzere, aşağıdaki gibi düzenlenebilecektir.
-
Hac için niyet edilecek (adak adanacak), "Arafat" bölgesine gidilerek Allah anılacak (tesbih edilecek) ve Allah'na "Dua" edilecektir (Vakfe).
-
Arafat'ta Allah'a "Dua" edilmesinin sonrasında Müzdellife bölgesine (Meş'ar-i Haram) gidilerek burada da gece sabaha kadar olan sürede, Allah'ın lütfettiklerine teşekkür edilerek Allah'ın büyüklüğünün ve eşsizliğinin "anılması" ve Allah'a olan "teslimiyetin" ifade edilmesi ile dua edilecektir.
-
Daha sonra da Meş'ar-i Haram olarak anılan yerde bulunan "Mina" bölgesinde, Ayetlerde kurban kesmesinin gerekli olduğu bildirilenler tarafından (Temettü ve Kıran haccı için niyetlenenler) kurban kesilmesi ile ilgili hükümler yerine getirilecek ve kurban kesimi yapılıncaya (yerine varıncaya) kadar saç kesilmeyecektir. Kurban etinden kendilerinin yemeleri için ve yoksula ve fakire de payları verilmesi için "paylaştırma" yapılacaktır.
-
Sonra da "saç traşı yapılacak", o Eski Ev'i (Kâbe) ve "dilerse" Safa ve Merve tepeleri tavaf edilecek (Sa'y) ve bu aşamada hac ziyareti (ibadeti) yapma niyeti (adaklarını) yerine getirilmiş olacaktır.
-
Böylece hac ziyareti (ibadeti) Allah için "tam" olarak tamamlanmış olmaktadır.
Hac ziyaretinin buna göre yapılması durumunda Arafat tepesindeki Arafat duasının (vakfe), Müzdellife'de bugünün gecesinde "sabaha kadar" dua edilmesinin, kurban kesmesi gerekenlerin de kurban kesmeleri ve saç traşı işlemlerinin ve sonrasındaki "ziyaret tavafının" haccı yapanların "bilinen aylarda" bu özel yerlerde "bulundukları zamanlarda" yapılması söz konusu olacaktır. Böylece bu bölgelerdeki duaların ve bu dualardan sonraki kurban işleminin, yapılacak "bu" değişikliklerle, "Bilinen Aylar" içerisindeki "günlerde" yapılması ile buralarda oluşan yığılmalar nedeniyle karşılaşılan zorluk ve sorunların giderilebileceği düşünülebilir.
Öte yandan, hac ibadetinin "Bilinen Aylarda" ancak değişik zamanlarda yerine getirilmesi sonucunda bazı uygulamalarda da değişikliklerin yapılması gerekebilecektir. Bu durumda "Bilinen Aylarda" ancak değişik zamanlarda hac ibadetini yerine getirenlerden ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanların, Ayetlerde belirtilen uygulamaları tamamladıktan sonra ülkelerine döndükleri için, Zilhicce ayının onuncu günü olarak belirlenmiş olan "Kurban Bayramı" sırasında Mekke'de olmaları mümkün olmayacaktır. Bu durumda Ramazan Bayramı kutlamalarında olduğu gibi, Bayramı günü geldiğinde ülkelerinde veya evlerinde "Bayram" kutlayacaklardır. Ancak dileyenler, Arafat ve Müzdellife dualarını tamamladıktan ve kurban kesmeleri gerekenlerin kurban kesme ve saç tıraşı işlemlerinden sonra, bayram zamanına kadar ülkelerine dönmeyerek Bayramı Mekke'de kutlayabileceklerdir.
Bu durum dikkate alınarak ve Ayetlerde yer alan “Bilinen Aylarda” ifadesinden Hac ziyaretinin bu ayları kapsayan bir zaman dilimi içerisinde yapılmasının mümkün olduğu düşünülerek Haccın “Bilinen Aylar” içerisinde herhangi bir zamanda yapılmasının mümkün olup olmadığı konusunda Diyanet İşleri Başkanlığına yapılan başvurumuza gönderilen cevap aşağıdaki gibidir.
“Hac ayları, Hicrî takvime göre Şevval, Zilkade ayları ile Zilhicce ayının ilk 10 günüdür. Bu günlere hac ayları denmesi, hac menasikinin (belli usul ve sıraya göre) yerine getirilmesi bakımından değil, haccın şartı olan ihramın bu zaman dilimi içerisinde gerçekleşmesinin zorunlu olması itibariyledir. Bu süre içerisinde ihrama girmeyen kişi, zamanında hacca başlayamadığı için, o yıl haccı kaçırmış olur. Hac yapacak kişinin, hac ayları içerisinde ihrama girerek hacca başlaması gerekir. Haccın rükünlerinden olan Arafat vakfesi, Zilhiccenin 9. günü zevalden itibaren başlayıp 10. günü tan yerinin ağarmasına kadar devam eden süre içerisinde yapılır. Aynı gece güneş doğuncaya kadar Müzdelife vakfesi de yapılmalıdır. Haccın vaciplerinden olan Şeytan taşlamanın (remy-i cimârın) zamanı, Zilhiccenin 10, 11, 12 ve 13. günleridir. Haccın diğer rüknü olan ziyaret tavafının vakti ise, Arafat vakfesinden sonra başlayıp ömrün sonuna kadar devam eder. Sünnete uygun olan ziyaret tavafının bayramın ilk üç gününde yapılmasıdır. Ancak, daha sonraki günlerde de yapılabilir.”
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/204/197-ayet-tefsiri
https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/553/hac-aylari-hangileridir-
Ayetin Diyanet tefsirinde de neyin zamanda yapılacağının Hz.Muhammed tarafından belirlendiğine işaret edilmekte ve bu uygulamanın dışına çıkılmasının doğru olmadığı açıklanmaktadır.
"İşte âyette “Hac, bilinen aylardadır” buyurularak genel bir ifade ile anılan hac ibadetinin yerine getirilme vakti, bizzat Peygamber’in bu uygulamasıyla tam olarak tayin ve tesbit edilmiş oldu, bugüne kadarki bütün uygulamalar da bu şekilde sürdürüldü. Bu sebeple âyette geçen “Hac, bilinen aylardadır” şeklindeki mutlak ifadeye bakarak, bu ibadetin belirtilen iki ay on günlük müddet içinde başka günlerde de ifa edilebileceğini veya bazı güçlükleri azaltmak ya da ortadan kaldırmak için bu süre içinde farklı zamanlara yayılabileceğini düşünmek, bizzat Peygamber’le Hulefâ-yi Râşidîn’in ve bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün müslüman bilginlerin görüşlerine ve 1400 seneyi aşkın bir süredir yürütülen uygulamaya aykırıdır. Doğabilecek güçlükleri ortadan kaldırmak için yeterli imkânların mevcut olduğu bügünkü şartlarda böyle bir değişiklik gereksizdir, yanlıştır. Ayrıca yapılacak değişikliğin, bu ibadetin –yukarıda önemi ve değeri bir ölçüde ifade edilen– dinî, ahlâkî, sosyal, siyasî işlevini de zayıflatacağında kuşku yoktur."
Bakara Suresi 197. Ayet Tefsiri - Diyanet İşleri BaşKanlığı
Buna göre, "Hulefâ-yi Râşidîn" olarak tanımlanan Dört Halife döneminde Hz.Muhammed'in uygulamaları ve "hatırlandığı kadarı ile" yaptığı "açıklamaların" esas alınarak ve ilgili Kur'an Ayetleri "yorumlanarak" hemen her konuda "uygulama esasları" belirlendiği (fıkıh) ve daha sonraki yorumlamalar ile bazı "değişikliğe" uğramalarına rağmen bu yorumların "genel olarak" günümüze kadar sürdürüldüğü anlaşılmaktadır.
Bu durumda yukarıda belirtilen "yorumlarda" görüldüğü gibi, Kur'an’da hac ziyaretinin zamanlaması ile ilgili olarak "Bilinen Aylarda" dışında bir "ayrıntı" bulunmaması ve Hz.Muhammed'in "bir defa" olarak yapmış olduğu hac ziyareti dikkate alınarak, "Dört Halife" döneminde Arafat Duasının (Vakfe) ve hac tavafının mutlaka belli olan iki günlük sürede (Zilhiccenin 9 ve 10 günleri) yapılmasının "doğru" olduğu kabul edilmiş olmaktadır ve bu uygulama halen sürdürülmektedir.
Hacca niyet edilerek yapılacak ziyaret (Hac) sırasında çeşitli ülkelerden gelmiş olanların "ticari" ilişkilerde bulunmalarının "günah" olmadığına da işaret edilmektedir. Zira Müslümanların önceki dönemde “barış dönemi” sayıldığı için aynı zamanda bir ticaret mevsimi olan “haram aylar” diye anılan ve hac mevsiminde (zilkade, zilhicce, muharrem ayları) günah olacağı kaygısıyla ihrama girdikten sonra alışverişle meşgul olmamaları üzerine, böyle bir endişeye kapılmalarının gereksiz olduğu, “meşruiyet çerçevesinde” ihramlı iken de Allah’tan gelecek bir lütfu aramalarında (ticaret yapmalarında) herhangi bir sakınca olmadığı (günah yoktur) bildirilmektedir.
Rabbinizden gelecek bir lütfu aramanızda size herhangi bir günah yoktur. Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin ve O'nu size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden idiniz. (87/198), (2/198)
Sonra insanların aktığı yerden siz de akın. Allah'tan mağfiret isteyin. Çünkü Allah affedici ve esirgeyicidir. (87/199), (2/199)
Buna göre Müslümanların “Arafat” bölgesinde bir araya gelerek ne kadar “güçlü” olduklarını görmeleri ve bilgi ve deneyimlerini paylaşmaları sağlanmakta, ayrıca “ihrama” girdikten (Hacca niyet edildikten) sonra ticaret yapmalarının “günah” olmadığına ve alışverişle meşgul olmalarında sakınca bulunmadığına işaret edilmektedir. Ayette Arafat ziyaretinde yapılacak “Arafat Duasından” sonraki (Vakfe) aşamalar da belirtilmekte ve Müslümanlardan Allah’ı önceden “sapmışlar” arasında oldukları halde onları kurtuluşa (hidayete) erdiren olarak anmaları istenmektedir. Bu açıklamalar ile asıl amacın Allah'ın "zikredilmesi ve "anılması" olduğu hatırlatılmaktadır.
Ayetlerde Arafat'a yapılacak ziyaretin "özel olarak belirlenmiş" olan bir "Günde" yerine getirileceği konusunda bir açıklama bulunmamaktadır. Bu nedenle Arafat'ta "Dua" edilmesinin zamanının ve şartlarının Hz.Muhammed’in hac ziyareti sırasında yaptığı uygulamalara göre belirlendiği anlaşılmaktadır. Bu anlamda Hz.Muhammed'in gösterdiği önemli bir uygulama (sünnet) olan bu duanın (Vakfe), hac ziyaretinin yapılması gereken "en önemli" unsuru olduğu, sonradan yazılan ve sözlü olarak aktarılanlardan (rivayet) derlenen "hadislerde" belirtilmektedir.
Buna göre Arafat Duasının (Vakfe) Hz.Muhammed'in yaptığı "yegane" hac ziyaretinden esinlenerek "mutlaka" Zilhicce Ayının dokuzuncu günü yani Kurban Bayramından bir gün önce (Arefe) yapılmasının da "hadislerle" Gelenek haline getirildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Diyanet İşleri tarafından yayımlanan İslam Ansiklopedisinde de Arafat'ta "dua" edilmesinin Hz.Muhammed'in "sünneti" olduğuna işaret edilmektedir.
“Arafat’ta vakfe zamanı, arefe günü (9 Zilhicce) güneşin zevalinden sonra başlar, ertesi gün şafak vaktine kadar devam eder. Sünnete uymak açısından esas olan, Arafat sınırları içine zilhiccenin dokuzuncu günü zevalden sonra girmek ise de günümüzde birlikte hareket mecburiyeti sebebiyle, hacıların büyük çoğunluğunun zilhiccenin sekizinci günü Arafat’a taşınmaları ve geceyi orada geçirmeleri teamül haline gelmiştir. Güneş batıncaya kadar Arafat’ta kalmak vâciptir; güneşin batmasından sonra da Müzdelife’ye doğru yola çıkılır”
ARAFAT - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Ayetlerde hac ziyaretinde bulunanlardan Arafat'ta yapılacak duayı (Vakfe) takiben Müzdellife bölgesine (Meş'ar-i Haram) gidilerek burada da Allah'ın anılması (dua edilmesi) istenmektedir. Burada yapılacak duanın Arafat'ta Allah'a "Dua" edilmesinin sonrasındaki gece sabaha kadar olan sürede yapılması "özel bir zaman" olarak uygulanmaktadır. Müzdellife duası sonrasında Meş'ar-i Haram'dan sayılan Mina bölgesinde geçilmesi, burada da Allah'na lütfettiklerine teşekkür edip O'ndan af dilenerek (gösterdiği şekilde) Allah'ın zikredilmesi ve anılması öğüt verilmektedir. Allah'ın anılacağı bu "sayılı günlerde" acele edip dönmek isteyenler için bir "günah" bulunmadığına işaret edilerek asıl unsurun, dürüstlük ve samimiyetle Allah'a inanılması ve Allah'a olan teslimiyet (Allah'tan korkulması) olduğuna dikkat çekilmekte ve sonunda Allah'ın huzurunda toplanılacağı hatırlatılmaktadır.
Arafat olarak adlandırılmış olan tepede ve etrafında insanın Allah'ı hissedip O'na yalvararak O'nu tanıdığını ve O'na kesin olarak teslim olduğunu kendi "nefsine" ifade etmesi ve Allah'tan affedilmesinin istenmesi (Vakfe), taşıdığı özel "teslimiyet" hissi nedeniyle Hac ibadetinin en "anlamlı" aşamasını oluşturmaktadır. Zira Arafat bölgesindeki dua (Vakfe) sırasında "Allah'a İnanan" insanlar Allah'ı en somut olarak algılama durumuna gelmektedirler. Ancak Arafat vakfesinin mutlaka Bayram öncesindeki "bir" günde yapılmasının kararlaştırılmış olması da yaklaşık üç milyon insanın bu Dua için aynı gün ve zamanda Arafat Bölgesinde bulunmalarına neden olmakta ve bu durum bazı zorluklara ve sorunlara yol açmaktadır.
Öncelikle Dünya üzerindeki çeşitli ülkelerden insanları hac ziyaretini yapmalarına düzenleyen kuruluşların bu bölgede yer tutmaları nedeniyle insanların sadece bu kuruluşların gösterdiği yerde ve bir topluluk olarak bulunmalarına ve görevlendirilen birisinin yaptığı dualara topluca uyarak birlikte dua etmelerine yol açmaktadır. Özellikle söz konusu topluluklara dua ettirenlerin seslerini ulaştırmak için hoparlör kullanmaları ve bu nedenle bu belli gün ve zamanda bu "kutsal" ve "huzurlu" olması gereken bu yerde çok sayıda yüksek sesli dualar birbirlerine karışmakta ve tam bir ses karmaşası yaşanmaktadır.
Bu durum "İnsanın" her şeyin ve kendisinin "Yaratanı" ile "kişisel" bir "bağ" kurarak Allah'a "teslimiyeti" ile ilgili yakarışının "özelliğini" zedelemektedir. Oysa "İnsanın" yalnız "kendisi" olarak ve bütün benliği ile Allah'ın "huzurunda" olduğunun "bilincine" ulaşması, Allah'ın "Ruhundan Üflemesi" ile oluşturulan "İlahi Bağı" gönülden hissetmesi ve Allah'tan af dilemek ve Allah'a teslim olmak üzere "Dua Etmesi" için (vakfe) bu özel yerde (Arafat) olması istenmektedir.
Bu "Dua" aşamasından sonra Hac ziyaretininim diğer bir aşaması olarak Arafat'tan ayrılıp Arafat ile Mina arasındaki "Müzdellife" bölgesine (Meş'ar-i Haram) gidilmesi (akın ettiğinizde) ve orada "gösterdiği şekilde" Allah'ın anılması (zikredilmesi), yegâne affedici ve esirgeyici olan Allah'tan bağışlanma (mağfiret) istenmesi Ayetlerde belirtilmektedir. Burada yapılacak dua ve yakarışlarla da Allah'ın derinden hissedileceğine işaret edilmektedir.
Ayette yer alan "gösterdiği şekilde" ifadesi ile Allah'ın lütfettiklerine teşekkür edilerek Allah'ın büyüklüğünün ve eşsizliğinin "anılması ve Allah'a olan "teslimiyetin ifade edilmesinin hatırlatıldığı anlaşılmaktadır. Bu konuda Mustafa İslamoğlu tefsirinde aşağıdaki yorum bulunmaktadır.
“Onun sizi doğru yola ilettiği gibi anın. Yani burada demek istenen şu; Allah size hidayet vererek sizi andı. Siz de O’na kulluk yaparak O’nu anın. Allah size peygamberi göndererek sizi andı, siz de Hacca gelip peygamberin davetine uyarak O’nu anın. Allah size Kur’an ı göndererek sizi zikretti, siz de Kur’an ı okuyup ona uyarak O’nu zikredin. Allah sizi hacca davet ederek sizi zikretti, siz de hacca gelip O’nu anarak O’nu zikredin. Yani karşılıklı bir anıştır. Allah’ı anış aynı zamanda bir teşekkürdür. vezkürûHU kemâ hedâküm siz de O’nu anın. Siz de O’nu zikredin, siz de O’na teşekkür edin, O’nun size hidayet vermesine karşılık; ve in küntüm min kablihî le minaddâlliyn; Gerekçesi burada yer alıyor. Hani hatırlayın doğrusu siz bundan önce yolunu şaşırmışlardan idiniz. Allah size hidayet verdi. Yolunuzu kaybetmiştiniz, yolunuzu buldurdu. İşte onun için teşekkür mahiyetinde Allah’ı hatırlayın.”
İslamoğlu Tef. Ders. BAKARA SURESİ (197 – 213) (14) | KURAN MEAL TEFSİR (DERLEME) (wordpress.com)
Arafat bölgesinde "Bayram" gününden önceki "bir" günde ve "aynı zamanda" bir arada bulunarak dua etmelerinin sebep olduğu zorlukların yanında, üç milyon insan "kırsal" bir alan olan Müzdellife bölgesinde de tek bir "günün" gecesini birlikte "dua ederek" geçirmeleri nedeniyle, gece boyunca bedeni ihtiyaçlarının giderilmesinde son derece "sıkıntı" çekmek "zorunda" kalmaktadırlar. Zira Arafat bölgesinde bulunanlara göre bu bölgede bedeni ihtiyaçların giderilmesin için hazırlanmış kolaylıklar yeterli olmamaktadır.
Özellikle Müzdellife bölgesinde üç milyon civarındaki insanın bütün geceyi birlikte "dua ederek" geçirmeleri sürecinde bedeni ihtiyaçlarının giderilmesinde son derece zorluk yaşamalarının yapılan duaların saflığına ve içtenliğine zarar verdiğinin ve önemli bir temizlik sorununa neden olduğunun unutulmaması gerekmektedir. Ayrıca aynı bölgede o beldenin "yönetici" sayılan bir bölümü için özel ve her türlü ihtiyaçlarını "evlerindeki gibi" giderebilecekleri mekanlar yapılmasının İslam inancındaki "eşitlik" ve "hak yenilmemesi" ilkeleri ile çelişkili olduğu da dikkate alınmalıdır.
Hz.Muhammed'den hemen sonraki dönemlerde hızla artan insan sayısı dikkate alındığında, Arafat duasının (vakfe) mutlaka Bayramdan bir gün önce ve Müzdellife duasının da mutlaka bu günün gecesinde yapılmasının ve kurban kesmesi gerekenlerin de Bayram günlerinde kurban kesmeleri uygulamalarının son derece akıcı ve düzenli olduğu anlaşılabilir. Ancak geçen yaklaşık 1400 yıl sonrasında hac ziyareti için en az "üç milyon" insanın bu "kurallara" göre aynı zamanda aynı yerlerde bulunmalarının zorunlu kılınması nedeniyle insan bedeninin zaruri ihtiyaçlarının giderilmesinde ve ulaşım ve barınma gibi diğer konularda zorluklar ve sorunlar ve hatta "kitlesel ölümler" yaşandığı bilinmektedir. Yine bu zorluklar nedeniyle önceleri Arafat "tepesinde" yapılmakta olan "vakfe duası", bu tepenin insan sayısının giderek artması karşısında yetersiz kalması yüzünden, sınırları "genişletilen" ve "Arafat Bölgesi" haline getirilen bir sahada yapılmaktadır. Yani bazı zorluklar önceden konulmuş olan uygulama kuralların da zorunlu olarak değiştirilebilmektedir. Aynı durum Müzdellife ve Mina bölgesi için de geçerlidir. Ancak bu bölgelerde genişletilme imkânı sınırlı olduğundan artık tepelere çıkılarak veya Mina'da kalmak yerine Mekke'ye gidip gelinerek önlem alınmasına çalışılmaktadır.
Daha sonra da Meş'ar-i Haram olarak anılan yerde bulunan "Mina" bölgesinde Ayetlerde kurban kesmesinin gerekli olduğu bildirilenlerin (Temettü ve Kıran haccı için niyetlenenlerin) yine Ayetlerde belirtilenler hayvanları kurban ederek etinden kendilerinin yemeleri ve yoksula ve fakire de (ihtiyaç sahiplerine) yedirmeleri istenmektedir.
Yüce Allah hac ziyareti sırasında yapılmasının gerekli olduğunu belirttiği kurban ile ilgili olarak Adem sonrasında bu ortamda yaşamış olan toplumlara, hayatlarını sürdürmeleri için "yiyecek" olarak (rızık olarak) verdiği (en'am türü) hayvan cinsinden kurban edilmesini "üzerlerine Allah'ın adını ansınlar" diye gerekli kıldığını bildirmektedir.
Biz, her ümmete - hayvan cinsinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah'ın adını ansınlar diye - kurban kesmeyi gerekli kıldık. Şimdi, İlâhınız, bir tek İlâh'tır, öyle ise, O'na teslim olun; o ihlaslı ve mütevazi insanları müjdele! (103/34), (22/34)
Onlar öyle kimseler ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer; başlarına gelene sabrederler, namaz kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcarlar. (103/35), (22/35)
Bu nedenle Yüce Allah "bir tek İlâh" olduğunu hatırlatarak insanlardan "Kendisine" teslim olmalarını beklediğine ve "Kendisine" inanıp bildirdiklerine "iman" edenlerin "ihlaslı ve mütevazi" olduklarına işaret etmekte ve Hz.Muhammed'e onları Ayetlerde bildirdiği "lütufları" ile müjdelemesini iletmektedir. Yüce Allah "ihlaslı ve mütevazi" insanları "Kendisine" samimiyetle ve içten saygı duyup Allah'ın karşısındaki yerini bilen, Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, başlarına gelene sabreden, namaz (salad) kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) harcayanlar olarak tanımlamakta ve onları böylece yüceltmektedir.
Görüldüğü gibi, Kurban kesilmesi ile ilgili düzenlemenin önceki toplumlarda da bulunduğu ve kurbanın amacının ancak Allah'ın "rızası" için olabileceği ve hayvanın ancak Allah'ın "Adının Anılması" ile kurban edilebileceği açıklanmaktadır. Burada önceki dönemlerde yaşamış olan insanların zaman içinde Şeytan'ın etkisinde kaldıkları ve bu etki altında çok çeşitli "bahaneler" uydurmaları sonucunda diğer insanları hatta çocukları kurban ederek burada açıklandığı şekilde kendilerine bildirilmiş olan amaçların dışına çıktıklarına dair işaret bulunmaktadır. Bu nedenle Yüce Allah, Hz.Muhammed döneminden önce Arap toplumunda da sürdürülen "kurban" geleneğinin "doğru" amacını hatırlatmak ve yanlış "niyet" ve "amaçlardan" kurtarmak üzere, kurban kesilmesi uygulamasının ancak "bildirilen" durumlarda gerekli olduğunu ve "nasıl" yapılacağını hac ziyareti konusundaki diğer Ayetlerinde açıklamaktadır.
Bu anlamda "Kurban" edilecek hayvanların yiyecek (rızık) olarak verilen (Arapça olarak en'am türü) hayvanlardan kurban edileceği bildirilmekte ve bunların neler oldukları açıklanmaktadır. Buna göre insanların bu Dünya ortamındaki yaşamlarında yararlanmaları için (rızık olarak) hayvanlardan "yük taşıyan ve tüylerinden yararlanılan" sekiz eş yaratıldığına işaret edilmektedir. Erkek ve dişi olarak belirtilen bu sekiz eş hayvanların da koyun, keçi, deve ve sığır olduğu Ayetlerde belirtilmekte ve bu hayvanların insanlar için "Gıda" olarak "Yaratıldıklarına" ve insanların bunları yiyebileceklerine işaret edilmektedir.
Ayrıca Yüce Allah, yasaklamış olduğu leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka insanlara haram kılınmış bir şey bulunmadığını bildirmektedir. Buna göre hac ibadeti ile ilgili olarak "kurban edilecek" hayvanların insanlar için "Gıda" olarak "Yaratıldıkları" belirtilen erkek veya dişi olarak koyun, keçi, deve ve sığır oldukları anlaşılmaktadır.
Hayvanlardan yük taşıyanı ve tüyünden döşek yapılanları yaratan O'dur. Allah'ın size verdiği rızıktan yeyin, şeytanın ardına düşmeyin; şüphesiz o sizin için apaçık bir düşmandır. (55/142), (6/142)
Sekiz eş yarattı: Koyundan iki, keçiden iki. De ki: "O, bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram etti? Eğer doğru iseniz bana ilimle söyleyin." (55/143), (6/143)
Deveden de iki, sığırdan da iki De ki: "O bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kıldı? Yoksa Allah'ın size böyle vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz? Bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan kim daha zalimdir! Şüphesiz Allah o zalimler topluluğunu doğru yola iletmez." (55/144), (6/144)
De ki: “Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak üzere kim yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir “. (55/145), (6/145)
Ayrıca kurban edilme sırasında hayvanlar ayakları üzerine dururken üzerlerine Allah'ın anılması, kesilerek kurban edilmesi, yan üstü yere düştüklerinde canlarının çıkmasından sonra onlardan yenilmesi ve ihtiyacını gizleyen-gizlemeyen fakirlere yedirilmesi önerilmekte ve bu hayvanların Allah'a "şükredilmesi" için insanların yararlanmalarına verdiği bildirilmektedir.
Yüce Allah onların ne etlerinin ne de kanlarının "Kendisine" ulaşmayacağına dikkat çekilmekte ve sadece insanların Allah'a samimiyetle "İman" edip Allah'a teslim olarak (Takva) Allah'ın bildirdiklerine uygun davranmalarının "Allah’a" ulaşacağını ve böylece insanları doğru yola (hidayete) erdirdiğinden dolayı Allah'ı büyük tanımaları için bu hayvanları insanların istifadesine verdiğini açıklamaktadır. Hz.Muhammed'e hitaben de Allah'a inanarak bildirdiklerine uygun davrananları ölüm sonrasındaki yaşamlarında onlara vaat ettikleri ile müjdelemesini istemektedir.
Biz, büyük baş hayvanları da sizin için Allah'ın işaretlerinden kıldık, onlarda sizin için hayır vardır. Şu halde onlar, ayakları üzerine dururken üzerlerine Allah'ın ismini anınız, yan üstü yere düştüklerinde ise, artık onlardan hem kendiniz yeyin, hem de ihtiyacını gizleyen-gizlemeyen fakirlere yedirin, işte bu hayvanları biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik. (103/36), (22/36)
Onların ne etleri ne de kanları Allah'a ulaşır; fakat O'na sadece sizin takvânız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah'ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. Güzel davrananları müjdele! (103/37), (22/37)
Arafat duasının mutlaka "Bayram" gününden bir gün önceki "günde" ve kurban kesme işleminin de mutlaka "Bayram" gününde yapılması şeklindeki uygulamanın kaynağı olarak Hz.Muhammed'in söz ve uygulamaları gösterilmektedir. Daha sonraki dönemlerde de "Hulefâ-yi Râşidîn" olarak tanımlanan Dört Halife'nin ve Hz.Muhammed'in yanında bulunanlarların (sahabe) anlattıklarından ortaya çıkan söylentilerin (rivayet) sonradan bazı din "alimleri" tarafından "derlenerek" yazılan "hadislere" dayandırılan bu uygulamalar günümüzde de sürdürülmektedir. Diyanet İşleri yayınlarında bu konular ile ilgili açıklamalar bulunmaktadır.
"İbadetler konusunda takip edilen teşri” siyasetine uygun olarak gerek hac ve umre yapanların gerekse diğer şahısların kurban kesme yükümlülüğü ve diğer kurban türleri hakkındaki hükümler Peygamber’in söz ve uygulamasıyla belirlenmiştir. Resûl-i Ekrem’in hicretin 2. yılından (624) itibaren kurban bayramlarında kurban kesmeye başlaması, hac ve umre esnasındaki uygulaması ve kurbanla ilgili çeşitli açıklamalarından oluşan zengin hadis rivayeti (“Uḍḥiyye”, Mv.Fİ, XIII, 307-350; “Uḍḥiyye”, Mv.F, V, 74-107) bu alandaki dinî geleneğin, fıkhî yorum ve değerlendirmelerin ana zeminini teşkil etmiştir."
KURBAN - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
"Sahih hadis kaynaklarında yer alan rivayetlerde, Peygamber (s.a.s.), Kurban Bayramı’nda Allah katında en sevimli ibadetin kurban kesmek olduğunu, kurbanın kesilir kesilmez Allah katında makbul olacağını ve kurban edilen hayvanın boynuzu, tırnağı da dâhil olmak üzere her şeyinin kişinin hayır hanesine yazılacağını ifade edip; bu ibadetin Allah rızası için yapılmasını tavsiye etmiştir (Tirmizî, Edâhî, 1; İbn Mâce, Edâhî, 3)."
Bu açıklamalarda Hz.Muhammed'in çok sayıdaki Ayetlerde, İbrahim Peygamber'e yeniden inşa ettirildiği belirtilen Beytullah'ın (Eski Ev'in) hac (ziyaret) edilmesi, tavaf yapılması, bu ziyaretler sırasında hayvanların "kurban" edilmeleri ve kurban etlerinden yenilerek fakirlere de yedirilmesi olarak yapılan açıklamalara göre oluşan "geleneklerde" yer alan kurban kesilmesi işlemini 624 yılından itibaren "Bayram" günlerinde yaptığı ve "muhtemelen" ömrünün sonuna kadar (632) bayramlarda kurban kestiği belirtilmektedir.
Öte yandan Hz.Muhammed'in sadece "bir" defa hac ziyaretinde bulunduğu da bütün tefsirlerde ve İslami yayınlarda yer almaktadır. Hac ziyaretlerini açıklayan Ayetlerin Hz.Muhammed'e 616-632 yılları arasında "vahiy" edildikleri de dikkate alındığında Hz.Muhammed'in bu konudaki "son" Ayetlerin vahiy edilmesini takiben hac ziyaretini yaparak, Ayetlere göre bu ziyaretin "ibadet" olarak nasıl yapılacağını bütün insanlara gösterdiği anlaşılmaktadır. Buna göre Hz.Muhammed'in vefatından sonra "Hulefâ-yi Râşidîn" olarak tanımlanan Dört Halife'nin ve Hz.Muhammed'in yanında bulunanlarların (sahabe) anlattıklarından derlenen "hadislere" göre Hz.Muhammed'in "sünneti" olarak "kurban" işleminin "Bayram" gününde yapılması esas alınarak Arafat duasının (vakfe) Bayramdan bir gün önce ve Müzdellife duasının da bu günün gecesinde yapıldığı, böylece "hac ziyaretine" bu uygulamalara göre "ibadet" olarak bir "düzen" verildiği anlaşılmaktadır. Bu durumda Hz.Muhammed'in 624 yılından itibaren "bayramlarda" kurban kesmesi esasına dayandırılarak Arafat duasının (vakfe) mutlaka Bayramdan bir gün önce ve Müzdellife duasının da mutlaka bu günün gecesinde yapılmasının ve kurban kesmesi gerekenlerin de Bayram günlerinde kurban kesmelerinin "değişmez" bir "kurala" dönüştürüldüğü" söylenebilir.
Görüldüğü gibi Yüce Allah "Hac Ziyareti" ibadeti kapsamında insanların yaşamlarını sürdürmelerinde önemli besin (rızık) olarak verdiği hayvanlardan "kurban" edilmesini istemekte ve "Kurban Eti" konusunda bazı öğütlerde bulunmaktadır.
İnsanlar arasında haccı ilân et ki gerek yaya olarak gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları için sana gelsinler. (103/27), (22/27)
Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin. (103/28), (22/28)
Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o Eski Ev'i tavaf etsinler. (103/29), (22/29)
Durum böyle, her kim, Allah'ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır. Size okunanların dışında kalan hayvanlar size helal kılındı, o halde, pislikten, putlardan sakının; yalan sözden sakının. (103/30), (22/30)
Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın Hanifleri kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş gibidir. (103/31), (22/31)
Durum öyledir, her kim Allah'ın hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvasındandır. (103/32), (22/32)
Yüce Allah'ın ilk olarak İbrahim Peygambere, açıklamış olduğu kurbanlık hayvanlar üzerine "belli günlerde" Allah'a karşı bir "saygı" ve "şükran" ifadesi olarak, Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri) için Allah'ın Evi'ni (Beytullah’ı) ziyaret etmelerini (Haccı) insanlara "ilan etmesini" bildirmesinden itibaren ondan sonra gelen toplumların Kabe'ye hac ziyaretinde bulundukları ve Hz.Muhammed dönemine kadar olan zamanlarda da Arapların bu hac ziyaretinin yapmakta oldukları anlaşılmaktadır. Hz.Muhammed'e vahiy edilen Ayetlerde de esasen yapılmakta olan hac ziyaretinin nasıl bir düzene göre yapılacağı açıklanmaktadır. Buna göre "Kurban" işleminden sonra "saç traşı" yapıp temizlenerek hac ibadetini yapma niyetlerini (adaklarını) yerine getirmeleri ve ziyaretin tamamlanma aşaması olarak da o Eski Ev'i (Kâbe'yi) tavaf etmeleri gerektiği belirtilmekte ve kurban edilen hayvanın etinden hac ziyaretini yapanların yemeleri, ayrıca yoksula ve fakire yedirmeleri gerektiğine işaret edilerek her kim Allah'ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse, bunun Allah katında kendisi için daha hayırlı olduğu bildirilmektedir.
Bu arada Ayetler ile bildirilenlerin dışında kalan hayvanların insanlara helal kılındığı, o halde, nelerin yenilebileceği veya yenilmemesi gerektiği ile ilgili olarak bilgisizce "söylenenlere" dikkat edilmemesi; böylece pislikten, putlardan ve yalan sözden sakınılması gerektiği de hatırlatılmaktadır. Ayrıca insanlara Allah'a ortak koşmayan ve Allah'ın birliğini tanıyan müminler olmaları öğüt verilmekte ve kim Allah'a ortak koşarsa onun sanki gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş gibi olacağı mecazi bir canlandırma olarak açıklanmaktadır. İman edenlerin Allah'a gösterdikleri "saygının", Allah'a olan inanç ve teslimiyetlerinin "samimiyeti" ile (takva) ilgili olduğuna işaret edilerek bütün insanlardan kendilerine yapılan bu "uyarıları" dikkate almalarının ve "iman etmelerinin" beklendiğine dikkatleri çekilmektedir.
Ayetlerde hac ziyareti gereğince kurban kesmesinin gerekli olduğu bildirilen fakat bir nedenle kurban kesmeyenlerin, yukarıda değinildiği gibi, hac günlerinde üç gün ve ailesi Mescid-i Haram (Kâbe) civarında oturmayanların da memleketine döndüğü zaman ayrıca yedi olmak üzere on gün olarak oruç tutmalarının gerektiği bildirilmektedir.
Hac ziyaretinin son aşaması olarak kurban kesiminden sonra yapılan "ziyaret tavafının" bu Ayet ile bildirilmiş olması nedeniyle, mutlaka yerine getirilmesi (farz) gerekmektedir. Ayrıca Kabe’nin "tavaf" edilmesi sırasında Safa ve Merve tepecikleri arasında gidilip gelinerek (Sa'y) bu yerlerin "tavaf edilmesi" de, Ayette bu yerlerin tavaf edilmesinde bir sakınca olmadığının belirtilmesi nedeniyle, hac ziyaretinin bir unsuru olarak sürdürülmektedir.
Yüce Allah, hac ibadeti sırasında yapılacak işlemlerde ziyarette bulunanlar için yaşamları sona erinceye kadar (belli bir süreye kadar) birtakım "yararların" bulunduğuna işaret etmekte ve bu işlemler ile sağlanacak faydanın (yararlar) Allah'a karşı sorumluluk bilincinin oluşması ve varılacak sonucun da Eski Ev (Kâbe) ile simgelenen Tevhide (Allah'ın birliği, eşsiz ortaksız olduğu) ulaşılması olduğunu bütün insanlara açıklamaktadır.
Onlarda sizin için belli bir süreye kadar birtakım yararlar vardır, sonra bunların varacakları yer, Eski Ev'e kadardır. (103/33), (22/33)
Ayrıca "saygıya lâyık ev" olarak tanımladığı Kâbe'yi, hac ziyaretinin yapıldığı haram ayı, hac kurbanını ve kurbanın süsü olarak boynuna asılanları (gerdanlıkları) insanların Ruhlarındaki Allah ile olan bağlarını en güçlü şekilde "yaşamalarına", Allah'ı anmalarına ve Allah'a teslim olmalarına (belini doğrultmaya) sebep kıldığını belirtmekte ve bu açıklamayı Allah'ın, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah'ın her şeyi "bilici" olduğunu insanların anlayıp bilmeleri için yaptığını hatırlatmaktadır. Bu nedenle insanlara Allah'ın cezalandırması çetin olduğunu ve yine Allah'ın bağışlaması ve esirgemesinin ise sınırsız olduğunu ihtar etmekte ve insanlardan Hz.Muhammed'in görevinin ancak bunları (Ayetlerini) bildirmek olduğunu, Allah'ın insanların açıkladıklarını ve gizlediklerini "bildiğini" bir defa daha anlamalarını beklediğini ifade etmektedir.
Bütün bu açıklanan "gerçeklerin" dikkate alınması halinde insanların durum ve davranışlarını ve "fikirlerini" ona göre gözden geçirip "doğru yola" ulaşmaları mümkün bulunmaktadır.
Allah, Kâbe'yi, o saygıya lâyık evi, haram ayı, hac kurbanını ve gerdanlıkları insanların belini doğrultmaya sebep kıldı. Bu da Allah'ın, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah'ın her şeyi bilici olduğunu bilmeniz içindir. (112/97), (5/97)
Biliniz ki Allah'ın cezalandırması çetindir ve yine Allah'ın bağışlaması ve esirgemesi sınırsızdır. (112/98), (5/98)
Resûle düşen ancak duyurmadır. Allah açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir. (112/99), (5/99)
Öte yandan, hac ziyareti sürecinde, ilgili Ayetlerde belirtildiği gibi, günün belirli zamanlarında salat (namaz) ve dualar ile Allah'ın adının anılmasına ve zikredilmesine devam edilmesi gerekmektedir.
Hac ziyareti ile ilgili olarak yukarıda açıklanan uygulamaların tamamlanması ile hac ziyareti ibadeti Allah için "tam" olarak yapılmış olmaktadır. Hac Ziyaretinin tamamlanması sonrasında dört gün süre ile Bayram Kutlamaları yapılmaktadır. Bu konuda "Bayramlar" bölümünde bilgi bulunmaktadır.
Hac konusu ile ilgili Ayetlerde bunların dışında "bilinen aylarda" hac için niyet edenlerin (İhramlı) hac ibadeti esnasında kadına yaklaşmaması, günah sayılan davranışlara yönelmemesi ve kavga etmemesi gerektiği açıkça bildirilmektedir.
Ayetteki "kadına yaklaşma" ifadesinden ile Ayetin sanki sadece "erkeklere" hitap ettiği görülmektedir. Ancak bu durumun Hz.Muhammed döneminde içinde yaşadığı toplumun gelenekleri nedeniyle erkeklerin toplum yaşamında "öncelikli" konumda olduğunun dikkate alınması ve uygulanmasında da “erkeklerin” etkili olması ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle söz konusu "kelimenin" bütün insanlara hitap ettiği ve diğer bütün tefsirlerde yorumlandığı gibi, ihramlı olduğu sürece "herkesin" cinsel faaliyette bulunmamasını ifade ettiği söylenebilir. Ayrıca insanlardan "günah sayılan davranışlara yönelmemelerinin" ve "kavga etmemelerinin" istenmesi ile de Allah’ın yasaklamadığı fakat genel olarak ayıp ve çirkin olan ve "Akıllı" insanlara yakışmayan söz ve davranışlarda bulunulmamasının gerektiği "ihtar" edilmektedir. Yapılmaması gereken işler ile ilgili olarak diğer bazı Ayetlerde de hayvanların "avlanmamaları" gerektiği bildirilmektedir.
Ey iman edenler! Akitleri yerine getiriniz. İhramlı iken avlanmayı helal saymamak üzere size okunacaklar dışında kalan hayvanlar, sizin için helal kılındı. Allah dilediğine hükmeder. (112/1), (5/1)
Ey iman edenler! Allah'ın işaretlerine, haram aya, kurbana, gerdanlıklara, Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Haram'a yönelmiş kimselere saygısızlık etmeyin. İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Mescid-i Haram'a girmenizi önledikleri için bir topluma karşı beslediğiniz kin sizi tecavüze sevketmesin! İyilik ve sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezası çetindir. (112/2), (5/2)
Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. (112/3), (5/3)
Ey iman edenler! Allah sizi ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avlanma ile dener ki gizlide kendisinden kimin korktuğu ortaya çıksın. Kim bundan sonra sınırı aşarsa onun için acı bir azap vardır. (112/94), (5/94)
Ey iman edenler! Allah sizi ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avlanma ile dener ki gizlide kendisinden kimin korktuğu ortaya çıksın. Ey iman edenler! İhramlı iken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu kasten öldürürse öldürdüğü hayvanın dengi cezadır. Kâbe'ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder yahut fakirleri doyurmaktan ibaret bir keffârettir, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Ta ki işinin cezasını tatmış olsun.
Allah geçmişi affetmiştir, kim bu suçu tekrar işlerse Allah da ondan karşılığını alır. Allah daima galiptir, öç alandır. (112/95), (5/95)
Hem size hem de yolculara fayda olmak üzere deniz avı yapmak ve onu yemek size helal kılındı. İhramlı olduğunuz müddetçe kara avı size haram kılındı.
Huzuruna toplanacağınız Allah'tan korkun. (112/96), (5/96)
Allah, Kâbe'yi, o saygıya lâyık evi, haram ayı, hac kurbanını ve gerdanlıkları insanların belini doğrultmaya sebep kıldı. Bu da Allah'ın, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah'ın her şeyi bilici olduğunu bilmeniz içindir. (112/97), (5/97)
Allah iman edenlere Allah'a verilmiş bir söz (akit) olarak, sadece hac sırasında "ihramlı" iken "avlanmalarını" kendilerince "helal" saymalarını, diğer bir deyimle ihramlı (Hac için niyetli) iken onları avlamalarını "yasakladığını", bunun dışında kalan bütün hayvanları insanlar için "helal" kıldığını bildirmekte ve hac ziyaretinin tamamlanmasından sonra (ihramdan çıkınca) avlanabilecekleri hatırlatılmaktadır. Bu arada Allah'ın yasakladıkları hayvanlar olarak leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş, canavarların yediğinden kalmış (ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna) ve dikili taşlar üzerine boğazlanmış hayvanlar olarak sayılmaktadır.
Buna ilaveten Ayetlerde açıklanan Allah'ın işaretlerine (simgesel uygulamalarına) haram aya, gerdanlıkları süslenmiş kurbanlıklara, Allah'ın lütuf ve rızasını arayarak hac ziyaretine (Beyt-i Haram'a) yönelmiş kimselere saygısızlık etmemeleri insanlara "ihtar" edilmekte, hac ziyareti (ibadeti) için Mescid-i Haram'a girilmesine engel olanlara karşı öfke ve kin duyulmasında "aşırı" gidilmemesi önerilmektedir.
Bu öğüt ile, bir toplumun veya belli grubun "çıkarlarını" korumak amacı ile diğer bir toplumun inançlarını uygulamasına engel olması ya da onları kendi çıkarları yönünde kullanması gibi nedenlerle aralarında meydana gelecek "anlaşmazlıkların" barışçı yollarla çözümlenmesi önerilmektedir. Bu anlamda bütün insanlara "iyilik ve aşırılıktan sakınma" üzerinde yardımlaşmaları, "günah ve düşmanlık üzerine" yardımlaşmamaları gerektiği hatırlatılmakta ve yaptıklarından "haberdar" olan Allah'tan "korkmaları" çünkü Allah'ın cezası çetin olduğunu unutmamaları ihtar edilmektedir.
Yüce Yaratan insanlara "yasak" ettiği konuları, onların inanç ve imanlarının samimiyeti ve doğruluğunun "sınanması" ile ilgili olduğuna işaret etmektedir. Ayette hac sırasında avlanmasını yasak etmiş olduğu hayvanların çok yakınlarında, yani ellerinin ve silahlarının (mızraklarının) erişebileceği (menziline giren) durumda (avlanmaya uygun) olmaları örnek verilerek insanların bu yasağa ne kadar "inanarak" uyabileceklerinin denendiği açıklanmaktadır. Böylece insanlardan, yasak hayvanları avlanmaması yasağına uymaları yoluyla, aslında tam olarak anlam veremeyip "idrakinin ötesinde" olmasına rağmen, Allah'tan "korkanlardan" ve Allah'a "inananlardan" olup olmadığını kendi iradeleri ile ayırt etmeleri beklenmektedir. Yapılan bu uyarı ve açıklamalar üzerinde düşünmeyen ve Ayetlerde gösterilen "gerçekleri" anlamayıp "dilediğince" hareket eden "inanmayanların" ölüm sonrasındaki ortamlarda şiddetli bir azap ile karşılaşacakları bildirilmektedir. Buna göre ölü eti, kan, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilenin etinin "yenmemesi" gibi diğer yasak edilenlerin de insanların inanç ve imanlarının "kendileri" tarafından sınamaları ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Allah size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyendir. (87/173), (2/173)
Ayrıca, hac sırasında avlanmasını yasak etmiş olduğu halde avlanması halinde yaptığı işin cezasını "tatması" gerektiği bildirilmektedir. Verilecek "ceza" olarak, kasten öldürdüğü hayvanın dengi olarak Kâbe'ye adalet sahibi iki kişinin belirleyeceği hayvanın bir kurban olarak gönderilmesi veya "kefaret" olarak fakirleri doyurması yahut onun dengi oruç tutmasının kararlaştırılacağı açıklanmaktadır. Ceza olarak kaç fakiri doyurmasının veya kaç gün oruç tutmasının "yaptığı işin cezası için yeterli" olacağına kişinin kendisinin karar vereceği anlaşılmaktadır. Allah'ın böylece onu (geçmişi) affedeceğine işaret edilmekte ancak kim bu suçu tekrar işlerse Allah'ın da ondan karşılığını alacağı zira Allah'ın daima galip ve "öç alan" olduğu da ihtar edilmektedir. Bu arada ihramlı olunsa dahi deniz avı yapmanın ve onu yemenin "helal" kılındığı ve ihramlı olunan müddetçe sadece kara avının "haram" kılındığı hatırlatılmaktadır. Buna göre hac ziyareti sırasındaki davranışlarda daima Allah'ın "huzurunda toplanılacağının" dikkate alınması (Allah'tan korkulması) ziyarette bulunanlara bildirilmektedir.
Hac Ziyareti ibadeti ile ilgili Ayetler iniş tarihlerine göre aşağıdaki gibi derlenebilmektedir. Ayetler bu şekilde sıralandığında halen yapılmakta olan uygulamaların sırasını tam olarak göstermediği görülmektedir. Buna göre bazı uygulamaların zaman içinde vahiy edildiği ve bu ibadetin “tam” olarak yapılmasının bu nedenle Hz.Muhammed tarafından peygamberliğinin sonunda ve bir defa yerine getirilerek bütün insanlara “gösterildiği” anlaşılmaktadır.
Buna göre Hac ibadeti ile ilgili olarak Ayetlerde açıkça "belirtilmeyen" bazı uygulamaların "Mezhepler" tarafından yorumlanmaları sonucunda dini açıdan "gerekli" oldukları ileri sürülen çok sayıda "törensel" dini uygulamaların (Ritüel) Ayetlerde belirtilenlere ek olarak ortaya çıkarıldığı ve gelenek haline getirildiği anlaşılmaktadır.
Bu durumun Hz.Muhammed'in sadece bir defa yaptığı hac ziyareti sırasındaki uygulamalarından esinlenerek ve Allah'a ve Peygamberine saygı ve ibadetin "daha ileri" düzeylerde yaşanması amacına yönelik olarak oluşturulduğu söylenebilir. Örnek olarak hac ziyareti sırasında "Şeytan Taşlama" işlemi yapılması, hac için niyet edildiğinde (İhrama girildiğinde) sadece erkeklerin "özel kıyafetlerle" örtünmeleri, çok çeşitli tavaf ve “Say” uygulaması yapılması, harem bölgesinin ağaç ve bitki örtüsüne ve canlılarına zarar verilmesi gibi "diğer" bazı iş ve davranışların "günah olarak" sayılması ve cezalarının belirlenmesi sayılabilir.
İslam Ansiklopedisinde İhram kelimesinin hac veya umreye niyet eden kimsenin diğer zamanlarda yapması helâl olan bazı davranışları, hac ve umrenin "ana unsurunu" oluşturan (gerekli olan) uygulamalarını (rükünlerini) tamamlayıncaya kadar, "yapmamak" üzere kendine söz vermesini, yani bazı davranışları kendisine "yasak" saymasını (haram kılmasını) ifade ettiği açıklanmaktadır.
İhram Ayetlerde “hac ve umre yasaklarına giriş niyeti” şeklinde tarif edilmektedir. Ancak uygulamada "niyetli" olduklarını "göstermek" için özel bir "beyaz" kıyafet giymelerinin gerektiği belirtilmekte ve bunun İbrahim Peygamber zamanından beri uygulandığına işaret edilmektedir. Ayrıca hac ve umre sırasında yapılmaması gereken işleri ve davranışları yapmamak üzere "niyet" edenlerin (ihrama girenlerin) günlük yaşamlarında hac ve umre ziyaretleri için "yasaklanmış" olan işleri ve davranışları yaparken kullandıkları günlük giyeceklerini bırakıp beyaz ve lekesiz "ihram örtülerine" bürünmelerinin, her türlü gösteriş ve kibirden uzaklaşmayı, ziynet ve servetle böbürlenmemeyi, ölümü ve ötesini hissetmelerini sağladığı, böylece hac ibadetini yapanların Allah'a teslimiyet bilincini ve günahlardan uzak yeni bir hayata adım atma iradesini yenilemiş olacakları belirtilmektedir.
Hac ile ilgili olarak "harem bölgesine" girişte (mikat sınırları) niyet edilmesi (ihrama girilmesi) ile, kendisini "Yaratan" o "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah'a, "Rabbim! Davetine sözüm ve özümle tekrar tekrar icabet ettim, emrine boyun eğdim. Rabbim! Senin davetine icabet boynumun borcudur. Senin eşin ve ortağın yoktur. Rabbim! Bütün varlığımla sana yöneldim; hamd senin, nimet senin, mülk senindir. Senin eşin ve ortağın yoktur" anlamında Arapça olarak “Lebbeyk, Allāhümme lebbeyk. Lebbeyk, lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni‘mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek” diyerek (Telbiye) Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkı olan "Davetine" uyulduğunun "beyan" edildiği açıklanmaktadır. Bu beyanın "Telbiyenin" söylenmesiyle ihrama ilişkin hükümlerin yürürlüğe gireceğini bütün mezheplerce kabul edilmekle birlikte, nasıl ve ne zaman yapılacağı konusunda görüş birliği bulunmamaktadır.
Öte yandan, hac ve umre ziyaretlerine "niyetli" olanların (İhramlı iken) giyecekleri "beyaz" kıyafet için sadece "erkeklere" ait tanımlama yapılmış bulunmaktadır. Buna göre erkeklerin dikişsiz iki parça dokuma beyaz kumaşın, iç çamaşırları dahil başka hiçbir şey olmadan, bedene sarılması ve omuza asılması şeklinde örtünmeleri, buna karşın kadınların ise ihramda iken yüzlerini örtmemeleri kaydıyla her türlü giyim eşyası kullanabilecekleri şeklinde uygulama yapılmaktadır. Bu durumda kadınların belirtilen hislerini simgeleyen "beyaz" ihram örtüsü giyinmelerinin gerekli olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bu durumda erkeklerin ve kadınların "birlikte" insan olabilecekleri gerçeği göz ardı edilmiş olmaktadır. Zira Yüce Yaratan erkek ve kadını "insan" olarak ve "birlikte huzur bulmaları" için "eşler" halinde yarattığını bildirmektedir.
Sizi bir tek nefsten yaratan, ondan da yanında huzur bulsun diye eşini yaratan Allah'dur. (39/189), (7/189)
İslam Ansiklopedisinde "ihram" konusundaki "diğer" çeşitli uygulamaların (fıkhî ahkâmın) nasıl olacağının belirlenmesinin, temelde Hz.Muhammed’in uygulamasına dayanmasından kaynaklandığı açıklanmaktadır.
İHRAM - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Bu nedenle yukarıda değinildiği gibi her türlü gösteriş ve kibirden uzaklaşmayı, ziynet ve servetle böbürlenmemeyi, ölümü ve ötesini hissetmelerini sağladığı, böylece hac ibadetini yapanların Allah'a teslimiyet bilincini ve günahlardan uzak yeni bir hayata adım atma iradesini yenilemiş olacaklarını "simgeleyen" özel ihram kıyafetinin "dikişsiz" olmasına gerek olmadan ve erkek ve kadınlar tarafından giyilebilecek bir şekilde "beyaz" giysiler olarak uygulanmasının daha anlamlı olacağı söylenebilir. İhram kıyafetinin "dikişsiz" olması gereğinin Halife Ömer'in oğlu Abdullah'ın Hz.Muhammed'den "rivayet" ettiği söylenmektedir. Buna göre dikişsiz örtünün mutlaka uyulması gereken bir özellik olmadığı da söylenebilir. Ayrıca mutlaka dikişsiz olması üzerinde ısrar edilirse de gelişen bilim ve buluşlar sayesinde bu giysilerin yine de "dikişsiz" olarak hazırlanmalarının mümkün olacağı da unutulmamalıdır.
Hac ziyareti sırasında yapılmakta olan “Şeytan Taşlama” uygulaması ile ilgili olarak Nitekim Mina bölgesinde yapılan dualar sırasında "Kurban Bayramının" ilk günü ve izleyen üç gün boyunca yapılmakta olan "Şeytan Taşlama" uygulamasının "gerekli" olduğu ve “nasıl ne zaman ve ne şekilde yapılacağı” Ayetlerde bildirilmemiştir. Bu durumda söz konusu uygulamanın, İslam Ansiklopedisinde de değinildiği gibi, Hz.Muhammed'in sadece bir defa yaptığı hac ziyareti sırasında yaptıklarından esinlenerek yaklaşık 1400 yıldan beri onun "Sünneti" olarak sürdürüldüğü anlaşılmaktadır.
İslam Ansiklopedisinde bu durum açıklanmaktadır.
"Peygamber de Vedâ haccı sırasında bu cemrelere taş atmış ve özellikle bu esnada hac ibadetinin yapılış şeklinin kendisinden öğrenilmesini istemiştir (Müslim, “Ḥac”, 310-312). Bundan dolayı Kurban Bayramının birinci günü Akabe cemresine, diğer üç gün de her üç cemreye taş atılması fakihlerin ittifakı ile vâcip olup terkinden dolayı ceza kurbanı (dem) gerekir. Sahih hadislerde bu uygulamanın İbrâhim’in sünnetine dayandığı açıkça belirtildiği ve sembolik olarak şeytanın taşlandığı...."
CEMRE - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Bu uygulamanın bazı Ayetlerde Şeytan ile ilgili olarak yer alan ifadelere dayandırıldığı da söylenebilir.
Onları, taşlanmış her şeytandan koruduk. (54/17), (15/17)
Buna göre Şeytan Taşlama uygulamasının da sadece Allah'a olan "saygı ve teslimiyetin" ifadesi niyetiyle simgesel (sembolik) olarak yapılmakta olduğu unutulmamalı, bunun dışında bu işleme ayrı bir önem ve kutsallık verilmemeli ve abartılarak sanki oralara ibadet ediliyormuş gibi bir duruma düşülmemelidir.
Bu arada hangi durumlarda Eski Ev'in etrafında dönülerek Allah'a dua edilip adının anılacağı (tavaf) konusunda Hz.Muhammed döneminden sonra "Din Alimlerince" bazı uygulama kurallarının konulduğu anlaşılmaktadır. Buna göre toplam yedi çeşit tavaf olduğu belirlenmiştir. Bunlardan "kudüm" tavafı, "ziyaret tavafı" ve "veda tavafının" hac ile ilgili bulunmaktadır. Bunlardan Hac ziyaretinin son aşaması olan kurban kesiminden sonra yapılan ve "ziyaret tavafı" olarak tanımlanan tavafın, Ayet ile bildirilmiş olması nedeniyle, mutlaka yerine getirilmesi (farz) gerekmektedir.
Diğer taraftan Hanefi mezhebine göre Ayetlerde belirtilmemesine rağmen, Mekke'ye gelişte yapılan ilk tavafın (kudüm tavafı) Hz.Muhammed'in uygulaması olması nedeniyle (sünnet) yerine getirileceği ve Mekke'den ayrılırken yapılan son tavafın (veda tavafı) yapılmasının ise gerekli olduğu (vacip) kararlaştırılmış ve her birinin nasıl yapılacaklarına dair "usüller" belirlenmiştir. Bu "kabuller" gelenek olarak halen uygulanmaktadır.
TAVAF - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Ayrıca Kurban kesimi sonrasında Kâbe’nin "tavaf" edilmesi sırasında Safa ve Merve tepecikleri arasında gidilip gelinerek (Sa'y) bu yerlerin "tavaf edilmesi" de, Ayette bu yerlerin tavaf edilmesinde bir sakınca olmadığının belirtilmesi nedeniyle, hac ziyaretinin bir unsuru olarak sürdürülmektedir. İslam Ansiklopedisinde eski tefsirciler ve hadis yazarlarına göre sa'y uygulamasının, Safâ ile Merve tepelerindeki İsâf ve Nâile adlı iki putu selâmlamak üzere yapılan Câhiliye dönemi uygulamasını çağrıştırdığını düşünen bazı sahâbîlerin bu kaygısını gidermeyi amaçladığı (Buhârî, “Ḥac”, 79, 80; İbn Hacer, III, 498), ayrıca Hz.Muhammed'in hac yaparken Safâ ile Merve tepeleri arasında sa‘y etmiş olduğunun (Buhârî, “Ḥac”, 80; Müslim, “Ḥac”, 147) ileri sürüldüğü belirtilerek yapılması uygun (meşru) bir sünnet olduğu açıklanmaktadır. Buna göre Bu Ayet hükmü gereğince Safa ve Merve arasında simgesel (sembolik) olarak yapılan gidp gelme (Sa'y) uygulamasının sadece Allah'a olan "saygı ve teslimiyetin" bir ifadesi olduğunun hissedilmesi ve bunun dışında oralara çok önem ve kutsiyet vererek ve abartılarak sanki oralara ibadet ediliyormuş gibi bir duruma meydan verilmemesi gerekir.
SA‘Y - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Yukarıda belirtildiği gibi, Hac ibadeti ile ilgili olarak Ayetlerde açıkça belirtilmeyen ancak 1400 yıldan bu yana çeşitli kaynaklar tarafından belirlenerek yürütülen bütün ziyaretçilerin Arafat'ta "mutlaka aynı günde" toplanması ve Müzdellifede de "aynı gün ve gecesinde" birlikte olunması ve gecenin birlikte açık havada geçirilmesi yanında, Allah'a ve Peygamberine saygı gösterilerek ibadette daha ileri duygusallıkların yaşanması amacı ile çoğu "Mezhepler" tarafından belirlenen ve "Dini Zorunluk" haline getirilen özel kıyafetlere girilmesi (sadece erkekler) ve şeytan taşlaması gibi) bazı "törensel" uygulamaların da (Ritüel) yeniden değerlendirilerek uygulanmasında gerek bulunmayanların ve "sorunlara" veya "zorluklara" neden olanların belirlenmesinin ve buna göre yeniden düzenlenmeler yapılmasının gerekeceği söylenebilir.
Ayetlerde yapılan bu açıklamalar ile tüm insanlara Kur'an Ayetlerinin amaç ve anlamlarını inceleyip anlamaya çalışmalarının gerektiği hatırlatılmakta ve tüm insanlardan Allah'ın en son Peygamberi olan Hz.Muhammed tarafından "iletilmiş" olan Ayetlerdeki ifadeleri "çıkarları" doğrultusunda değerlendirmemeleri, Ayetleri bir bütün olarak ve birbirleri ile olan bağları dikkate alınıp üzerlerinde düşünerek kendi durumlarını değerlendirmeleri istenmektedir. Zira bu yapıldığında "aklını" kullanan insanların "Yaratılış" ve "Tek Yaratıcı Güç" olan Allah ile ilgili "gerçeklere” ulaşabilecekleri bildirilmektedir.
Bayramlar
Bayramlar toplumlarda bazı toplumsal olaylar veya "Dini" anlamda yapılan uygulamalar nedeniyle duyulan sevinç ve gururun belli zamanlarda birlikte "kutlanması" olarak tanımlanabilir. Gerçekten ilk çağlardan beri insanların av ve hasat bereketi, mevsimler ve diğer doğa olayları gibi konuları daha çok "dini içerikli uygulamalar" şeklinde kutladıkları anlaşılmaktadır.
"Bayramların en fazla Eskiçağda kutlandığı görülmektedir. Tasvirî sanattan tanınan ilk bayram sahnesi, milâttan önce VI. binyıla ait Çatalhöyük duvar resimlerinde yer almaktadır. Tasvir edilen sahne, bereketli geçen bir avdan sonra boğa tanrının huzurunda yapılan çok hareketli bir toplu dans şeklindedir (bk. Mellaart, lv. 54-57, 61-64). Çok tanrılı toplumlarda ilkbahar yağmurlarının başlaması, dolayısıyla ilk tohumların toprağa atılması, ilk ürünün devşirilmesi, hasat ve bağ bozumu gibi tarımla ilgili hemen her tabiat olayı ilâhî bir hüviyetle tanrıların evlenmesi, doğurması vb. şekillerde yorumlanarak birer bayramla kutlanmıştır. Dinî bayramların dışında kazanılan yeni zaferler, eski zaferlerin yıl dönümleri, hükümdar ailesinde meydana gelen evlenme ve doğum gibi olaylar, yeni tahta geçmeler de bayramlara konu olmuştur."
BAYRAM - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Bayramların tarihi, bugün Dünya üzerinde yapılan Bayram Kutlamaları, Yahudi ve Hristiyan bayramları, Hz.Muhammed öncesindeki Arap toplumlarındaki bayramlar ile Hz.Muhammed döneminden sonra Müslümanların kutladıkları bayramlar hakkında bazı kaynaklarda ve İslam Ansiklopedisinde oldukça aydınlatıcı açıklamalar bulunmaktadır.
Kategori:Ülkelerine göre bayramlar - Vikipedi
Türkiye'deki resmî tatiller - Vikipedi
BAYRAM - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Kur'an Ayetlerinde Hz.Muhammed'den önceki dönemler ile ilgili olarak iki Ayette "Dini" içerikli olduğu düşünülen bayramdan bahsedilmektedir.
Musa: “Buluşma zamanınız, bayram günü, kuşluk vaktinde insanların toplanma zamanı olsun” dedi. (45/59), (20/59)
Musa peygamber Ayette gerçekleri iletmek üzere Firavun ile "Bayram Günü" karşılaşmalarını bildirmektedir. Bunun üzerine Firavun’ un endişeye kapılarak Musa'ya "Büyü" yaparak onları yurtlarından çıkaracağından endişe ettiği, bunun üzerine Firavunun ne kadar güçlü olduğunu göstermek ve "Büyücü" olarak gördüğü Musa'yı kendi "Hileleri" ile alt etmek üzere karşısına davet ettiği anlatılmaktadır.
Meryem oğlu İsa şöyle dedi: “Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, bizim için, geçmiş ve geleceklerimiz için bayram ve senden bir ayet olsun. Bizi rızıklandır; zaten sen, rızık verenlerin en hayırlısısın.” (112/114), (5/114)
Yüce Allah İsa Peygamber ile konuşmasında ayrıca ona inanıp iman edenlere (Havarilere) Allah'a ve kendisine (peygamberime) iman etmelerini bildirdiğinde, onların "İman ettik, bizim Allah'a teslim olmuş kimseler olduğumuza sen de şahit ol" dediklerini, ancak bununla yetinmeyip İsa'ya, Allah'tan imanlarını kabul ettiğini gösterecek bir mucize istediklerine işaret edilmekte, İsa Peygamberin bunun üzerine Yüce Allaha “Ey Rabbimiz! Bize bayram ve senden bir ayet olarak gökten bir sofra indir" diyerek Allah'tan yardım istediği belirtilmekte ve Allah'ın da bu sofrayı indireceğini, ama bundan sonra içlerinden (Hristiyanlardan) kim İsa peygamber ve annesini "Tanrı" olarak kabul ederek Allah'ı inkâr ederse, kâinatta hiçbir kimseye etmediği azabı ona edeceğini açıkladığı belirtilmektedir.
Buna göre Firavunun yönetiminde yaşayan ve Musa'nın da peygamber olarak aralarında bulunduğu "müminlerin" belli bir zamanda bayram kutladıkları, İsa Peygamberin de toplumunun imanını yükseltmek için onların “isteği” olan bereketli “sofranın” indirilmesini Allah'tan istediği ve bu sofranın Allah’ın lütfu ile indirilmesini “bayram” olarak ifade ettiği ve anlaşılmaktadır.
Kur’an Ayetlerinde söz konusu bayramlar hakkında açık hüküm bulunmaktadır. Ancak Arap toplumunda öteden beri kutlanmakta olan “Dini” içerikli bayramların Hz.Muhammed tarafından “belli bir düzene sokularak” kutlanmasına devam edildiği Hadislerde yer alan bilgilerden anlaşılmaktadır.
İslam Ansiklopedisinde her iki bayramın da hicretin 2. yılından itibaren (624) kutlanmaya başlandığı esasen Ramazan orucunun ilk defa bu yıl farz kılındığı, bu ayı oruçla geçiren müminlerin sonraki ayın (Şevval) ilk üç gününü bayram olarak kutladıkları, bu sebeple bu bayrama Ramazan Bayramı denildiği ve hicrî takvimin son ayı olan Zilhiccenin onunda başlayan ve dört gün devam eden "Kurban Bayramının ise bu günlerde hac ziyareti ibadeti ile ilgili kurban kesildiği için bu adla anıldığı, Hac ibadeti hicretin 9. yılında farz kılınmakla birlikte Kurban Bayramı kurban kesilmesi ve kurban bayramı namazının, oruç ibadeti ve Ramazan Bayramı gibi hicretin 2. yılında teşrî‘ kılındığı (uygulandığı) açıklanmaktadır.
BAYRAM - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Buna göre Ramazan ayında oruçlu olunmasını bildiren Ayetlerin hicretin 2. yılında (624) vahiy edildiği, Ramazan ayını oruçla geçiren "müminlerin" sonraki ayın (Şevval) ilk üç gününü bayram olarak kutladıkları; bu "Bayram" kutlamalarının o zamandan bu yana devam ettiği anlaşılmaktadır. Öte yandan, her ne kadar TDV İslam Ansiklopedisinde Ramazan ve Kurban Bayramlarının hicretin 2. yılından itibaren (624) kutlanmaya başlandığı belirtilmiş olsa da "Veda Haccı" başlığı ile yapılan açıklamalarda Hac ibadetinin ve kurban kesilmesinin hicretin 9. yılında uygulanmaya başladığı bildirilmektedir.
"Haccın farz kılındığı tarihle ilgili farklı görüşler bulunmakla birlikte 9 (631) yılında farz olduğu kabul edilmektedir. Tebük Seferi dönüşü, 9 (631) yılındaki haccın Câhiliye Arapları’nın uyguladığı nesî dolayısıyla vaktinden önce zilkade ayında yapılacağını bilen Resûlullah bu âdete son vermek için Vedâ haccına kadar bekledi ve 9 yılındaki ilk haccı Ebû Bekir’in yönetiminde yaptırdı. Ayların sayısının on iki olduğunu bildiren ve nesî uygulamasını yasaklayan âyetler (et-Tevbe 9/36-37) yaygın kanaate göre 10 (632) yılında indi. Peygamber Vedâ haccını zilhicce ayında ifa ederken okuduğu hutbede, “Zaman Allah’ın yerleri ve gökleri yarattığı gündeki şekline döndü” diyerek bu âdeti kaldırdığı gibi haccın kıyamete kadar zilhicce ayında yapılmasını da sağladı (Bîrûnî, s. 62-63; İbn Abdülber en-Nemerî, s. 266, 268)."
VEDÂ HACCI - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
VEDÂ HUTBESİ - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)
Bu durumda Kurban Bayramının hicretin 9. yılından itibaren (631) kutlanmaya başlandığını ve Hicrî takvimin son ayı olan Zilhiccenin onunda başlayıp dört gün sürdüğünü kabul etmek gerekmektedir.
Hz.Muhammed'in "önderlik"ettiği ve "Veda Haccı" olarak anılan hac ziyareti sırasında topluma hitaben söylediği "veda hutbesinin", Allah'ın tüm insanlara "bildirisi" ve Hz.Muhammed'in "vasiyeti" olduğu belirtilmektedir. Bu hutbede Hz.Muhammed Vedâ haccı sırasında (632) Arafat, Mina ve Akabe gibi yerlerde topluma (ashaba) hitap etmiş ve kısa, veciz bir şekilde tavsiyelerde bulunmuştur.
Kur'an Araştırmaları Grubu tarafından yayınlanan "Uydurulan Din ve Kur'an’daki Din" kitabında Bayramların Kur'an Ayetlerinde yer almamasına rağmen Müslümanlar için gerekli düzenin sağlanmasına ve kaynaşmasına yol açan "Bayramların" Hz.Muhammed'in "sünnetleri" olarak muhafaza edilmesi ve uygulanmalarının gerektiği açıklanmaktadır.
“Örneğin Ramazan ve Kurban bayramları, Müslümanların birbiriyle kaynaşması gibi Kurani açıdan önemli bir ilkeye hizmet etmektedir. Allah’ın anılmasına ve Müslümanların kaynaşmasına hizmet eden bu tarzdaki “ümmetin sünnetlerini” muhafaza etmemiz faydalı olacaktır. Fakat bunların İslam’ın evrensel hükümleri olmadığı ve gereğinde bunlarda kimi yeni düzenlemelere gidilebileceği de bilinmelidir. Farzlar gibi bağlayıcı olmayan bu unsurlar terk edilebilir; örneğin istemeyen bayramlarda Müslümanlarla kaynaşma yerine tatilden yana tercihini kullanabilir.
“Ümmetin sünneti” esnekliği olan bir alandır, İslam’ın evrensel değişmez prensiplerine karşılık gelmez fakat bu alanla ilgili hususların İslam’ın evrensel prensiplerine, Müslümanlar için gerekli düzene ve Müslümanların kaynaşmasına yol açtığını tespit 196 SÜNNET KAVRAMI ediyorsak; bunlardan vazgeçmemek, hatta sahip çıkmak, bizce, aklını kullanan her Müslüman’ın yaklaşımı olmalıdır." (Uydurulan Din ve Kur'an’daki Din Sayfa 196)
İndir Kuran Araştırmaları Grubu Uydurulan Din Kuran'daki Din pdf
Bayramların kutlamalarına topluca kılınan "bayram namazı" ile başlandığı da yapılan açıklamalardan anlaşılmaktadır. Buna göre Ramazan Bayramı "namazına" 624 ve Kurban Bayramı "namazına" ve Hac ibadeti sırasında "kurban kesilmesi" işlemine de 631 yılından itibaren başlandığı ve bu bayramların bizzat Hz.Muhammed tarafından da kutlandığı ve toplumuna bu kutlamaları ve hac ibadetine bağlı olarak kurban kesimi ibadetini yapmaları için önderlik ettiği söylenebilir.
Hz.Muhammed'in Arap toplumunun öteden beri Zilkade ayında yaptıkları Hac Bayramı kutlamalarını ilgili Ayetlerin yorumunu yaparak Zilhicce ayının 10. günü "Kurban Bayramı" olarak değiştirdiği ve bayram kutlamalarına halen bu şekilde devam edildiği açıklanmaktadır.
Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu doğru hesaptır. O aylar içinde kendinize zulmetmeyin ve müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın ve bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir. (113/36), (9/36)
Haram ayları ertelemek, sadece kafirlikte ileri gitmektir, çünkü onunla, kafir olanlar saptırılır. Allah'ın haram kıldığının sayısını bozmak ve Allah'ın haram kıldığını helal kılmak için bir yıl helal sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. Onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kafirler topluluğunu hidayete erdirmez. (113/37), (9/37)
Hz.Muhammed döneminde kutlanan "Dini" bayramlar bunlardan ibaret olmakla birlikte sonraları İslâm dünyasında bazı önemli gün ve gecelerin de bayram gibi kutlandığı görülmektedir. Ancak çok sayıdaki ilahiyatçıların bu vakitlerle ilgili olarak İslâm toplumlarında zamanla gelenekleşen bazı kutlama biçimlerine, dinî dayanağı bulunmayan (bid‘at) davranışlar oldukları gerekçesiyle karşı çıkmaktadırlar.
"Kuran’da “kutsal kandil geceleri” diye bir kavram geçmez. Kuran’da sadece Kadir gecesinin faziletine dikkat çekilir. Bunun dışında Kuran’da ne özel bir geceden bahsedilir ne de bu özel gecelere has özel ibadetlerden İsteyen Peygamberimiz’in doğum günü diye veya herhangi bir zafer günü diye bir günü elbette ki kutlayabilir. Bu kutlamalarda namaz kılınması, Kuran okunması da çok güzeldir. Fakat bu gecelerde “falanca ibadeti yapanın tüm günahlarının af olacağı” gibi uydurmalar tehlikelidir.”
İndir Kuran Araştırmaları Grubu Uydurulan Din Kuran'daki Din pdf
Öte yandan Müslümanların cuma ve bayramlar dışında bazı gün ve gecelerde dinî-tarihî olayları hatırlayarak heyecanlarını tazelemeleri ve bu münasebetle bazı etkinliklerde bulunmalarının doğal olduğu, ancak doğruluğu kesin olmayan veya uydurulan rivayetlere dayanan bazı ibadet şekillerinin yapılmasının uygun olmadığı belirtilmektedir. Bu anlamda olmak üzere Müslümanlarca geçmişte yaşanmış veya Ayetlerde esinlenerek bazı geceler "kutsal" sayılmıştır. Bu gecelere "Kandil Geceleri" denilmektedir. Kandil Geceleri İslâm peygamberi Hz.Muhammed'in uygulamasında yoktur. Bu uygulama Hicret sonrası 3. asırdan itibaren tasavvufi çevrelerde kutlanmaya başlanmış ve Osmanlı Padişahlarından II. Selim'den itibaren minarelerde kandil yakılmasıyla kandil adını almıştır.
KANDİL - TDV İslâm Ansiklopedisi
Buna göre bu gecelere özel "kutsallık" vererek Allah'a daha yakın olunacağını veya dileklerinin yerine geleceğini ummak doğru olmamaktadır. Çünkü Dinî inançlar süreklilik ve kararlılık istemekte, akla ve duygulara dayanmaktadır. Bu nedenle yılın birkaç gün veya gecesinde dinî hayatı yaşayıp belli davranışları tekrarlamak dindar olmanın sonuçlarını doğurmayacaktır. Bu açıdan bakıldığında kandiller münasebetiyle gösterilen faaliyetler doğrudan İslâm’ın bir emir veya tavsiyesi değil çeşitli Müslüman toplumların gelenekleri konumundadır.
KONU BAŞLIKLARI
